Barış Uzun
Bu toprakların, ülke boyunca devinim halindeki sosyal sınıfların değil de, saray çevresi eşraftan bürokrat kadroların bir eğilimi olarak başlayan modernleşme serüveni, bu başlangıcı itibariyle bir tür “suni döllenme” olmuştur. Neticesinde ortaya canlı bir organizma çıkmıştır çıkmasına, ama bu onun başlangıcının tabii değil yapay olduğu gerçeğini değiştirmemiştir. Modernleşme Batı’nın kendi öz deneyimi iken, bizim topraklarımızın yaşamaya cebren zorlandığı bir deneyim, Osmanlı bürokratlarının ve sonra Kemalist kadroların uygulamaya koyduğu bir toplumsal mühendislik projesidir.
Marksizm de, bu otoriter modernleşme sürecinin Batı’ya kıyasla geç bir döneminde, cereyanları bu topraklara ulaşan modern bir ideolojidir. Onun toplumsal ve iktisadî çözümlemeleri her ne kadar “evrensel olma” iddiası taşısa da, Batı’nın tarihsel, toplumsal ve siyasî tecrübeleri üzerine kurulmuştur. Neşvelendiği dönem, dünyanın küresel olmadığı, Batı’nın ve Doğu’nun gerçekten iki ayrı kategoriye tekabül ettiği bir dönemdir. Ondan neşet eden politik-toplumsal hareketlere, herhalde tarihin bu cilvesinden olsa gerek, bizim topraklarımızda, kitlesel olmaları ya da olmamalarından bağımsız bir şekilde hep bir eğreti olma hissi eşlik etmiştir. Bu hissiyat, politik özne’nin kendisinde olmasa da, onu algılayan geniş yığınlarca genelde böyle olagelmiştir. Vaziyetin böyle oluşunda Türkiye Cumhuriyeti devletinin zihinleri ihata eden azimli anti-komünist propaganda faaliyeti ve Süper Nato örgütlenmesinin gayretkeş çabaları gibi politik-stratejik faktörlerin de rol aldığı söylenebilir. Türkiye solu buna zaten bir psikolojik savunma türü olarak başvuruyor ve haksız da sayılmaz. Gelgelelim, konu orada kapanmamakta. Ve kapanmamalı.
Şunu not ederek başlayalım: Bu satırların yazarı, bilhassa gazete köşelerini tutmuş, solda ve solun tarihinde hergün yeni bir kötülük keşfetme arzusuyla yanıp tutuşan tahkirci koronun bir parçası değildir, aralarında hiçbir duygudaşlık da bulunmamaktadır. Niyetimiz yeni bir sola küfretme ritüeli gerçekleştirmek değil. Ama ifade etmekten kendimi alamayacağım ki, Marx’ın “din kitlelerin afyonudur” ifadesi kadar, içinde geçtiği metindeki bağlamından koparılıp berbat bir şekilde yorumlanmış bir ifadeye tarihte az rastlanır. Bunun başrolünde hiç şüphesiz solcular var. Bundan bahsediyorum çünkü Türkiye solunun geniş dindar kesimlerle ve dinin kendisiyle olan sorunlu ilişkisindeki bilinçaltında bu ifadenin pejoratif şekilde yorumlanışı önemli bir sembolik değere sahip. Gelgelelim, eğer sol bu toprakların kaderini belirleyen denklemlerin içinde kendine hakiki bir yer edinmek istiyorsa iğne-çuvaldız metaforuna başvurması gerekiyor. Yani, bu noktada Türkiye solu gerçekten esaslı bir özeleştiri yapmış mıdır? Yoksa hâlâ buralı olmasına rağmen, Batılı önyargılarla bu topraklara bakan iflah olmaz bir oryantalist midir?
