Besim F. Dellaloğlu
Modernlik, Batı’nın son birkaç yüzyılda yaşadığı halis bir deneyimin adıdır. Bu anlamda Batı daha önce ortaya çıkmış bir modele göre modern olmamıştır. Oysa bizim gibi toplumlar Batı’nın yaşadığı modernlik deneyimini model alarak modernleşmişlerdir. Batı’da bir toplumsal süreç olan modernlik, bize siyasal bir proje olarak yansımıştır. Modernlik/modernleşme ilişkisi aynı zamanda sekülarizm/laiklik ekseni üzerinden de okunabilir. Ana fikir, Türkiye’nin modernleşme tarihinde bir sekülerlik deneyiminden çok bir laiklik projesinin varolduğudur.
“Laikos” ruhban olmayan anlamındadır. Ruhbanlık ise kurumsallığı çağrıştırır. Laiklik başından beri politik bir kavram olagelmiştir. Carl Schmitt’in “politik olan devletin sıfatıdır” düşüncesinden hareket ederek, “laik” sıfatının öncelikle iktidarın kullanılmasıyla ilgili olduğunu ve modern anlamıyla devletin bir sıfatı olarak anlaşılması gerektiğini söyleyebiliriz. Sekülerlik ise toplumsal, hatta bireysel bir çerçevenin kavramıdır. Sivil alanı, gündelik hayatı ima eder. Toplumun, bireyin tarihin sorumluluğunu üstlenmesine işaret eder.Sekülerlik din-dışılık değildir. Sekülerlik, hayatın bir kader olarak yaşanmamasını içerir. Bireyin, sınıfın, toplumun kendi kaderini tayin hakkını da işaret eder. Dindarlığın alternatifi değildir. Bir tür neo-dindarlık’tır.
Laiklik ve sekülerlik sanılanın aksine eşanlamlı kavramlar değildirler. Ve özellikle modernleşme toplumlarında birbirlerine karşıt kavramlar haline bile gelebilirler. Örneğin, Türkiye’de aşırı siyasallaşmış laiklik, toplumsal sekülerleşmeyi en azıdan destekleyen bir işlev de görmemiştir. Modernleşme projesi, dindar kesimlerin ancak kendi öngördüğü koşullarda toplumun bir öznesi olabileceğini vazettiği için, bu kesimlerin sekülerleşmesinin önünü tıkayabilmiştir. Batı’da bizdeki bu sorun pek yaşanmamıştır, çünkü laiklik ile sekülerlik arasında bir paralellik, süreklilik ve hatta bir denge vardır.
Gökyüzünü yeryüzüne indirmek
Sekülerleşmeyi sadece Reformasyon ve Aydınlanma’yla sınırlandırmamak gerekir. Daha geniş bir pencereden bakabilirsek, bütün tarihsel dinlerin kendi deneyimleri içinde belli bir dozda da olsa sekülerleşme yaşadıklarını fark edebiliriz. Her din zaten bir sekülerleşmedir. Vahiyden, kutsaldan bir gündelik hayat üretebilmek için zaten belli bir oranda aklîleşmek, sekülerleşmek şarttır. Kutsal yakar. Sekülerleşme ise kutsalı soğutur. Dünyevîleştirir. Gökyüzünü yeryüzüne indirir. Dinler ancak yeryüzünde yaşanabilir. Kutsal ile baş etmenin, ona inanarak da olsa tek yolu bu anlamda sekülerleşmedir. Dolayısıyla sekülerleşme, sanıldığının aksine, dinin bittiği yerde başlayan bir şey olmaktan çok zaten dinin içinde de vücut bulan bir şeydir.
Batı’da modernliğin ortaya çıkması aslında toplumsal sekülerliğe paralel bir biçimde olmuştur. Bir anlamda siyasal laiklik, toplumsal sekülerleşmenin doğrudan olmasa da sonucudur. Bizde ise “sekülerlik açığı” aşırı laiklik yoluyla devlet tarafından giderilmeye çalışılmıştır. Proje olarak laiklik, deneyim olarak sekülerliği ikame etmiş, hatta ikame etmekle kalmamış, onu işgal etmiş ve toplumsal sekülerleşmenin süreç içinde bir deneyim olarak gelişmesine engel olmuştur.
