Ahmet Turan Köksal
Söz konusu olan, bir cinayet, evet. Kurbanları ise kent parçası, belki de tüm şehir, planlama yaklaşımları, dinî binalar, kamu binaları, konutlar ve bilumum mimarî değerler. Cinayet aletlerinden biri, bilinçli olarak kimliksizleştirilen, sıradanlaştırılmış ve tasarlanmaktan nasibini almamış betonarme camiler.
Camiler, artık bir mimarî tasarım öğesi olup şehri tanımlayan unsurlar olmaktan çıkmıştır. Hatta bir iktidar göstergesi olmayı da çoktan geçmiştir. “Osmanlı-Selçuklu kırması, mimarî mirasımız” gibi bir genel kabul ile sıvanmıştır. Artık cami meselesi, bir birey için, taraftarı olduğu görüşün, siyasî düşüncenin temel parçasıdır. Dindar olanın, dindar olduğu için değil, dindar olmayanın da, dinî vecibelerine bağlı olmadığından değil, bir şekilde kafasında oturttuğu fabrika ayarı bir görüşü olduğundan, mesele tartışmaya açılamaz.
Camilerimiz için mantıklı ve tasarlanmış bir orta yol yok gibidir. Yakın vadede bir kabulün sağlanacağı, bu meselenin çözülmüş şekilde gündemden düşmeyeceği de ortada.
Yeni yapılan camiler kime ne ifade eder, kimler duruma nasıl hâkim olmak ister, cami nasıl yapılır yaptırılır, yanlış bilinenler nedir, aktörler kimlerdir?
İşte basit bir özet…
Cami yaptırma ve yaşatma dernekleri
Bu dernekler sivil toplum kuruluşu olarak görür kendilerini. Amaçları cami yapmaktır. Bir yere caminin yapılması konusunda ihtiyacın olup olmadığı gibi kararları kendi başlarına alırlar. “Ahali istiyor, ihtiyaç var, geçen bayram dışarıda namaz kılanlar oldu”, yeterli bir argümandır. Ancak vakit namazları sırasında caminin ne kadar boş olduğunun hesabı yapılmaz.
Dernek ne kadar çok üyeye sahipse o kadar güçlü olabilir. Bu dernekler tabii ki siyasîdir. Seçim zamanlarında etkilerinin olmadığı söylenemez. Derneğin çalışanlarının davranışları tipiktir: Şu kadar ton demir gider, kalıpçı usta bize bunu şu kadara yapar, hazır betonu şundan yardımla alabiliriz, çinko işini biri hibe etse ne iyi olur… Bu masraflar yardımlarla, sevap işlemek üzere verildiği için çok ciddi bir sorumluluk getirir. Onlar da farkındadır ve emeklerini bu yolda harcamaya hazırdır. Cami ortaya çıkınca da onulmaz bir haz duyarlar. Daha da fazla yardım toplamak için çabalarlar.
Peki tasarım, cami formu, şekil şemal; bunlarla kim ilgilenecek? Evet, bunlar için de oturup kendi aralarında tartıştıkları, çözüm bulmak için çabaladıkları görülmüştür. Ana konu; kaç minare olacak, her birinde kaç şerefe olacak ve kubbenin çapı kaç metre olacak başlıklarıyla sınırlıdır. Birisi dört minare olsun dedi mi, üçer şerefe diye tutturdu mu, “Ya parasını sen ver ya da bul” derler. O da bulursa yapar. Sırf sevap kazanmak için büyük, hatta gereğinden büyük olsun diye çabalar.
Bunları, dernekleri ya da üyelerini kötülemek için anlatmadık. Belki de biliyorsunuz olan biteni. Buradaki tekil amaç, bina yapımı. Bina yapmak, ortaya bir kütle çıkartmak. Şu kadar çaplı kubbe olması, minarelerinin sayısı ve yüksekliğinin etraftaki camilerden fazla olması… Kısacası, güç gösterisi. Bu işler çokça ruhanî olması gerekirken, tam tersi “Şunun ucundan bir tasarlayalım” dediğinizde kavga çıkartılacak kadar mahrem görülmektedir. Dernek, tasarıma ve kararlara kimseyi karıştırmaz.
