Boş Sayfa
Steven Pinker
Çeviri: M. Doğan
Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2010
Steven Pinker’in çağımızda insan doğasının nasıl çarpık anlaşıldığından ve bu duruma biliminsanlarının nasıl katkılar sağladığından uzun uzun dem vurduğu kitabı Boş Sayfa, öyleymiş gibi bir ağırlığa sahip görünse de, aslında bir genetik-çevre tartışması kitabı değil. Bu kitap, genetik literatüründeki son 50 yıllık olumlu değişimin halen nasıl görmezden gelindiğinin, biraz da muhafazakâr bir üslupla, altını kalınca çizen, eğlenceli bir kitap.
İngiliz filozof John Locke’a kadar uzanan tabula rasa (boş sayfa) görüşünün konforlu, öz güvenli ve güç vaad eden gündelik alışkanlıklarımıza hem neden olmasından hem de bu yüzden bu alışkanlıkların halen körlemesine sürdürülmesinden şikâyet etmekte haklı görünüyor Pinker. Burada, bence Locke’u hemen bir günah keçisi ilan etmeden, bu görüşün nasıl genellenerek sarsılmaz bir (politik) gerçeklik öğretisi haline gelmesinden söz ediyor. Dolayısıyla, bilimsel bir tartışmanın asıl konusunun olgular ve akıl aracılığıyla bu olguların açıklanmaya/bütünlenmeye çalışılması olduğunu tekrar hatırlarsak eğer, bilim camiası için teknik açıdan söz konusu olan şeye “öğreti” değil “kuram” dendiğinin vurgusunu yapıyor satır aralarında.
İnsanbilimleri dediğimiz şeyler, Locke’un tabula rasa‘sına, yani insan ve insana dair herşeyin “boş sayfa” olarak ele alınmasına halihazırda çok şey borçludur. Hatta denebilir ki insanbilimlerinin varoluşlarına kapı aralamıştır bu fikir. Bu noktada, Boş Sayfa‘dan beklenen şey, tam anlamıyla, insanî fenomenleri rasyonel olarak açıklamak ve bütünleştirmek, bu konularda yaratıcı sorular sorulması için takipçileri yüreklendirmektir. Zaten bu bakış açısının insanın anlaşılması mücadelesine olan devrimci katkılarının değerli ve büyük olduğunu biliyoruz. İşte Pinker, Boş Sayfa‘nın son 50 yılda bunu artık hakkıyla yapamadığını ortaya koyuyor. Yani Boş Sayfa bir kuram olarak yeni bilimsel olgular ışığında çoktan çürütülmüştür diye ilan ediyor.
Pinker’in bu iddiasını desteklemek için el attığı konuların başında çocuk gelişimi geliyor. Özetle diyor ki, çocuk, ona istediğiniz şekli verebileceğiniz bir oyun hamuru, bir insan mühendisliği malzemesi değildir. Genetik yatkınlıklar ve çocuğun, ebeveynlerinden ziyade, asıl olarak kendi yaşıtlarıyla sosyalleşmesi gibi birçok karanlık enerji çocuğun gelişimini az ya da çok etkiler (belirler değil!). Ayrıca Boş Sayfa’cı literatür, yani ana-akım, katılımcıların politik doğruculuklarının görmezden gelinmesi nedeniyle yöntemsel açıdan ciddi derecede yanıltılıyor, kendi kendini doğrulayan kehanetler çöplüğüne dönüyor. Ve sonuç olarak ebeveynlere, öğretmenlere, politikacılara ve biliminsanlarına gereğinden fazla sorumluluk yüklemekte ve güç bahşetmektedir Boş Sayfa.
Hatta, diyor Pinker, ebeveynlerin bilimsel olarak “haklı” bir görevinden bahsedeceksek ille de, evrimsel psikoloji açısından çocuğu hayatta tutmaları bile başlı başına ciddi ve vazgeçilmez bir görevdir. Lütfen herhangi bir yetiştirme ve eğitme tutumunu, bilimden önce ve çok olmak kaydıyla, ahlaktan, dinden, devletten referans alarak meşrulaştırınız, doğrusu budur zaten. Yoksa bilimin bizlere malum konularda bu denli kesin ve kestirme emirler yumurtlaması imkânsızdır. Çünkü atom altı dünya kadar karmaşık bir şey daha varsa, o da insan ‘doğa’sıdır.
Doğru, insan gelişmini etkilediği aşikâr kabul edilen birçok sıradanlaşmış değişken (mesela çevre) aslında bulanık değişken kalıplarıdır, artık bilimsel ciddiyetleri kalmamıştır. Bu kalıpların yıkılması, içeriklerinin inceltilmeleri, bu tartışmaların cesurca derinleştirilmesi gerekir. Bu çabayı artık muhafazakâr olmayan yöntemlerle güçlendirmek de gerekir. İnsanın kökeni problemine hep kestirme ve garantici (politik olarak doğru) bir düz mantıkla yaklaşmak, bizleri kaçınılmaz şekilde muhafazakârlaştırmaktadır, ki Pinker’in düştüğü tuzak da budur. İnsanın kökeni kültürdür, gendir demek hep bir hipotez körlüğü riskini beraberinde taşır. İnsana bir köken icat edip tüm biyolojik ve tarihsel maceramızı sadece bu mercekten değerlendirmek hep aynı hatayı tekrarlamaya dönmektedir. Aynı yolu bisiklet ya da arabayla geçmek bizi farklı yerlere götürmez.
Evet, Pinker haklıdır, genetik merceği kültür merceğinin büyük resimlerini daha dar bir alana hapsetse de yüksek oranda keskinleştirmektedir. Ama sonuç olarak merceklerden mercek seçmek bir mercek muhafazakârlığını tekrar ve tekrar hortlatmaktan öteye gitmiyor. Bu hatadan kaçınmak için, yani bir muhafazakârlıktan kurtulmanın yolunu başka bir muhafazakârlıkta bulma şeklindeki bu kör döğüşünün toz dumanından uzaklaşmak için, sadece geriye çekilip bakmamız gerekiyor artık, görmeye hissetmeye anlamaya çalışmak. O zaman farklı orijinlerin varlığını (genler, simgeler, davranışlar, kurumlar…) ve bunlardan ortaya çıkan farklı çizgilerin fraktal hallerini gerçekten değerlendirmeyi başarabileceğiz insanın öyküsünü yazarken.
İşte o noktada gen-kültür kutuplarından daha büyük bir manzarayı görmeyi de başaracağız diye umuyorum. Ama ne yazık ki Pinker’in bu yönde bir çabası yok şimdilik ve pek olacağa da benzemiyor. Çünkü modası geçmiş değişken kalıplar (Boş Sayfa gibi) yerine bugün popüler olan yeni değişken kalıpları (DNA gibi) savunmak, daha yeni bir mercekle ama yine aynı Boş Sayfa’ya bakmaktan farklı değil bana kalırsa. Yani bakılan sayfanın boş değil aslında selüloz damarlarından oluştuğunu söylemek sizce ne kadar “bu sayfanın anlamı/işlevi nedir” sorusunun cevabı olabilir ki!
Tolga Yıldız