Bunun olası sonuçlarından biri Türkiye’de çok sık duyduğumuz “laikliğin dinsizlik olduğu” yönündeki düşüncedir. Laiklik aslında, bireyin ya da toplumun dinsizliği değildir. Olsa olsa devletin dinsizliğidir. Bunun bir Batı deneyimi olduğunu ve yüzyıllar süren mezhep savaşlarıyla da tarihsel bağlantısı olduğu açıktır. Toplumsal sekülerlik ile desteklenmemiş, temellendirilmemiş bir siyasî laikliğin dindarlara dinsizlik olarak gözükmesi gayet doğaldır.
Bir cumhuriyet dini
Laiklik kendisini Türkiye’de neredeyse bir din, bir cumhuriyet dini olarak ortaya koyduğu için toplumsal dindarlık laikliği bir tür din değiştirme talebi olarak algılamış olabilir. İşte bu algı, toplumsal sekülerliğin önündeki en önemli engel olmuştur Türkiye’de.
Aslında meselenin bir de sınıfsal boyutu vardır. Laiklik, modernleşme elitler ve üst sınıflar tarafından, sekülerlik ise geniş toplumsal kesimler tarafından temsil edilmektedir. Bu toplumsal, sınıfsal arka plan bu iki kavramın Batı’da ortaya çıkış tarihleriyle çelişki içinde değildir. Her iki kavram Batı’da siyasal, toplumsal, ekonomik değişim süreçleri içinde hayatın dayattığı seçimlere paralel olarak ortaya çıkmıştır zaten. Bu anlamda, Türkiye’de son dönemde yaşadığımız kriz aslında aynı zamanda 1980’lerden beri sekülerleşen sınıflarla, laikliği kendilerine bayrak edinmiş sınıflar arasındaki bir mücadele olarak da okunabilir.
Üstelik Türkiye’de laiklik projesi sadece devletin dinden arındırılması değil, aynı zamanda kamusal alanın ve giderek de toplumun ve bireylerin dindarlıktan arındırılması ya da en azından bu açıdan toplumun kontrol altında tutulması anlamına gelmiştir hep. Diyanet kurumu bu anlamda tam da Türkiye’de bu siyasal laikliğin kurumudur ve sekülerliğin önündeki en önemli engeldir. Türkiye deneyiminde laikliğin önünde engel olarak gördüğü cemaat, tarikat yapıları da aslında Türkiye dindarlığının laikliğe karşı verdiği sekülerleşme mücadelesinin ürünleridir.
Biliyoruz ki özellikle Anglo-Sakson deneyiminde sekülerlik tam da bugün Türkiye’de Diyanet kurumu için öngördüğümüz birçok işlevin sivil topluma ait olması anlamına gelir. Özellikle “ait olması” dedim, “devredilmesi” demedim. Çünkü devredilmesi için önce devlette toplanmış olması gerekir. Bu anlamda özellikle Anglo-Sakson sekülerliğinde ayrıca bir de siyasal laikliğe pek de gerek kalmamıştır.
Sekülerleşme Kuramı’na bağlı olmadan da sekülerleşmeden söz edebiliriz. Son zamanlarda sanki bunun pek mümkün olmadığı konusunda bir kanaat belirmeye başladı akademik-entelektüel dünyada. Sekülerleşmeden söz edildiğinde mutlaka Sekülerleşme Kuramı’nın yaptığı gibi dini ciddiye almamak zorunlu imiş gibi. Klasiktir, herkes bilir. Sekülerleşme Kuramı’na göre, din, kentleşme, sanayileşme ve ulusal eğitim ile birlikte marjinalleşmek durumundadır. Sekülerleşmeden söz etmek için bu önermeyi doğrulamaya mecbur değiliz. Dini bireysel, toplumsal anlamda ciddiye alarak da sekülerleşmeden söz edilebilir.