Güzel bir örnek: Trabzon müftüsü, Giresun’da yapılmış, farklı bir tasarıma sahip camiyi “Cami, cami gibi olur” diye burun kıvırarak beğenmediğini beyan edebilmektedir. Ona verseniz, tasarlayacak ve özgün bir şey ortaya koyabilecek sanki.
Dernekler de aslında bu konuda bir cinayet aleti olarak çalışıyor. Belki de en saf ve iyi niyetle, daha büyük cami yaparak Allah rızasını daha çok kazanacaklarını sanarak…
Mimar ve tasarımcı
12 Eylül sonrası ve belki daha öncesinde genel olarak Mimarlık Fakültelerinde cami projesi yaptırılmazdı. Mimarlık Tarihi derslerinde Mimar Sinan’ı öğrenirdik, ama cami tasarımı konusunda açılımlar yapılmaz, bir öğreti ortaya konmazdı. Böyle olduğundan, dernekler meydanı boş bularak cami konusunda kendi başlarına takılmakta haklı durumda oluverdi.
Az da olsa iyi örnekler verilmiştir yine de. Heybeliada Camii ve heykeltıraş Hakkı Atamulu’nun eseri Derinkuyu Park Camii. Bir de Malatya Darende’de güzel bir cami var. Türkiye’deki yaklaşık 88.000 caminin 14.000’i 1950 öncesinde yapılmış. Geri kalan 74.000 camiden iyi örnek olarak beş altı tane sayabiliyorsak, durumun vahameti bellidir.
Yakın tarihi biraz deşenler bilir, Vedat Dalokay’ın bir yarışma ile kazandığı Kocatepe Camii’nin projesi çizilmiş, hatta temelleri de atılmıştır. Sonra ne olduysa, onun yerine (şu anki kötü örnek) Hüsrev Tayla’nın projesi yaptırılmıştır. Altında kocaman bir market de vardır bu betonarmeden klasik Osmanlı tarzındaki binanın.
Özetle, cami tasarlamak, kabul ettirmek, sonra uygulamak, ötekileştirme konusunda her türlü imkân sağlanan bir toplumda ve ortamda, çok zordur.
Derinkuyu Park Camii. Heykeltıraş Hakkı Atamulu, Paris’te Picasso ile birlikte sanat çalışmaları yapmış, sonra doğduğu kasabaya dönüp belediye başkanı olmuş idealist biridir. Belediye başkanlığı döneminde bu camiyi yapmıştır. Mimar olması gerekmez, bu yapıtı Türkiye’deki en iyi örneklerin başında gelir. Cami uzun süre sevilmemiş, garipsenmiş, ama artık kabullenilmiştir.
Modern cami
Türkiye’de modern denebilecek cami örnekleri yukarıda en iyilerini saydığımız olanlardan gayrı yirmiyi geçmez. Bunun yanında modern cami yapacağım diye uzay formları deneyenler de vardır. Öyle kötü sonuçlar ortaya çıkmıştır ki, bu uzaylılar “cami gibi cami” olmalı diyenlerin ekmeğine yağ sürmektedir.
Camide form ve orantı, tabiatıyla çok önemlidir. Sadece farklı bir minare yapmak, sadece kubbeyi yamultmak, modern cami tasarımı yapmak değildir. Zaten zor olan da budur.
Kınalıada’nın tek camii. Mimarı Turhan Uyaroglu, 1964. Belki de İstanbul’un en iyilerinden.
