Nihat Kentel
Uluslararası pazarlar, 2008-2009 malî krizinden bu yana garip ve oldukça yeni bir hastalığın belirtilerini göstermeye başladı. Yaklaşık dört yılda çok net olarak ortaya çıkan o ki, içinde kendimizi hergün yeniden ürettiğimiz ve varolma mücadelesi verdiğimiz toplumsal kurulumun pazarları oksijen çadırı benzeri müdaheleler olmadan ayakta duramıyor. Sürekli artan özel ve kamusal borçlanma olmadan yeterli talep ve dolayısıyla sermaye birikimi oluşamıyor. Büyümeye mahkûm kapitalist ekonomi, yaratıcılarının muhayyilesini zorlayan yeni yeni parasal kaynaklar yaratmak zorunda kalıyor.
Parasal kaynakların oluşturulması Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığı gibi kamu kurumlarının ana görevi haline geldi. Pazarların artı değer üretme kapasitesi bu kurumların müdahelesi sonucu yaratılan sınırsız parasal kaynaklara bağımlı. Bu kaynaklar kesildiği an, örneğin birçok Güney Avrupa ekonomisinin çökeceği gün gibi ortaya çıktı.
Merkez Bankaları‘nın neoliberalizm döneminin başından bu yana artan hegemonik gücü bu son krizden sonra ciddi olarak ön plana çıktı. Halkın az buçuk söz sahibi olduğu hükümet ve meclislerin denetiminden uzaklaştırılmış olan Merkez Bankası neoliberalizm döneminde monetarist ekonomi politikasının en önemli karar alıcısı olageldi. Yıllardan beri ABD‘nin ekonomi politikası hemen hemen tümüyle Merkez Bankası FED’in aldığı faiz kararlarına ve tahvil alımlarına dayandırıldı. Bunun en son örneği Avrupa Merkez Bankası’nın, krizdeki AVRO ülkelerini kurtarmak adına, sınırsız tahvil alım kararıyla, kendi yönetmeliğini ve AB normlarını ve yasalarını da çiğnemek pahasına, halkın hiçbir biçimde katılmadığı bir süreci başlatması oldu.
Dünya kapitalist sistemi 1970’li yıllarda dönüşüme uğradı. O ana kadar serbest piyasa kapitalizminin ülke sınırları içinde görece engelsiz gelişimi olanaklı iken, bu sınırların kaldırılması ve ihracatın desteklenmesi aşamasına, yani uluslararasılaşmaya (belki de bir zorunluluk olarak) geçildi. Serbest piyasa şiarı göklere çıkarılırken, devletin o ana kadar olandan farklı bir nitelikle ön plana çıktığı bir büyüme stratejisine geçildi. Bu yüzden de devletin işletmeci olarak önemi azalırken, rant yaratıcı olarak önemi arttı. İşletmelerin elde ettiği artı değer devlet kurumlarının yaratacağı malî kaynaklara bağlı olunca da, devlet pazarların hamiliğini üstleniverdi. Oysa neoklasik ekonomik anlayışın hesabına göre, serbest rekabet koşullarında ekonomik büyümenin ve refahın azami düzeyde artacağı, bunun tersi durumda da, yani pazarların devlet kontrolü altında olduğu totalitarizm koşullarında, pazarın yanlış kaynak tahsisinden dolayı refah düzeyinin düşeceği ya da görece düşük kalacağı öngörülür.
1980‘ler başından beri Özal ile tanıklığını yaptığımız, uluslararası bölüşümde IMF, Batı’da ise Reagan ve Thatcher ile ortaya çıkan neoliberalizm, o günden bu güne devlet ekonomi yönetimlerinin pazarda yaratılan artı değer için ne denli önemli olduğunu keşfetti. Yerel pazarlar uluslararası pazar dengelerini kendi lehlerine çevirmek için artan bir biçimde devletin desteğini yanlarına aldılar.
Devlet pazardaki artı değer yaratma ve sermaye birikimi sürecine müdahil olmaya başlayınca, “ne kadar çok serbest rekabet, o kadar çok refah ve büyüme” hikâyesi de artık geçmişte kalan bir masala dönüştü. Tam tersine devletin yoğun müdahelesi, dünyadaki diğer pazarlardan her zaman daha fazla ve hızlı sermaye birikimine muhtaç olan ülkelerde (Çin, Brezilya, Rusya, Hindistan, Güney Afrika) rekabet, zarar vermediği sürece izin verilen bir şey oldu. Neoklasik iktisadın rekabet ile büyüme arasında kurduğu gönül bağı pratik olarak kopmuş oldu.
