Burcu Alkan
Britanya’da 1558-1603 yıllarını kapsayan I. Elizabeth dönemi “Altın Çağ” olarak adlandırılır. İmparatorluğun gücünün ciddi boyutlara ulaştığı bu dönem, edebiyat ve sanat alanlarında da bir Altın Çağ’a tekabül eder. Zaten edebiyat ve sanatta yaşanan yükseliş ülkenin siyasî ve ekonomik yükselişiyle doğrudan ilişkilidir. Dönemlerinin popüler kültürü sayılabilecek William Shakespeare ve Christopher Marlowe gibi oyun yazarlarının, Kraliçe’nin maddî desteği altında parlamış olması elbette tesadüf değildir. Bir yandan edebî ve sanatsal metinler Britanya’nın zenginliğinden ve gücünden paylarını almakta, bir yandan da söz konusu zenginlik ve gelişmeler metinlerin içinde kendilerine yer bulmaktadır.
Kraliçe I. Elizabeth’in kendisi de hem sembolik olarak hem de doğrudan dönemin “metin”lerinde yer alır. Mesela, 1588’de yapıldığı tahmin edilen “Armada Portresi” Altın Çağ’ın tuvale doğrudan yansımasıdır.
Bu portre klasik I. Elizabeth temsillerinin ana özelliklerini taşır. Kraliçenin kıyafetinin zengin detayları özde Britanya’nın zenginliğinin detaylarıdır. Bu resime dikkatli bakıldığında Britanya İmparatorluğu’nun “şanlı armada”sının, yani güçlü savaş gemileriyle denizler üzerindeki askerî egemenliğinin ön planda gururla sergilendiği görülür. Bu dönemde yazılmış olan Othello’nun anlattığı aşk, tutku ve kıskançlık hikâyesinin arka planında da aynı “armada” süzülmektedir. Kraliçe’nin sağ elinin altındaki minik yerküre I. Elizabeth’in dünyanın hükümdarı olarak konumlanışının net bir ifadesidir.
Dönemin edebiyatı da çoğunlukla, tıpkı bu resimde olduğu gibi, I. Elizabeth’in üzerinden emperyal gururu tasvir eder. Böylece, sarayın maddî ve manevî desteği de garantilenmiş olur. Shakespeare’in Globe Tiyatrosu saray bütçesinden de yararlanan, ortakları olan ticarî bir kurumdur ve elbette monarkın mutlu edilmesi gerekmektedir. Yine aynı dönemden Edmund Spenser’ın alegorik metni Faerie Queen de I. Elizabeth’in yüceltildiği kanon statüsündeki metinlerdendir. Bahsi geçen Faerie Queen karakterinin Elizabeth’i temsil ettiği anlatı, Orta Çağ’ın romantik kahramanlık hikâyelerinin üslubuyla yazılmış ve Britanya edebiyatında biçimsel olarak ciddi bir etki bırakmıştır. Bu metinde şövalyeler çağının ışıltısı Elizabeth döneminin ışıltısıyla eşdeğerdir.
Benzer bir ekonomik güç ve emperyal iktidar olma durumu 19. yüzyıl edebiyatında ve sanatında da dikkat çeker. Sömürgeciliğin erken dönemlerindeki ekonomik ve siyasî gücün yarattığı imkânlarla genişleyen sınırlar ve sömürgelerden merkeze akan maddî imkânlar, modernleşmenin ciddi bir hız kazandığı emperyal Britanya’nın başarısını Sanayi Devrimi ile taçlandırmış ve dünya gücü olarak yerini sağlamlaştırmıştır.
Fakat Sanayi Devrimi beraberinde tatsız gelişmeler de getirmiştir. Sanayileşme sonucunda hassas aristokrat ruhun göz zevkini bozan bir kirlenme dikkat çeker. Genişleyen kentlerle doğanın bozuluyor olması yetmiyormuş gibi, şehirlerdeki fakirlik de emperyal idealizmi kirletmektedir. Mesela, William Wylde’ın 1857’de resmettiği “Kersal Moor’dan Manchester” görünümü söz konusu “taciz”i ve bundan duyulan rahatsızlığı ortaya koyar.