Mimar Sinan
En büyük suçlu hassa mimarımız olsa gerek. Mimar Sinan’ın mezarı 1935 yılında Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan’ın da içinde bulunduğu bir ekip tarafından kazılmıştır. Sonra kafatası pergellerle filan ölçülmüştür. Ohhh yaşasın! Türk kafatası normlarına uygun bulunmuştur! Yani Mimar Sinan Türk’tür!
Kafatasının neresi ölçülüyorsa, çıkan sonuçlar uygun bulunmuş olmasa Selimiye değersiz, Süleymaniye taş yığını ve belki de Rüstempaşa Camii ufak olduğundan gereksiz bulunacaktı. Nereden mi biliyoruz? Geç dönem Osmanlı Sarayları’nın hassa mimarları Ermeni ailesi Balyanların isimleri çok duyulmadığından, kitaplarda geçmediğinden.
Kafatasından Türk olduğu anlaşıldığı için, “Brakisefal Türk Mimarlığı”nı temsil eden sadece Mimar Sinan ve onun mirasıdır. Sonraki kazılarda görülmektedir ki, kemikleri geri konmuştur ama kafatası yerinde değildir. Kısacası, bizde Mimar Sinan kafası yoktur!
Mimar Sinan, 92 cami, 52 mescit, 57 medrese, 7 dar-ül-kurra, 22 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa (hastane), 5 suyolu, 8 köprü, 20 kervansaray, 36 saray, 8 mahzen ve 48 adet hamam olmak üzere, 375 eser vermiştir.
Tamam, kendisi çok uzun yaşamıştır. Ama bu kadar eseri bizzat kendisinin meydana getirmesi yine de mümkün olmayacağına göre, Mimar Sinan aslında bir mimarî ekol ve hatta üniversitedir diyebiliriz. Binaların kitabelerinde onun ismi yazabilir, ama 49 yıl başmimarlık yaptığı için. Yoksa bu sayılara, o zamanki yapım teknolojisi ve ulaşım olanakları ile varması hayal gibidir. Van’da yaptığı caminin inşaatı sürerken İstanbul’da temel atması nasıl mümkünse, o kadar işte.
Yanlış anlaşılmasın. İşbu satırları yazan kişi, Mimar Sinan’a, camileri, sırf kandillerden gelen isi toplayıp da sonra mürekkep yapabilecek kadar iyi irdeleyip tasarladığı için hayrandır. Ayasofya’nın Mimar Sinan eseri iki minaresinin sonradan eklendiği ana kütleye uygun oranları şahanedir. Ancak kubbeye çıkınca görülen şerefe altı süsleri görseniz benim gibi nutkunuz tutulur.
Mimar Sinan’ın ne kadar bina yaptığının çok da önemi yoktur. Belki bu konuda tezler yazanlar kronolojik olarak bunun mümkün olduğunu kanıtlayabilir. Bizim için önemi yok. Mimar Sinan bir ekoldür ve emrinde 160’tan fazla çalışan mimar ve üst düzey teknik adam vardır.
Şimdiki mimarî ve şehircilik durumunun, Mimar Sinan adına, Mimar Sinan’a saygısızlık edilerek yok edildiği düşünülmektedir. Neden? Selimiye’nin kubbesinin, oturduğu yerinde 2.5 metre kalınlığında taş olup, kubbenin en tepesinde 75 santimetreye kadar inceldiği ortadayken, dozajlı beton ve kalıpla kubbeyi 10 santimetre kalınlık ile geçip, “Mimar Sinan’ın geçtiği açıklığı geçtik” diye böbürlenip onunla yarışanlar vardır da ondan.
Bu tür betonarme kötü kopyalar yapıp sonra Sinan’ı geçtiğini iddia edenler, plastikten Çanakkale Madalyası döktürüp göğsünde taşıyıp “Çanakkale Gazisiyiz biz” demekle aynı şeyi yapıyorlar, farkında değiller.
