Mahmut Konuk
“Gidelim ağabey !.. Buradan Yerevan’a gidelim. Gündüzleri mağaralarda, dağların kuytuluk yerlerinde saklanır, geceleri ıssız yerlerden yol alarak gider, kendimizi kurtarırız… Koyunları da sahiplerine götürme şansımız yok. Onları da yanımızda götürür, kendimize sermaye yaparız…” diyordu Xaçik.
“Ben karımı ve çocuklarımı almadan hiçbir yere gitmem, gidemem…” diyordu Vartan.
“Adamın dediklerini duymadın mı Ağabey? Seni gördükleri yerde öldürürler. Kürtler kadınları ve çocukları korur. Gel biz buradan kendimizi Yerevan’a atalım. Sonra ortalık durulunca bir yolunu bulur, karını ve çocuklarını da aldırırız…”
Günlerden beri dağ başlarından, yüksek çayırlardan, sulak vadilerden dolana dolana koyunların arkasından yürüyerek gelmişlerdi. İki kardeş Van’dan aldıkları 1500 civarında koyunu otlaklarda besleyerek Diyarbakır’daki yeni sahiplerine götürecek, karşılığında çobanlık ücretlerini alacaklardı. Yola çıktıklarında Nisan’ın ortalarıydı. Şimdi Mayıs ayında idiler. Günlerce tanıdık bir insana rastlamadan koyunların arkasından dolana dolana yol almışlardı. Van’dan çıkarken yanlarına aldıkları azık tükenmiş, ot kökleri ve koyunlardan sağdıkları taze sütle beslenmiş, bazen bir kuzu kesip yemişlerdi. Yağmurda, ayazda koyunlarıyla birlikte mağaralara sığınmış, mağara bulamadıklarında “kulav”larının(keçe) içine kıvrılıp çoban köpeklerinin bekçiliğinde uyumuşlardı.
Nihayet Tıtwan’la Belis (Tatvan’la Bitlis) arasında, Deşt a Rewa’da (Rahva Düzü’nde) bir Han’a gelmiş, geceyi orda geçirmişledi.
Günlerden beri ilk defa mideleri sıcak bir çorba, sırtları da rahat bir döşek görmüştü.
Sabah neşe içinde kahvaltı yapıp yola çıkmaya hazırlanırken onları gören baba dostları bir Kürt yanlarına yanaşıp öfkeyle konuşmuştu:
– Siz Hoste Murad’ın (Murad Usta’nın) çocukları Vartan ve Xaçik değil misiniz?
– Evet!
– Ne işiniz var burada? Ecelinize mi susadınız siz?
– Niye biz ne yaptık ki ?
– Sizin bir şeyden haberiniz yok mu?
– Hangi şeyden haberimiz olacak?
Adam iki kardeşin dünyadan bihaber olduklarını o zaman anlamıştı. Sesindeki öfke acıma ve telaşa dönmüştü:
– Ermeni’lerin ‘ferman’ı çıkmış, görüldükleri yerde öldürülüyorlar. Sizi tanıyan başkalarıyla da karşılaşmadan buralardan kaçın, kurtarın kendinizi…
İki kardeş donup kalmıştı. Kendini ilk toparlayan küçük kardeş Xaçik olmuştu. Henüz 19 yaşında, bekâr, gözüpek bir delikanlıydı.
– Buradan dağlara, ıssız vadilere vurup Yerevan’a ulaşalım…
Vartan’ın ise aklı evinde kalmıştı. Karısı Nergiz dünyanın en güzel kadınıydı. Nur topu gibi iki de oğlu vardı. Onları bırakıp nereye gidebilirdi ?
İki kardeşin yolu orada ayrılmıştı.
Xaçik, koyunları ve çoban köpekleriyle kuzeye, Yerevan’a doğru dağlara vurmuş, Vartan ise batıya, Bitlis dağlarına doğru yola çıkmıştı.
Günlerce yol alıp kimselere görünmeden nihayet Zoq (Garzan) Kazası’na, evine gelmişti.
Yol boyunca gördüğü dehşet manzaralarından, ceset kokusundan doğru dürüst bir şey yiyememişti. Dereler, derin vadiler ağzına kadar ceset doluydu. Yaşlı erkekler, kadınlar, çocuklar… “Göç ettirme” adı altında önlerine kattıkları Ermeni ahaliyi askerler, Hamidiye Alayı süvarileri bir konaktan ötekine giderken “uygun” yerlerde uçurumlardan yuvarlayıp katletmişti.
Ama artık evinde, karısının ve çocuklarının yanındaydı.
Günlerce saklanıp çeşitli planlar yapmasına rağmen onları alıp kaçacak bir fırsat bulamamıştı.
Sonunda ihbar üzerine evini basan askerler onu bulmuş, oracıkta infaz etmişlerdi. Karısına dokunmamışlar, ama çocuklarını alıp götürmüşlerdi.
