Behçet Çelik
İnsanların öldürülmesi en büyük suç olarak görülür. Bir hayata son vermek çoğu kez Hayat’a son vermek gibi algılanır. Kadim dinlerle modern kültürlerin buluştuğu ortak noktaların başlıcası insan hayatının kutsallığı, dokunulmazlığıdır. Dolayısıyla bir insanın hayatına son vermek, öteden beri hem en büyük günah, hem de en büyük suç olarak kabul edilir. Ne var ki dinlerde de, modern kültürlerde de bu kuralın, bu yasağın istisnaları bulunur. Bu istisnaların başlıcası da savaşlardır. Modern hukukta idam cezasının kabul edilemez olduğu kuralı yaygınlaştıkça, meşru müdafaayı dışta tutarsak, insan öldürmenin meşru görüldüğü tek alan olarak neredeyse sadece savaşlar kaldı. Kuşkusuz, gerek modern düşüncede gerekse dinlerde savaşları ve dolayısıyla insan öldürmeyi hiçbir durumda meşru bulmayan eğilimler de mevcut; ama bunlar vicdanî ret hareketleri gibi henüz çok küçük topluluklar oluşturabiliyor.
Savaşla ilgili genel yargıda ikircikli bir hal olduğu söylenebilir. Kimse doğrudan savaşı savunmaz pek, hemen herkes savaşların kötü olduğunu kabul eder, ama büyük bir çoğunluk belirli durumlarda savaşların kaçınılmaz olduğu konusunda hemfikirdir. Şöyle de diyebiliriz: Sözel düzeyde barış savaşa üstün gelir –“Elbette barış iyidir, savaş kötüdür” deriz her zaman–, ama bu sözel üstünlük barışı getirmeye yetmez, barış hep bir düş olarak kalır. Savaşa kategorik olarak karşı çıkılmadığı, bazı durumlarda kaçınılmazlığı kabul edildiği için böyle olur biraz da.
Bu durum savaşların çıkış nedenleriyle de ilgili. Savaşların insanlardaki öldürme tutkusundan çıkmadığı açık. Savaşların maddî nedenleri var. Bir grup insanın kendilerini ötekilerden ayrı bir topluluk olarak tanımlaması ve kendilerine ait olduğunu düşündükleri alanları genişletme çabalarıyla başlamış olmalı savaşlar.
Dolayısıyla bir grup insanın başkalarını kendileriyle bir ve eşit görmemelerinin savaşlarla büyük bir ilgisi var. İkinci olarak şunun altını çizmek gerekir. Kuşkusuz, sözel düzeyde kimsenin kolayca karşı çıkmayacağı, “insan hayatının kutsallığı”na ilişkin binlerce yıllık insanlık kültüründe oluşmuş yargılara karşın, insan öldürmeyi meşru görebileceğimiz “istisna”lar olduğunu kabul ediyorsak, bu istisnaî durumlarda korunan şeyleri insan hayatından daha kutsal kabul ediyoruz demektir.
Bunların neler olduğunun çok önemi yok aslında. Günümüz dünyasında savaşların maddî zenginlikler uğruna çıktığını kimse inkâr edemez. İnsan hayatından daha kutsal olduğu savunulan nedenlere ne kadar vurgu yapılırsa yapılsın, bunların göz boyamaktan öteye gitmediği konusunda kuşku kaldığını sanmıyorum. Örneğin demokrasi ya da barış getirme iddiasıyla yapılan askerî harekâtların aslında maddî zenginlik ya da maddî zenginlikleri güvenceye alan jeopolitik üstünlük kaygılarıyla çıktığı kısa sürede karşı konulamaz bir berraklıkla ortaya serildi, her yeni savaşla bir kez daha seriliyor. Kutsallık atfedilen olgular birer perdeden ibaret aslında, gerçek niyeti örtmek amacıyla ileri sürülüyorlar, ama insanları kandırmak kolay değil eskisi gibi – örtü yırtıklarla dolu ve kral çıplak.