Zihinlerdeki kırılmaz kod: Kubbe ve minare
Bir de şu vardır. İlkokul çocuğuna “Cami çiz evladım” dediğimizde bir kubbe ve bir minare çizer doğal olarak. Çünkü cami muhayyilesi bu şekilde gelişmiştir. Ancak bir müftü, mimarîyi çok bildiğini iddia edip bunu diretirse o zaman garip kaçabilir.
Öncelikle, kubbe denilen şey Osmanlı icadı değildir. Kubbe büyük açıklık geçmek için kullanılan, yapı elemanlarının üst üste kaydırılarak kalıp üzerinde dizilmesi ve son olarak kilit taşı denilen en üst kısım konularak kalıbın kaldırılması ile oluşan formdur. Bizans’ta en gelişkin örnekleri verilmiştir. Tabii ki kubbenin büyük açıklık geçmede ihtişamı söz konusudur.
Örneğin Ayasofya’nın kubbesinin Mimar Sinan’ın Selimiye’sinden daha eski olduğu halde daha büyük olduğu söylemleri çoğu kişiye hayal kırıklığı yaşatabilir. Ancak Ayasofya’nın kubbesi defalarca tamir görmüştür. Sonra tam bir daire değildir. Ayasofya’nın içi karanlıktır nispeten. Selimiye ise bıçak gibidir. Tertemiz, net ve mükemmel oranları ile kişiyi kendinden alır. Deprem bölgesinde olduğu halde Ayasofya’nın kubbesinin ayakta kalması, Mimar Sinan’ın yaptığı onarım ve ekler ile mümkün olmuştur.
Sonra Roma’daki Pantehon ikisinden de fazla açıklığa (43m) sahiptir. Ancak koca bina belki de tek bir kubbeden oluştuğundan Ayasofya ve Selimiye kadar önemli bir etki bırakmaz. Keza bu bir kilise değil, Pagan tapınağıdır. Sonra devşirilmiştir.
Kısacası kubbe, tek bir dine ya da ırka ait bir geniş açıklık geçme formu değildir, bu bir.
İkincisi, minare olgusudur. Minare ilk olarak 678 yılında camiye Emeviler’de eklenmiştir. Selçuklular’da daha güdük ve kalın şekilde olup sonra Osmanlı’da şimdiki formuna ulaşmıştır. Ezan ve/veya Sala buradan okunur. Onun şerefesinden ses uzaklara gitsin diye. Şimdiki gibi “Megafon direği” olarak kullanmak için değil.
Bu zamanda minareyi farklı yapanlara kızanlar için: Mimar Sinan kendi hayratı olan Fatih’teki ufak mescidindeki minareyi sekizgen, içi boş ve merdivensiz yapmıştır. Hiç de “cami gibi cami” değildir onun yaptığı da. Şimdilerde farklı minare formlarına ve belki de minaresiz camiye karşı olanlar, keşke gidip bir inceleseler burunlarının dibindeki Mimar Sinan Mescidi’ni!
Kısacası, minaresiz ve kubbesiz cami de olur.
Selçuklu-Osmanlı kırması
Ne kadar eğitimli olursa olsun, çoğunluğun rüyasıdır bu. Mimarî açıdan bu iki uygarlığın etkileri ile “kırma” tasarım isterler. Nasıl cevap versek, nasıl açıklasak ki?
Modern ve güzel bir Anadolu Camii: Abdurahman Erzincani Camii. Şerif Ali Akkurt, Darende/Malatya, 1974
Bunu isteyen Vali gördük, Büyükşehir Belediye Başkanı gördük, Rektör, Kaymakam, Muhtar, Müftü ve hatta ev hanımı gördük. Hem de kesinlikle ikna olmuyor, geri adım atmıyorlardı. Mimar Sinan dışında bir mimar bilmediklerinden ya da ondan başka bir mimarî tasarım ile karşılaşmadıklarından olabilir.