O esnada eve gelen Zoq Beyi Cemil Beg Nergiz’e, “Benimle evlen” diyordu.
O bölgede, Zoq Kazası’nda katliamı askerler yapmış, Kürtler bu katliama karışmamıştı, ama daha öldürülen Ermeni erkeklerin cesedi soğumamışken, cenazeler gömülmemişken, malları ve kadınları paylaşmışlardı.
Nergiz, Kaza’nın en güzel kadınıydı. Hemen oracıkta bittiğine göre demek ki Cemil Beg’in gözü uzun süredir Nergiz’de idi.
Nergiz, Cemil Beg’in teklifine yaşlı gözlerle, askerler tarafından götürülen oğullarını işaret edip “Onları kurtarırsan seninle evlenirim, yoksa bu dünyada benim de yaşamamın bir anlamı kalmayacak” demişti. Askerlerin peşinden koşturan Cemil Beg, “Onları nereye götürüyorsunuz?” diye sormuştu.
– Bir kuytuya götürüp öldüreceğiz, ne yapacağız?
– Onları bana verin, ben öldüreyim, o sevaba ben gireyim.
Askerler çocukları ona bırakmıştı. Koca Zoq Beyi yalan mı söyleyecekti?
Samuel 4,5 yaşında, Xosrof 3 yaşındaydı.
Nergiz ve çocukları için Cemil Beg’in kasrında yeni bir hayat başlamıştı. Kendisi Müslüman olmuş, çocukların adını da değiştirmişlerdi. Bundan böyle Samuel “Ali”, Xosrof da “Abdurrahman” idi.
Birkaç ay sonra bir gün askerler Cemil Beg’in kasrına yönelmişti. “Cemil Bey Ermeni tohumlarını evinde besliyor” diye ihbar edilmişti.
Cemil Beg’in gelini Sêvê telaşla çocukları saklayacak bir yer bakınır. Samanlığı aklından geçirir, çocuklar samanların arasında boğulur diye vazgeçer. Yüklük, yatakların arası, kewar (zahire deposu) gibi seçenekleri de aynı düşünceyle bertaraf eder. Mkeb’in (yazın yiyecekler ekşimesin diye üzerlerine kapatılan sele) altına saklamayı düşünürken askerlerin ayak seslerinin duyulmasıyla son anda çocukları eteklerinin altına alır. Arama bitinceye kadar ayakta dikilir. Çocuklar da ses çıkarmaz. Onun daha önce saklamayı aklından geçirdiği her yeri askerler süngüleriyle delik deşik etmiştir.
Çocuklar şans eseri hayatta kalır. Cemil Beg’in kasrında büyürler, ama üvey evlat, hatta yanaşma-köle olarak.
Küçük yaşta çobanlıktan ot biçmeye, odun kesmekten hamallığa, ameleliğe her işi yaparlar. Cemil Beg öldükten sonra büyük oğlu, Cemil Beg’in mirasından yararlanmasınlar diye mahkemeye verir. “Bunlar Cemil Bey’in çocukları değil, kasrında misafirdir” diye. Artık soyadları KONUK’tur.
Samuel (Ali) bir meslek edinemez, serbest amelelikle geçer hayatı. Demiryolu inşaatında çalışırken bir zabitin attığı tokatla 20’li yaşlarında bir gözü kör olur. İkinci gözünü de 40’lı yaşlarında kaybeder.
İkinci Dünya Savaşı yılları kıtlık yıllarıdır. Ğela dedikleri bu büyük kıtlıkta insanlar yiyecek ekmek bulamaz. Ot kökleri ile beslenir, ağaç kabuklarını öğütüp pişirerek çocuklarına ekmek diye yedirirler.
Ali, karısının zorlamasıyla kıtlık yıllarını geçirmek üzere Midyat’taki halasının yanına sığınır. Halası Hanna’nın farklı ve trajik bir öyküsü vardır. Rıdwan’da öğretmen olan kocası gözlerinin önünde katledilince yedi aylık bebeğini düşürür. Yıllarca iç içe, kardeşçe yaşadıkları Kürtler onları öldürmeye katılmaz, ama malları ve kadınları aralarında paylaşmaları Hanna’yı ömür boyu Kürtlerden nefret ettirmiştir. Asıl adı da Hanna değildir zaten, Êwan’dır. Yaşadığı vahşet ve çocuğunu düşürmesiyle birlikte bir dakika bile Kürtler’in arasında kalmama düşüncesiyle, kanamalı haliyle dağ-bayır güneye doğru yol alırken yolda yakalanır. Aylarca köle muamelesi gördükten sonra bir yolunu bulup Midyat’a, o sıralar uluslararası korumaya alınan Süryani Deyrul Zahferan Kilisesi’ne sığınır. Adı da orada değişir, “Hanna” olur. Ebil Hat adında bir Süryani ile evlenir.