Sermaye birikimi mi? Servet birikimi mi?
Günümüzde sermaye birikiminin biçiminde önemli farklılıklar gözlemliyoruz. Pazar aktörlerinin sıradan davranışları, yani üretim ve ticaret süreçlerinde oluşan sermaye birikimi, yerini devletin yoğun müdahelelerde bulunduğu bir servet devşirmeye dönüştü. Çağdaş kapitalizm işçi sınıfının bile sömürüsünde alışageldiğimiz üretim ve artı değer yaratma yöntemini neredeyse hakir görmeye başladı. Sermaye birikimi artık servet birikimi biçimine büründü ve kumarhane tarzı oyunlarıyla kendi dışındakilerin yoksullaşmasına dayanan bir süreç haline geldi. Devlet erki oynadığı rol itibariyle bu tür servet devşirilmesinde sahip olduğu güç ile vazgeçilmez bir öneme sahip oldu.
Bilgisayar ekranları önünde yalnızca birkaç tıkla gerçekleştirilen varlık artışları, pazar mekanizmasının toplumsal ekonomik artığın dağıtımındaki rolünün artık ortadan kalktığını düşündürüyor. Eğer bazı katılımcılar malî piyasalar sayesinde ürettiklerinden çok daha fazla alıyorsa ve toplumların %1’i yaratılan artığın %20’sine el koyabiliyorsa, o zaman bu dağıtım, pazarın kendi mantığı içinde gerçekleşiyor olamaz. Sermaye birikimi ve varlıklardaki artışlar pazarın işletmelere sunduğu kazanç ve kâr olgularından gittikçe kopmakta, oluşan yeni toplumsal hegemonyalar bu varlıkların artışında sıradan pazar aktörlerinin rollerini çalmakta.
Üretim ve pazarlama süreçlerinden geçen sermaye birikimi yerini artık bugün devletin malî desteği ile oluşan servet birikimine bıraktı.
Başkanlık sistemine giden yol
Uluslararası zorunlu işbölümü yerel ekonomilerin bir zamanlar sahip olduğu görece daha dengeli yapılarının gitgide bozulmasına, dış belirleyenlerin etkisiyle oluşan istikrarsızlaşma eğilimi pazarı kollayıp koruyan bir yapıya ihtiyaç duyulmasına yol açtı. Devletlerin kendi hayatiyetlerini de doğrudan ilgilendiren, vergi geliri kaynağı pazarlar üzerindeki tahakkümü pazar aktörleri tarafından da memnuniyetle kabul edildi. Bizlerin serbest sandığı pazarlar devletin ve teknokratların “optimize” ettiği, çağdaş terimle söylemek gerekirse “disipline” ettiği alanlar haline geldi. Neoliberal ekonomi yönetimleri, kendi söylemleriyle çelişkiye düşmek pahasına, halka çaktırmadan, artı değer ve sermaye birikiminin pazarların özgür keyfiyetine bırakılamıyacak kadar ciddi olduğunu keşfetti. Totalitarizm arttıkça kârların arttığı ortaya çıktı.
Malî piyasaların son yıllardaki gemi azıya almış gelişimi de, devlet ve onun teknokratları tarafından yapılan müdahelelerinin artmasını hazırlayan önemli bir başka gelişme oldu. Neoliberal kapitalizm malî piyasaları servet birikim odakları olarak keşfettiğinden bu yana toplumsal kaynakları kontrol eden devletin rolü daha da arttı. Bununla birlikte dünya çapında malî sektörün içine girdiği son krizi atlatmak için harekete geçirilen kaynaklar gelişmiş kapitalist ülkelerin gayri safi millî haslılaları ile karşılayamayacağı boyutlara vardı. İçinde yaşadığımız kriz, malî piyasaların yeniden şişirilmesi pahasına devletlerin bugüne kadar görülmemiş oranlardaki borçlanmasıyla 2008’den bu yana ötelenip duruyor. Çözüme yönelik umutsuz çabalar dünyada para edebilecek bütün değerlerin pazarlara aktarılmasını gerektiriyor. Bu, doğrudan demokratik alanların da talanı anlamına geliyor, çünkü çözüme giden yolu tıkayabilecek hiçbir engele tahammül kalmadı ve devlet baskıcı yüzünü her geçen gün daha açık bir biçimde gösteriyor.