Özeleştiri ve iyiniyet
Yukarıdaki sorular bağlamında, AltÜst‘ün geçen sayısında Sinan Dervişoğlu’nun “Türkiye’de Müslümanlar ve Sosyalistler” başlıklı yazısı bir marksistin kaleminden hem güncel hem de kullanışlı bir materyal olma işlevi görüyor. Dervişoğlu’nun yazısı, aslında solcuların (daha doğrusu bir kısmının) bu özeleştiri faaliyetini gerçekleştirdiğini gösteriyor. Ama bu özeleştiri faaliyetinin içine din ve dindarlarla olan ilişkinin girmesi zannımca biraz gecikmeli oldu. Aydınlanma çağının antiklerikal (ruhban karşıtı) veçhesini fazlasıyla içselleştirmiş bir sol için bunun böyle olması şaşırtıcı değil; her ne kadar bizim topraklarımızın tarihi çok farklı toplumsal-kültürel dinamiklerle malûl olsa da…
Vaziyetin böyle oluşunda, bilhassa akademik olarak bu coğrafyanın sosyolojisine ve Kemalist gelenekten bünyelerine kattıkları Osmanlı alerjisi yüzünden bir türlü incelemeye değer bulmadıkları, neredeyse 700 yıllık bir tarihe karşı olan yabancılıkları önemli rol oynamıştır. Solcuların bu yaklaşımının gelişim süreci başlı başına bir analizi hak etse de, burada şu tespiti yapmamız yeterlidir: Türkiyeli sosyalistler, dini, özel olarak da İslam’ı “gericilik” kavramıyla mimleyip kendi düşünce dünyalarına ve analizlerine sokmamışlardır. Bunun yerine fikir babalarının düşünsel mirasından bu konulara yönelik zahmetsiz ve hayli kullanışlı bir şablon çıkardılar. Onlara göre din, bir üstyapı kurumu olarak esas dönüştürücü güç olan üretim araçlarının ve ilişkilerinin, yani altyapının belirlenimi altında pasif bir unsurdu. Dolayısıyla irdelemeye, analiz etmeye şayan bir şey değildi. Osmanlı geçmişine gelince, uzun boylu ele almaya gerek yoktu; o da feodal bir toplumun ürünü teokratik bir devletti!
Bu bilimsel olmaktan uzak, ezberci ve tutucu yaklaşımla, kültürü İslam ile mayalanmış ve onun derin izlerini taşıyan bir coğrafyada yapılabilecek en hayati hatayı yapmışlardır. Dervişoğlu’nun yazısında bütün bunlara yönelik derin bir sezgi var. Üstelik dindar kesimlerle ilişkilere dair iyiniyetle dolu bir yazı. Yeni bir sayfa açmak için güzel bir girizgâh. Ama sadece girizgâh, çünkü ancak bir başlangıç olarak tatmin edici.
“Gericilik” olarak kodlanan heyula
Dervişoğlu, solun bünyesindeki arızî durumu tespit ederek bunun pratikteki patolojik yansımalarından birini şöyle ifade etmiş:
“Sosyalistler, dindar emekçilerle konuşmamakta, onlara yaklaşmamakta, onlardan uzak durmakta,
hatta onlardan ürkmektedir.”
Bu tür bir davranış bozukluğuna yol açan düşünce dünyasının köklü bir rehabilitasyona ihtiyaç duyduğuna şüphe yok. Üstelik bu davranış bozukluğu, dindarlara yaklaşmak şöyle dursun, İslam’ı ve Müslümanları çağrıştıran sembollerle (takke, sarık, cüppe, tespih gibi) karşılaşıldığında bile kendini yoğun bir tiksinme duygusu olarak dışavurmaktadır. Zira bunlar solcunun zihninde “gericilik” olarak kodlanan heyulanın alametleridir. Durum gerçekten bu kadar vahim.
Dervişoğlu yazı boyunca sıkı bir özeleştiri ortaya koyuyor. Ne var ki, antikapitalist müslümanlar örneğinden hareketle yaptığı çıkarımlar sorunlu bir yapıya sahip:
“…‘Müslüman anti-kapitalistler’ tam da mevcut bu boşluğun bir ürünü, hem de bu boşluğu aşmanın bir fırsatı olarak karşımıza çıkmıştır. 1 Mayıs 2012’den bu yana da güzel işler yapmakta, “ABDestli Kapitalizm” ve “Nurjuvazi” gibi kapitalizmi eleştiren kitaplar yayınlamaktadır. Ancak, “İyi, tamam işte, o boşluğu bunlar dolduruyor” rehavetine kapılmanın anlamı yoktur; zira bu arkadaşlar, tüm iyi niyetlerine rağmen, konuşulan esas konu olan sınıf mücadelesi hakkında tutarlı, gelişkin ve sağlam bir teorik çerçeveye sahip olmaktan uzaktır. Bu çerçeveye sahip olma iddiasında olan biz sosyalistler bu konuda düzgün ve etkili bir politika geliştirmezsek, bu kesim, kendilerinin (maalesef) doğal çevresi olan diğer İslami gruplarla olan ilişki ve polemik içinde aşınmak, erimek ya da saptırılarak etkisizleştirilmek gibi bir kaderle karşı karşıya kalabilir.”