Xosrof (Abdurrahman) kıtlıkta da halası Hanna’ya gitmez. “Ne işi var o kafirin yanında?” Hem durumu da fena değildir, kimseye muhtaç olmadan kıtlık yıllarını atlatır. (Ailesinden, sülalesinden söz edilmesine çok sinirlenir, bağırır, çağırır, hakaretler yağdırırdı. Sadece bir gün, ben 13-14 yaşlarındayken dükkânda yalnız olduğumuzda “Baba biz kimlerdeniz? Soyumuz sopumuz nereden geliyor?” diye sorduğumda, ilk ve son defa sevecenlikle üzerime eğilip “Lawo em ji mala Êğo ne, ji mala êğoyê mirzo gênco ne” (Oğlum, biz Êğogillerdeniz, Mirzo-gênco’ların Êğogilleri” diye yanıt vermişti. Dedemin adı Vartan, onun babası Murad, Murad’ın babası Êğo, Êğo’nun babası Mirzo, Mirzo’nun babası Gênco…)
Xosrof (Abdurrahman) küçük yaşta bir meslek edinir. Kendi başına kasaplık yapmaya başlar. Abisi Ali’ye göre durumu iyidir. Esnaflık iyi para getirir, ama mal-mülk edinmez. Belki de dedelerinin mal-mülkünün başına gelenler bilinçaltına bir korku olarak yerleşmiştir.
Ali’nin çocukları en fazla ilkokulu okur. Onlar da kâh amelelik, kâh Çukurova’da pamuk tarlalarında mevsimlik işçilik yaparak hayatlarını kazanır. İkisi daha sonra şoförlük mesleğini edinir.
Abdurrahman çocuklarını (erkekleri) bölgedeki olanaklar ölçüsünde okutur. Biri Sağlık Memuru olur.
Kürdistan’da (Ermeniler’den temizlenmiş topraklarda) 1970’li yılların ikinci yarısı toplumsal uyanışın güçlü olduğu yıllardır.
“Konuk” ailesinin (Ali ve Abdurrahman’ın) çocukları da bu uyanışın içinde siyasal duruş sahibidir. Her ne kadar “Ermeni asıllı” olduklarını bilseler de, kendilerini “Kürt” olarak görmektedirler. Zaten anne tarafları Kürt olup baba tarafları küçük yaşta Müslüman-Kürtleşmiştir. Babaları bile tek kelime Ermenice bilmemektedir.
Bir gün, 78 yılında, ilçedeki Siyasî Polis derneğe giden 14-15 yaşlarındaki birkaç çocuğa yanaşıp “Ben sizi araştırdım. Sizler temiz aile çocuklarısınız. İyi niyetlisiniz, ‘Kürtçülük’ yaptığınızı zannediyorsunuz, ama sizin liderlerinizin amacı farklı, onlar Ermeni” der. Çocuklar da gelip Konuk’lara sorar; “Siz Ermeni misiniz?”
Anlaşılır ki devlet onları “Ermeni” olarak izlemektedir.
2000’li yıllarda bu kez başka bir yerde, ülkücü internet sitelerinde, liste halinde “Hepsi Ermeni” başlığı altında isimlerini görürler.
Şimdi bile google’da “Mahmut Konuk-Kurtalan” diye yazınca karşınızda ülkücü internet sitelerinde teşhir edilen 300 kişilik listede 5. sırada Ahmet KONUK, 65. sırada Mahmut KONUK ismini görürsünüz. Sabri KONUK, Necat YILMAZ, Zeki YILMAZ, Hakim YILMAZ da bu aileden listede adı olan kişilerdir.
Bu arada 1915’in Mayıs ayında Rahva Düzü’nde ağbisi Vartan’la yolları ayrılan Xaçik ne mi oldu?
Xaçik dediğini yaptı. Önündeki koyunlarla beraber gündüz mağaralarda, dağların kuytuluklarında saklanıp geceleri yol alarak Yerevan’a ulaştı. Koyunları kendine sermaye yaptı. Orada evlendi, çocukları oldu. Yengesi Nergiz ve çocuklarının izini buldu, gizli gizli mektuplaştı. Ta ki bizim “solcu”larımızın da “devrim” dediği 1960 darbesine kadar. 27 Mayıs darbesi gayrımüslimlere, Kürtlere yeni bir baskı ve korku dalgası yarattı. Bu baskı ve korku dalgasında Nergiz ve çocukları Xaçik Amca’dan ve çocuklarından gelen mektupları, adresleri imha eder. Zincir yeniden kopar.
Son duyumlarımıza göre Xaçik’in bir oğlu kasaplık yapmış, o kasap oğlunun bir oğlu da Yerevan’da buradaki sağlık memurluğuna denk bir meslek edinmiş. Adı Kevork Muradian olan bu torun Vartan’ın Samuel’den olma torunu Ömer’e ikiz kardeşi gibi tıpatıp benzemekteymiş!