Nurullah Ardıç
ABD’de karanlık bir kişiliğe sahip bir yönetmen ve İslam karşıtı bir grup yapımcının ürettiği, İslam’ın kutsallarına karşı hakaretamiz ve bir o kadar da estetik açıdan kötü film ve sonrasında Müslüman Dünya’nın farklı köşelerinde gösterilen tepkiler (ki bu tepkilerin büyük bölümü barışçıl olduğu halde dünya ve Türkiye medyası genelde şiddet içerenlerine odaklandı), ifade özgürlüğünün sınırları ve İslamofobi (İslam karşıtlığı/düşmanlığı) meselelerini yeniden gündeme getirdi. Son olarak Sevan Nişanyan’ın yine Hz. Peygamber’e hakaret niteliğindeki ifadeleri, yukarıda sözünü ettiğimiz filmin görece daha az yankılandığı ülkemizde aynı sorunun daha da sıcak bir tartışma konusu olmasını sağladı.
Hem bu İslamofobik film, hem de Nişanyan’ın sözleri ifade özgürlüğünün sınırlarını bir hayli zorluyor, hatta sembolik şiddet kapsamına giriyor. Ancak öncelikle hemen ifade etmemiz gerekiyor ki, ne söz konusu film sebebiyle Amerikalılara/Batılılara yöneltilen şiddet içerikli eylemler, ne de Nişanyan’ın nefret söylemi niteliğindeki ifadelerine onun etnik kimliği üzerinden gösterilen ırkçı tepkiler tasvip edilebilir. Bu tür tepkiler vicdanî olmadığı gibi İslamî de değildir ve kınanmayı hakeder.
Diğer taraftan, birçok liberal değer konusunda olduğu gibi ifade özgürlüğü çerçevesinde tartışılan bir konuda da eleştirel bir tavır takınanların ‘özgürlük karşıtı’ damgası yememek için bu tür açıklamaları her seferinde ve en başta yapmak zorunda kalmaları da günümüzde liberal söylemlerin nasıl bir hegemonik statüye sahip olduğunu gösteriyor. Liberalizm kutsal bir öğreti değil; velev ki kimileri için öyle bile olsa, günümüz dünyasında sıkça gündemimize gelen bu tür konularda biraz daha soğukkanlı olmak gerekiyor.
Filmin Asıl Hedefi Obama, Nişanyan Sinik
Fena halde ‘organize bir iş’ olduğu izlenimi veren ve üretilmesinin üzerinden aylar geçtikten sonra internetteki kimi İslamî forumlarda gündeme getirilmesine kadar hiç dikkat çekmeyen İslam karşıtı filmin asıl hedefinin yaklaşan ABD seçimleri ve Obama yönetimi olduğu aşikâr. Zira büyük ihtimalle İsrail lobisi (ve fundamentalist Hıristiyan gruplar) tarafından finanse edilmiş olan bu filme -biraz gecikmeli de olsa- verilen tepkiler, Amerikan medya ve kültür endüstrisince koşullandırılmış kitlelere, İsrail’i başından beri ‘yeterince’ desteklemeyen Obama’nın, elindeki devasa askerî güce rağmen, ‘Ortadoğu denen yerde sefil bir hayat yaşayan ve her fırsatta şiddete başvuran vahşi Müslümanlara’ karşı pasif kaldığını ‘göstermiş’ oldu.
Böylece, tıpkı 30 küsür yıl önce İranlı ‘saldırgan Müslümanlara’ karşı pasif kalıp girdiği ilk seçimi kaybetmiş olan Carter gibi Obama’nın da siyaseten zayıflatılması ve İsrail’e koşulsuz destek vadeden (ancak kamuoyu yoklamalarında geride görünen) rakibi Romney’nin seçim öncesi güçlü liderlik imajı vermesi hedeflendi.
Öte yandan, bu medya kampanyasının ‘gazına’ bu kadar çabuk gelen Müslüman kitlelerin irrasyonel tutumu da affedilir değildir; her ne kadar Batı’dan gelen her şeye karşı reaksiyoner davranan selefilerin bu irrasyonalitedeki katkısı azımsanamayacak derece olsa da.