İşletmeci niteliğini kaybeden kamunun toplumsal artığın içinden çıkaracağı vergi gelirlerine olan bağımlılığı da devlet müdahelelerinin ardındaki önemli nedenlerden biri oldu. Devlet bütçelerinin millî gelir ve buradan kaynaklanan vergi gelirlerine olan duyarlılığı, bir madde bağımlısının her geçen gün artan orandaki bir miktara ihtiyaç duymasına benziyor. Toplumsal ekonomik büyüme yalnızca birkaç puan düştüğünde devletlerin bütçeleri iflas tehlikesi yaşıyor. Pazarda yaratılan rantlar yalnızca pazar aktörleri için değil, aynı zamanda bu ranttan vergi yoluyla nemalanan devlet için de hayatî bir öneme sahip hale geldi.
Devletler, pazarda yaratılan kazançların belli bir kısmının vergiye dönüşmesi ile ancak ayakta kalabilirken, şiddetlenen uluslararası rekabet bireylerin ve işletmelerin daha düşük oranda vergi ödemesini ve daha büyük bir kısmını ise yatırım olarak pazara geri döndürmesini gerektiriyor. Devlet ile pazar arasında oluşan bu gelir çelişkisinin optimum bir biçimde çözümlenmesi gereği, devleti sosyal harcamaları kısmaya zorluyor. Devletin koruyucu şemsiyesi dışına çıkarılmış olmak, batı kapitalist ülkelerde, neoliberlizmin düşük gelirli halk katmanlarına indirdiği en önemli darbedir. Bu politika gelir dağılımını bozduğu gibi, denetimi zorlaşan yeni alt tabakalar yarattı. “Sorunlu” halk kesimleri, devletin artan totalitarizminin de başlıca gerekçelerinden biri oldu.
Yaklaşık kırk yıllık neoliberalizm deneyimimiz bize devletlerin serbestleştirme vaad ettikleri pazarlara nasıl müdahale ettiğinin kanıtlarıyla dolu. Deregülasyonla pazarların dizginleri gevşetildi, özelleştirmelerle halka ait olan mallar halka sormadan satılarak pazara kaynak aktarıldı, en sonunda küreselleşme adı altında yerel ekonomilerin elde ettiği bütün kazanımlar uluslararası kâr transferlerine kurban edildi. Şimdi de meclisleri tarafından az buçuk temsil edilen halk bu yeni kurulumun tamamen dışına çekiliyor, onun yerini başkanlık sistemi içinde varolan yürütme erkinin verdiği kararların altyapısını hazırlayan teknokratlar ve “think tank” kuruluşları alıyor.
Başkanlık Sistemi arayışları, geleceği hakkında tasaruflarda bulunduğu halkına karşı sorumluluğu bulunmayan Merkez Bankası ve benzeri kurumların aldığı kararların arkasındaki devlet desteğini arttırma amaçlıdır. Merkez Bankası’nın elini serbestleştirmektir.
Başkanlık Sistemi, aynı zamanda, hızlı karar almanın altyapısıdır. Pazarlara etkin müdahele edebilmektir. Belli ki, Türkiye‘nin uluslararası kapitalist sistem içinde rakipleriyle arasındaki görece avantajlı konumunu kaybetmeye tahammülü yoktur ve iktidarı temsil edenlerin de belirttiği gibi yıllarca “oyalanılmıştır” ve ülkenin “kaybedecek vakti” yoktur. Oysa Başkanlık Sistemi‘nin demokratik bir ekonomi yönetimi ile ilgisi olmadığını gayet iyi biliyoruz. Halkın hayatını bu denli yoğun etkisi altına alan “para arzı”nın denetimi para piyasalarında servet biriktirme yarışındaki aktörlere ve Merkez Bankaları’na bırakılamıyacak kadar halkın hayatını doğrudan ilgilendiren bir konudur.