İslamî kesimden gelen birçok akademisyen-entelektüel sekülerleşme kuramlarının iflas ettiği konusunda yazıp çizmeye pek hevesliler. Ancak yaşadığımız toplumda örneğin Alevi sorununun nasıl hâl yoluna konacağı konusunda kafa yormaya pek de eğilimli değiller. Laiklik, sekülarizm meselesine girmeden bu tür konuların nasıl çözülebileceği hala meçhuldür. Seküler toplum-laik devlet perspektifi, bu ve benzeri sorunların çözümü açısından elzemdir. Türkiye’de laikliğin değişmesi ile dindarlığın değişmesi birbirlerine paraleldir. Ve bunun adı da sekülerliktir. Bundan sonra da artarak sürecek gibi gözüküyor.
Sekülerleşerek iktidara yürümek
Türkiye’de Siyasal İslam’ın yükselişi ve Kemalizm’in gerileyişi genellikle Sekülerleşme Kuramları’nın iflası olarak okundu. Ancak ben meselenin bu kadar basit olduğunu düşünmüyorum. İslamî kesimlerin AKP iktidarıyla birlikte bu kadar hızlı bir biçimde parayla, teknolojiyle, iktidarla barışması aslında bir “sekülerleşme” olarak değerlendirilemez mi? Türkiye’deki laikliğe haklı olarak direnen İslamî kesimlerin iktidara yürürken sekülerleştikleri ya da sekülerleşerek iktidara yürüdükleri söylenemez mi? Türkiye’de bazı İslamcılar sırf kendileri iktidara gelebildikleri için sekülerleşme kuramlarını çöktüğünü iddia edebiliyor. Belki de kendilerindeki değişimi tam olarak fark etmedikleri içindir bu. Hatta kendi kişisel tarihleriyle kısmen de olsa sekülerleşme kuramlarını doğruladıklarını fark edemiyorlar. Evet Türkiye değişiyor. Ama İslami kesim de değişiyor. Türkiye’nin ufkunda galiba Kemalistler de, İslamcılar da haklı çıkamayacaklar.
Bizler Türkiye gibi sekülerleşmeden çok laikliğin egemen olduğu bir toplumun bireyleri olarak, seküler bir toplumda dindarlığın, dindar bir toplumda sekülerliğin pek de mümkün olmadığını düşünmeye eğilimliyiz. Üstelik neredeyse hiçbir konuda anlaşamayan bu ülkenin Kemalistleri ve İslamcıları bu konuda tuhaf bir biçimde anlaşabiliyor. Bu anlaşma bence memleketin en önemli sorunlarından biridir. Oysa bu önerme doğru değildir. Seküler bir toplumda dindarlık, dindar bir toplumda sekülerlik mümkündür. Hatta bu ikisi birbirlerinin garantisidir.
Laiklik siyasî bir kavram olduğu için anayasalarda yer alabilir, bir hedef, bir proje olarak tartışılabilir. Sekülerlik ise daha çok bir zihniyettir, hatta bir ethos’tur. Projelendirilemez.
Türkiye’nin yakın tarihinin ana çatışma eksenine artık yeni bir bakışla yaklaşmanın zamanı gelmiştir. Kemalistler ile İslamcılar, İlericiler ile Gericiler, Batıcılar ile Doğucular… Artık bugün bu tür ikilemlerle çok fazla bir şeyi açıklayabileceğimizi düşünmüyorum. Türkiye modernleşmeden modernliğe doğru bir dönüşüm yaşıyor. Bugün olan kısaca budur. Artısıyla eksisiyle toplum aktör haline geliyor. Aynı biçimde Türkiye laiklikten sekülerliğe doğru hareket ediyor. Ne modernlik ne de sekülerlik tek başına bize hiçbir şeyi garanti etmez. Bu yeni süreci ne kadar idrak edersek, üreteceğimiz modernliğin ve sekülerliğin kalitesi de o kadar yüksek olacaktır.