Elbette, söz konusu olan bir dergi yazısı değil de örgüt içi bir toplantı olsa, herhalde bu ifadelerin sarf edilmesinde bir sakınca olmaz. Ama durum bu değil. Bu zahirdeki yanlış.
İçerikteki yanlış ise bizatihi yazarın kendisinin yazıda “aydın elitizmi” ifadeleriyle ortaya koyduğu özeleştiri ile ilgili. Zira yukarıdaki alıntı bu elitist tutumun kendisinde de varlığını korumaya devam ettiğini açığa çıkarmaktadır. Açıktır ki, toplumsal cereyanların komuta edilebileceği yanılsaması, politik özneler olarak sosyalistlerin kendilerini “öncü”ler olarak vehmetmelerinin, hatta dayatmalarının önünü açmıştır. Toplumsal mücadele süreçlerinde öncülerin varlığı şüphe götürmez elbet. Ama bu poziyonu mutlak bir hedef olarak ülküleştirmek, ister istemez öncülüğü bir takıntı haline getirmekte ve toplumsal mücadelenin “sadece” parçası olmak yetmemektedir. Bu, Nietzsche’ci tabirle bir tür “güç istenci”’nin solcuların bilinç düzeyinde deşifre olması mıdır, bilinmez, ama yazarın ifadelerine yansıyışı bizi kendi ortaya koyduğu özeleştirinin sağlamlığını sorgulamaya sevk etmektedir.
Anti-kapitalist Müslümanların halihazırdaki kafa karışıklıkları bir yana, dindarların sosyalist mücadelenin parçası olması ne gereklidir, ne doğru olandır, ne de kapitalizmi çözümlemede ve politik aksiyon alanında dindarlar sosyalistlerin aklına muhtaçtır. Bilakis, geniş bir toplum ve insan bilimleri literatürü entelektüel olarak beslenmeye açıktır. Kendi bünyesine dahil etmek, öncülük etmek gibi arzular ise bizi sağlıklı bir noktaya götürmeyecektir.
Karşı öneriler
Dervişoğlu’nun yazısında kendi ifadesiyle “teori düzeyinde” ortaya koyduğu önerilerine (İslamî kaynaklarla tanışmak gibi) katılmakla beraber, pratik düzeyinde ortaya koyduklarına şerh koyuyorum. Sosyalistler dindarları, dindarlar da sosyalistleri kendilerine benzetmeye ve içermeye çalıştıkça varılacak bir menzil yoktur.
Sosyalistler kendilerine şu soruyu sormalıdır: Bu topraklarda kitlesel bir toplumsal adalet ve eşitlik hareketinin serpilip gelişmesini mi arzulamaktadırlar, yoksa o hareketin Leninizm’in orak çekiçli damgasını taşımasını mı? Eğer ikincisiyse, özeleştiri ve yön bulma süreçleri kemâle ermemiş demektir. Zira tarihsel deneyimler tekrar edilemeyecekleri gibi, toplumlar da kendi özgün kültürel iklimleri ve maddî koşulları içinde devinirler. Latin Amerika’daki Topraksızlar Hareketi ve Meksika’daki Zapatistalar birer toplumsal eşitlik ve adalet hareketi olarak bunun en çarpıcı ve güncel örneklerini oluşturmaktadır. Bu hareketlerin hiçbirinde marksist-leninist tonlar görmemekteyiz, ki bu bir zaruret de değildir.
Dindarlar (özel olarak da İslamcılar) ve sosyalistler, birbirlerine karşı tahammülsüzlük ve düşmanlıkla dolu bir tarihin aralarına inşa ettiği duvarları yıkıp diyalog kanallarını açabilirlerse, devamında gelişecek sürecin her iki kesimi de olgunlaştıracağına şüphe yok. Bu da ancak her iki kesimin de kendi toplumsal adalet ve eşitlik arayışlarını kendi gelenekleri içinden ve kendi kavramlarıyla ifade etmekle yetinmesi, birbirlerini içermeye, dönüştürmeye çalışmaması ile mümkün olabilir.