Beri yanda, Sevan Nişanyan’ın her zamanki alaycı ifadesiyle ortaya koyduğu islamofobik tavrın arkasında siyasî bir hesap bulunmuyor; bunun sebebi daha ziyade sinizm. Onun her türlü kutsala umarsızca saldırmasını mümkün kılan bu kayıtsızlığın altında yatan ise, Agos’tan Rober Koptaş’ın da belirttiği gibi, sevgisizlik: Nişanyan kutsalı olan ya da metafizik âleme inanan insanları (ki bunlar dindar-Müslüman da olabilir, Kemalist de) sevmiyor; bu sevgisizliğin dışa vurumu da zaman zaman nefret dolu bir üsluba dönüşüyor.
Neticede bu sorunlu üslup malesef onun muazzam dil çalışmalarının, yakın tarihe ve Türkiye’deki siyasî sisteme dair ortaya koyduğu gayet incelikli analizlerin ve Şirince’deki orijinal işlerinin değerini azaltıyor, üzerlerini örtüp onları görünmez kılıyor. Ayrıca, yine Koptaş’ın da belirttiği gibi, bu tür saldırgan bir üslup Nişanyan’ın çok sevdiği bir şeyi, muarızlarıyla tartışma imkânını da ortadan kaldırıyor; zira fikir tartışması yerine karşılıklı ‘atışmayı’ ve nefret söylemine karşı ırkçı söylemi getiriyor, münakaşa yerine hakaretleşmeye yol açıyor ve daha geniş ölçekte de toplumsal barışı engelleyici bir iz bırakıyor.
İfade Özgürlüğü mü, Nefret Söylemi mi?
Peki, neden Nişanyan’ın alaycı fakat ince mizahtan yoksun ‘analizi’ ya da ABD’deki marjinal bir kötü filmin mesajı ifade özgürlüğü kapsamında birer saçmalık değil de nefret söylemi olarak değerlendirilsin? Kaldı ki bu iki olayda kışkırtıcı içerik ve üslubu eleştiren özgürlükçü yazarlarımız da nihaî kertede bunların ifade özgürlüğü çerçevesinde ele alınması gerektiğini vaazediyorlar. Liberal aydınlarımızın çoğu, birçok konuda olduğu gibi bu meselede de Batılı-liberal kavram ve değerlerin iç tutarlığını ve teorisi ile pratiği arasındaki farkı sorun etmeksizin onları adapte etme yanlısı. Dolayısıyla, ifade özgürlüğü gibi özünde gerçekten de erdemli olan bir değerin sınırlarını teorik-felsefî düzlemde tartışmadıkları gibi, bu sınırların Batı’daki uygulamalarının evrenselliğini de sorgulamıyorlar.
Oysa Batı’daki ifade özgürlüğü tartışmalarında özellikle uygulamaya ilişkin sorunlar çok önemli. Örneğin, Avrupalıların İngiliz prensesinin müstehcen fotoğrafları konusunda gösterdikleri ‘yasakçı’ tavır, konu İslam ve Müslümanlar olduğunda birden yumuşuyor ya da ortadan kalkıyor. Yine Breivik gibi örneklere rağmen antisemitizm konusunda gösterilen hassasiyetin binde biri İslamofobi konusunda gösterilmiyor. Buradaki çifte standart ise genelde hegemonik liberal söylem tarafından görünmez kılınıyor.
Ayrıca Batı’daki tartışmalarda liberal aydınlar sık sık Hıristiyanlığın kutsallarına da hakaret edilebildiğini bir gerekçe olarak öne sürüyor, ki bu argüman da yanlıştır; zira bir ilkeden hareket etmiyor, esasen iktidar ilişkilerinin (Kilise’nin güçsüzlüğü) ve Avrupa tarihindeki uzun ve acılı dinî baskı dönemine dair hafızanın bir sonucu olan fiili durum bir ilkenin sınırlarının tayini için dayanak yapıyor. Türkiye’deki birçok aydın ise etnik ve dinî azınlıklara (özellikle Kürtlere ve gayrımüslimlere) yönelik nefret söylemlerini haklı olarak eleştirirken dindar Müslümanlar aynı şeye maruz kaldıklarında genelde aynı hassasiyeti göstermekten kaçınıyor.