Bu resimde uzaktaki fabrika bacaları ve çıkan dumanlar doğayı sinsice tehdit etmektedir. Sol köşedeki insan figürleri ise doğanın sadece küçük bir parçası olan insanoğlunun endişeyle gelişmeleri izleyişidir. Sanayileşme habis, çirkin, yıkıcı bir güç olarak resmin kompozisyonunu kontrol altına almaya başlamıştır. Ressam da sanki insanlara bu tehlikenin farkına varın demeye çalışmaktadır. Bunun yanında bir de Luke Fildes’in 1874 tarihli resmi koyulduğunda emperyal gururun yanına modernleşme ve sorunlarının yarattığı kaygıların da iliştiği görülür.
Dönemin romanlarına bakıldığında benzer temalar ön plana çıkmaktadır. İngilizlerin Romantik Gerçekçi dedikleri Charles Dickens’dan, sanayi Manchester’ının romancısı Elizabeth Gaskell’a kadar, birçok yazarın Britanya’nın zenginliğine gölge düşüren bu gerçekliklere dikkat çekmeye çalıştığı söylenebilir. Mesela, George Eliot’ın Adam Bede romanı Hayslope ile Stonyshire adlı iki kasaba üzerinden görece mutlu kırsal hayat ile fakir, sorunlu sanayi kentleri arasında karşıtlık kurar. Benzer endişelerin tezahürlerini üreten bu yazarların metinleri arasındaki tek fark, kökten birbirlerine bağlı olan sorunlardan hangisine ve nasıl bir bakış açısından yaklaştıklarındadır.
Bir yandan da imparatorluğun belkemiğini oluşturan sanayinin açtığı yaranın pansumanı olarak yine gurur duygusu ön plana çıkarılır. Eyre Crowe’un Wigan’daki işçi kadınları resmettiği çalışması bu pansuman metinlerden biridir. Crowe’un işçi kadınları hayatlarından memnundur; kentin gökyüzü, fabrika bacalarına rağmen, mavi ve açıktır. Liverpool, Manchester, Salford ve Wigan gibi kuzey şehirlerini bilen herkes gerçeğin böyle olmadığının farkındadır. Bu ayırım Eliot’ın metinleriyle Gaskell’ın metinleri arasındaki farkta da gayet nettir. Gaskell Manchester’daki yaşam şartlarını, fakirliği ve zorlukları çok iyi bilen bir yazar olarak Eliot’ın biraz romantik, biraz ahlakçı gerçekçiliğinden farklı bir çizgi çizer. Hikâyeler birbirine çok benzese de Gaskell’ın toplumcu gerçekçiliği daha kasvetli bir dünyaya dikkat çeker.
William Bell Scott’ın işçileri de yine gurur duygusunu ön plana çıkarır. Güçlü, yaptığı işte iyi ve durumundan memnun görünen İngiliz işçileri, arka plandaki kalabalık liman görüntüsünün yarattığı aktif bir ticaret zenginliği ve sol köşedeki küçük kız üzerinden kurulan duygusal gelecek göndermesi de maalesef pek gerçekçi değildir. Robert Tressell’ın Baldırıçıplak Hayırseverler romanındaki işçilerin durumu Scott’ın resmiyle uzaktan yakından alakası olmayan bir tezahürdür. 19. yüzyılın metinlerinde de idealize edilmiş gerçeklik ile toplumsal gerçeklik ayrımı sanat ve edebiyatın söylem kurulumundaki etkilerini açıkça gösterir niteliktedir.
Walter Benjamin uygarlık denen şeyin özünde barbarlığı taşıdığını vurgular. Onun dert edindiği Avrupa tarihi aynı zamanda emperyalizmin ve sömürgeciliğin de tarihidir. Aydınlanma Çağı’nın idealizmini insanoğlunun kaçınılmaz bir ilerlemesi olarak gören İngilizler, söz konusu kendi sömürgeleri olduğunda uygarlığın ve aydınlanmanın esaslarını askıya almışlardır. Bu nedenle de sıklıkla ayaklanmalarla karşılaşmışlar ve bu ayaklanmaları devlet şiddetiyle bastırmışlardır. Bunlardan belki de en önemlilerinden biri 1857 yılında Hindistan’da yaşanan ve kanlı bir şekilde bastırılan ayaklanmadır.
