Ceyda Akaş Kabadayı
Eğer çizgi romanlar ilginizi çekiyorsa, sinema uyarlamalarını da izliyorsunuz demektir. Daha okuma yazma bilmeden abimin Asteriks’lerinin resimlerine bakarak kendimce diyaloglar uydurmamla başlayan maceram hâlâ usul usul devam ettiği için her yeni uyarlamayı karakter vs ayırt etmeden seyrediyorum. İşte geçen akşam biraz gecikmeli olsa da Judge Dredd’in bir macerasını ele alan Dredd filmini seyretmeye başladım. Filmde 3 boyutlu olmasının dışında pek bir numara yok, daha önce hiçbir Dredd macerasını oturup okumuşluğum da yok. Dolayısıyla ekran karşısında bir yandan seyrederken bir yandan da rahat rahat iç sesime kulak verdim.
Filmde ve zaten çizgi versiyonunda kaotik bir gelecekte Amerika devlet başkanının kendi ülkesine attığı atom bombası sonucu işler oldukça karışmıştır. Çeteler, şiddet, suç oranı ayyuka çıkmış, gidişatı bir nebze de olsa düzeltebilmek adına “yargıç” ismi verilen bir polis gücü oluşturulmuştur. Dredd de genleriyle oynanmış bir yargıçtır ve her çizgi romanda olduğu gibi bir kahraman olarak dolanmaktadır. Klasik çizgi roman standartları içinde hiç sırıtmayan bu hikâye, birden beni gelecekte geçen filmler hakkında düşünmeye itti. Bu konuda oldukça naif birkaç sorum var:
Metropolis’ten Blade Runner’a, niye gelecekte geçen tüm filmlerde bir felaket senaryosu var? Dünyanın sonunun gelmesi elbette herkesin ilgisini çeken bir konu, üç büyük dinin ana teması, bir kahramanın ortaya çıkması da buna dahil. Zor bir gelecekte neler yapabileceğimize dair bir önçalışma bile sağlıyor olabilir.
Ancak istisnasız bir kötü gelecek düşüncesi de biraz durup düşünmeyi beraberinde getiriyor. Ya inanılmaz bir salgın oluyor, ya robotlar dünyayı ele geçiriyor, ya uzaylı istilası oluyor ya da bir dünya savaşı (nükleer, atomik vs) sonucu kaos doğuyor. Peki tüm bunlar bizi gündelik hayatımızda nasıl etkiliyor?
Sinema sektörünün dünyanın her yanında hiç tartışmasız en güçlü propaganda aracı olması, özellikle Soğuk Savaş sonrası, gelecekle ilgili olarak insanların suçu, paranoyayı, şiddeti kendi hayatlarında ve kafalarında da legalize etmesini beraberinde getirmedi mi? Gelecekte geçen ve sakin bir hikâyeyi ele almamanın sonucu tam olarak nedir? Baskıcı yönetimlerin bu denli sıradanlaşmasını, herkesin herkesi her an öldürebileceğini, öldürmekten beter yapabileceğini, iktidara ispiyonlayabileceğini, her yönüyle büyük bir yoksunluk içinde yaşanacağını öngörmekten, ümitsiz kalınacağının altını bu kadar çizmekten başka yapılabilecek bir şey yok mu?
Gelecek sadece distopyadan mı ibaret? Arada bazı örnekler çıksa da (Douglas Adams’ın kitabı Bir Otostopçunun Galaksi Rehberi geliyor aklıma, filmi de çekilen bu kitapta yine bir felaket var, ancak en azından bir mizah duygusu, insanî birtakım öğeler rahatlatır okuyucuyu ya da seyirciyi), bunda bir gariplik yok mu? Gelecekten korkmak, günümüzü de karartmanın ya da haklı çıkartmanın bir yolu değil mi? Şiddet propagandası bugün yaşanan her türlü baskıyı normalleştirmenin, sıradanlaştırmanın ve kabul edilebilir hâle getirmenin sağlam bir yolu.
Geçmiş bir dönemi ya da çağımızda geçen bir hikayeyi anlatmak adına farklı türler kullanılabiliyorken (komedi, dram vs), gelecek sözkonusu olduğunda elimizi ayağımızı bağlayan ne? Distopya varsa ütopya da vardır, ütopyamızı distopyaya çevirmeye ne zaman karar verdik?