Liberal söylem açısından buradaki kritik noktalardan biri dine saldırıyla ırka saldırının iki ayrı standarda tabi olmasıdır. Bir etnik kimliği ya da ırkı aşağılamak nefret suçu kapsamına alınırken, dinlere yapılan saldırı bundan muaf tutuluyor. Aslen dünyadaki mevcut güç ilişkileriyle (genelde dinlerin ve özelde İslam dünyasının siyasî, ekonomik ve askerî zayıflığı) ile ilgili olan bu farklı muameleye ilişkin getirilebilecek tek makul savunma kişinin ırkını seçememesi, buna karşın dinini seçebiliyor oluşudur. Dolayısıyla, bireyin seçip değiştirebildiği dine karşı konumlandırılan, kişinin elinde olmadan sahip olduğu etnik kimliğine yönelik hakaret ve ayrımcılığın suç sayılması doğallaştırılıyor.
Fakat bu iddia da özünde çürüktür, zira ırk ve etnisitenin de aslında birer toplumsal inşa olduğunu, dünyada farklı ırk kategorilerinin doğal olarak varolmayıp biyo-morfolojik yelpazenin çeşitli sosyolojik faktörlerin (ki bunların en önemlileri sömürgecilik ve bizzat ırkçılıktır) etkisiyle farklı tonlarda tezahür etmiş halleri olduğu gerçeğini görmezden gelir: Etnik kimlik toplumsal inşa ise bir nevi ‘sonradan’ edinilmiş/yakıştırılmış bir niteliktir.
Şiddet şiddettir!
Ancak elbette bu ‘toplumsallık’, ırkçılığı bir suç olmaktan çıkarmaz; dinlere yönelik sembolik şiddetin nefret söylemi sayılmamasının ise tutarlı bir gerekçesi yoktur. “İfade özgürlüğü tam da duymaktan hoşlanmayacağımız şeylerin rahatça söylenebilmesidir” klişesi de sorunludur, zira bunun sınırının ne olacağı konusu keyfi olarak belirlenir. Rasyonel temelli bir toplumsal konsensüsün yerini keyfilik aldığında ise güçlü olanın arzu ve korkuları sınırları belirliyor demektir, ki bu durumun hakkaniyete uygun olmadığı açıktır.
Diğer taraftan ifade özgürlüğü kavramı aydınlarımız arasında kimi zaman sosyal hayattan kopuk, bir hayli mekanik bir tarzda algılanıyor; dolayısıyla adeta toplumsal ilişkilerden soyutlanıp kutsallaştırılıyor –zira Durkheim’ın da dikkat çektiği gibi ‘kutsal olan’ gündelik hayattan soyutlanmış, ayrıcalıklı bir konuma yerleştirilmiş olan şeydir.
Kimi aydınlarımız nezdinde ifade özgürlüğü kavramı, özellikle dine yönelik nefret söylemi söz konusu olduğunda (nasıl olsa Batı’da da dine rahatça saldırılabiliyor diyerek) her halükarda savunulması gereken bir totem (ve tabu) haline geliyor. Bu sebeple söz konusu ilkenin bir taraftan insan hakları (inancını yaşama ve geliştirme hakkı da dahil), diğer taraftan da toplumsal barış ve beraber yaşama kültürü açısından içerdiği tazammunlar genelde gözardı ediliyor.
Elbette bu, ifade özgürlüğü keyfi olarak kısıtlansın ya da savunulmasın demek değildir. Yalnızca daha az mekanik, toplumsal bağlamı ıskalamayan ve daha nazik bir üslupla, kadim felsefedeki ‘iyi yaşama’ idealini gözardı etmeksizin uygulansın demektir. Zira sembolik de olsa şiddet şiddettir!