Edward Armitage’ın ‘cezalandırma’ ya da ‘intikam’ olarak çevrilebilecek “Retribution” isimli resmi bu ayaklanmanın bastırılmasını sembolik olarak betimler. Resimde cezalandıran tarafta Britannia, yani Britanya’yı temsil eden mitik kadın bulunmaktadır. Resimdekinin nasıl bir kadın tasviri olduğu ayrı bir sorun teşkil ederken, Hindistan gayet egzotik bir sembolizmle, Bengal kaplanıyla temsil edilmiştir. Britannia, bu vahşi, insan olmayan, çocukları ve kadınları bile öldürebilecek kadar hain canavara cezasını vermektedir. Böylece, sağ kalan masum ve savunmasız insanları da –resimde yine ürkek bir kadın olarak yerini alır– korumaktadır.
Edebiyatta Rudyard Kipling sömürgecilik konusunda emperyalist bakışın doğrudan temsilcisidir. Özellikle şiirlerinde, Doğu ve Batı ayrımını; Batı’nın, çoğu zaman boşuna olduğunu bile bile ve Doğu’nun kendisine rağmen, Doğu’yu “uygarlaştırmak” için uğraştığını anlatır. Onun için Asyalıları eğitmek “Beyaz Adam”ın üzerindeki ağır yüktür.
I. Dünya Savaşıyla birlikte emperyal zihniyet ciddi bir yara alır. Ülke savaştan galip çıkmıştır, ama yaşanan yıkım kritik boyuttadır. Bunu takip eden Büyük Ekonomik Buhran ise Britanya’nın ekonomik gücünün sarsılabileceğini göstermiştir. Bu dönemin ressamlarından L.S. Lowry’nin kuzey İngiltere ve işçi sınıfı tasvirleri bir önceki yüzyıldan büyük farklarla ayrılır. Onun sanayi kentleri kirli, karanlık, kasvetli; insanları ise silik, sinik, bireylerin dikkat çekmediği kalabalıklardır. Bir bakıma daha gerçekçi olan bu tasvirler aynı zamanda Modernist hareketi de şekillendiren travmaların vücut bulmuş halidir. Onun insanları dünyanın yükünü omuzlarında taşıyan ve o yükten dolayı çökmüş insanlardır.
Bu depresif gerçeklik savaş dönemi metinlerinde de dikkat çeker. I. Dünya Savaşı şiirleri kahramanlık şiirlerinin yanında sefaletin ve cefanın da şiirlerini içerir. John McCrae’nin “Flanders Tarlaları” da, Isaac Rosenberg’in “Ölü Adamın Çöplüğü” de aynı savaşın şiirleridir. İlkinde Britanya gazilerinin ve kahramanlıklarının sembolü olmuş gelincik çiçeği açarken, ikincisinde çamur, kan ve ceset parçalarından oluşan bir imge dünyası baskındır.
Buna benzer karşılaştırmalı örnekler çoğaltılabilir ve çoğaltılmalıdır. Edebî ve sanatsal metinlerin kendilerine özgü bir gerçeklik olgusuna sahip olduğu göz önünde bulundurulduğunda, disiplinlerarası paralel okumaların bütünlükçü bir tarih anlayışı kurmada ne kadar değerli ve gerekli olduğu açık. İdeolojiler söylem kurulumu aşamasında popüler kültürü de, yüksek tabir edilen seçkinci kültürü de aynı rahatlıkla kullanabilmektedir. Bu yüzden, örneklerle verilen türden analitik, eleştirel ve karşılaştırmalı okumalar toplumsal tarihi anlamada zenginleştirici bir etki yaratır. Bireyleri çevreleyen hayatı ve onu temsil eden sanatsal ve edebî üretimi var olduğu anlamlar ağı içinde değerlendirmek göz ardı edilemez bir önem taşımaktadır. Ancak bu şekilde değişime yönelik bilgi üretimi mümkün olacaktır.