“Eh o zaman siz de yarından sonra şalvar giyin, çarıkla dolaşın, kuşak ve mintanla gezin” deyince şaşırıyorlar. “Binalara giydirmeye meraklı olduğunuz takma eklentilerin zamanına uygun elbiseleri siz neden giymiyorsunuz?” diye devam edersek, ev hanımı da, Vali de çok bozuluyor. (Denenmiştir.)
Öncelikle, öyle bir “kırma mimarî” yok. Öyle bir cami örneği de yok. “Eh siz yapın bari” demekle de olmuyor. Bu iş yeni kredisi biten kimliksiz apartman dairenizin balkonunu plastik doğrama ile kapattırma kararına pek benzemiyor. Eskiye gönderme yapmanın da bir anlamı olmalı.
Selçuklu-Osmanlı kırması mimarî isteyenler bir de caminin altına otopark ve belki de araya market istemiyorlar mı? O bölümlerin Selçuklu ve Osmanlıda karşılıklarını sorsak, cami düşmanı oluyoruz. Mimar neden cami düşmanı olsun ki? Tasarlanmamış, niteliksiz, sıradan ve kötü binaların düşmanı olur. Camilerin Selçuklu ve Osmanlı mirası ile bezendiğini iddia edip bu şekilde kişiliksizleştirilmesini, mimar, Selçuklu ve Osmanlı cami mimarîsi mirasını sizden korumak için istemez. Camiye düşman olduğu için değil.
Gaziantep Üniversitesi Ana Kapısı’nın karşısındaki blokların arkasında, yeşil alan olarak ayrılmış araziye yapılmış bir cami var. Sıradan, zevksiz ve bir o kadar da süslü. İstanbul Dolmabahçe Camii taklidi betonarme bir cami. Gaziantep sıcağında o geniş pencereler sayesinde oluşacak sera etkisini, hangi klimayı kökleyerek giderecekler, ayrı konu. Kısacası, bu yazıya girecek kadar önemli bir görüntü arz etmiyordu. Ta ki ilk servis zamanı gelene kadar.
Caminin bahçesinde duran garip parçalar, caminin ağırlık kuleleri. Bakınız iskele kurulmuş ve çıkartılmış, bahçeye konmuş. Neden çıkarıldığı bilinmez. Zaten süslü püslü, içinde demir strüktür var. Dört tarafında ise Yunan Dorik düzende kolonları da eksik değil.
Ağırlık kulesi, yığma kubbeli taş binalarda kubbenin yayılan yükünü karşılasın diye, kubbeyi taşıyan ayaklara ağırlık verip kubbenin sağlamlığını sağlayan parçalar.
Selimiye’deki ağırlık kuleleri
Kısacası bu ağırlık kuleleri çıkarılıp alındığında kubbe taşınmaz hale gelir. Gaziantep’teki bu camide yerinde dururken çıkartılmış. Böylece betonarme camide bu ağırlık kulelerinin gereksizliği ortaya çıkmış oluyor!
Tuğralı, Yunan sütünlu, beyaz çimentodan kemer süsleri olan bu caminin, gereksiz süslerinin bir örneği olan yalancı ağırlık kuleleri çıkartılıp kenara koyulduğu halde cami ayakta. Demek ki hiçbir anlamı yok!
İşte bu örnek camilerin durumunu iyice açıklıyor. Gereksiz, mesnetsiz süsler, kaynak israfı anlamsız büyüklükler, açıklıklar, verimsiz bina kullanımı, dernekten birilerinin egosunun tatmini ve daha fazla sevap kazanılacağına inandırılmış zorlamalar. Müdahale etmeye kalkınca da çok sert tepkiler.
Çözüm
“Herkese, her kesime laf ettiniz de, sizin öneriniz ne?” denecektir.
“Çözüm yok, dağılın” demeden önce (kolay ve belki de verilmesi gereken cevap bu), size örnek bir cami gösterelim. Yine iyi bir örnek. Hem de ne örnek!