Savaşların maddî amaçlarla yapılmasına ve insanların hayatlarına mal olmasına karşın doğal karşılanmasını sağlayan bir neden de, toplumsal hayatın her alanında “her şeyin alınır satılır olduğu” biçiminde özetleyebileceğimiz hâkim zihniyetin sürekli olarak yeniden üretiliyor olması. Gündelik dilden akademik çalışmalara, giderek sanat-kültür ve edebiyat yapıtlarına kadar her alanda bu zihniyetin (lafta karşı çıkılsa da) çok derinlerde kabul edildiğini gözlemlemek mümkün. Her şeyin alınır-satılır olmasının doğallaşması, normalleşmesi; insan hayatının da bu muameleye maruz kalmasına yol açıyor. Savaşlar söz konusu olduğunda, ülkelerin maddî çıkarlarının savaştan yana olduğunu ifade etmek giderek çok rahat savunulur hale geliyor. Bunun tersini söylemek ise sanki insanın ülkesinin çıkarlarını istemediği biçiminde algılanıyor, yorumlanıyor. Her şeyin alınır-satılır olduğunu savunan zihniyet ile savaşlar arasındaki bağ da böylece görünmezleşiyor.
Edebiyatın barışa katkıları
Edebiyatın bir amacı var mıdır, yok mudur sorusu çok eski bir soru. Edebiyatın sadece kendi içinde bir amacı olduğunu savunanlar olduğu gibi, edebiyatın hayatlarımızla ilgili yol gösterici olması iddiasını ileri sürerek edebî metni bir ajitasyon metnine, bir bildiriye indirgeyenler de var. Edebiyatın ne işe yaradığı, kim için, ne için yapıldığı, bireyci mi, toplumcu mu olması gerektiği sorularını önemsiz kılacak başka bir noktadan bakmak da mümkün. Edebiyatın bir işlevinden söz edeceksek, bunun ancak bazı örtülerin kaldırılması, çekilmesi olabileceğini düşünüyorum. Bu örtülerin hangi örtüler olduğu da o kadar önemli değil. Edebiyatın sıyırmaya çalıştığı, bireysel hayatlarımızda kendimize söyleyegeldiğimiz yalanları mümkün kılan örtüler de olabilir; toplumsal hayattaki sömürü mekanizmalarını görünmezleştiren örtüler de… Hatta edebî bir metin kurmanın hayatla ilgili algıları nasıl eğip büktüğünü görmemiz amacıyla kaleme alınmış oyuncul, postmodern metinler bile, bir anlamda, bazı örtüleri çekmekte, göz ardı ettiğimiz olguları dikkatimize sunmaktadır. Bu gibi metinler yerleşik algılarımızın ya da zihinsel alışkanlıklarımızın yarattığı göz ve zihin yanılsamaları konusunda bizi uyarırken çoğu kez farkında olmadığımız perdeleri de açıyor ya da en azından aralıyor.
Peki, edebiyatın savaşla ve dolayısıyla barışla ilgili hangi örtüleri kaldırıyor olabilir? Öncelikle edebiyat insan hayatını kutsayan bir uğraştır. Bize en önemsiz gelen insanlık durumundan, kısacık anlardan edebî metinler çıkarır edebiyatçılar, bunu sadece yazı konusundaki maharetlerini göstermek için yapmazlar. İlk başta önemsiz olduğunu düşündüğümüz o insanlık durumunda, o kısacık anda, anlatılmaya değer bir şey görmüşlerdir, bunu bize göstermek, bizimle de paylaşmak isterler. Bu edim aynı zamanda hayatın kutsanmasıdır. Hayatlarımızdan bir ânı çekip yakınlaştırmak, onu anlamaya çalışmak, insan olmanın, hayatta olmanın ne olduğu üzerinde edebiyatça bir düşünme değil midir? İnsanın çirkinliklerini, aşağılıklarını, olumsuzluklarını anlatırken bile edebiyat insan olmanın gizemli, karanlık yanlarını araştırır; yanıt vermese de, sorular sorar.
İnsan hayatının kutsanması, aynı zamanda insana ait her şeyin ve dolayısıyla bizzat insan hayatının alınır-satılır bir meta olduğuna ilişkin hâkim zihniyetin karşısında durmak anlamına gelir. İnsan hayatını kutsayan edebiyat böylelikle toplumlara hâkim olan zihniyetin insanî olan her şeyi metaya dönüştüren, şeyleştirici etkisi karşısında büyük bir mücadele vermiş olur.
İkinci olarak, edebiyat yapıtları savaşların yol açtığı felaketler konusunda farkındalık kazandırır. Savaşların sonuçları dendiğinde akla ilk anda istatistikî bilgiler gelir. Ölenlerin, yaralananların, yerinden yurdundan edilenlerin sayısı, maddî sonuçlar, ekonomik veriler vs. Oysa savaşların sonuçları bunlardan ibaret değil. Gazetelerin, televizyonların, istatistikçilerin görmediği başka bir alana da ışık tutar edebiyat: İnsanların benliklerinde oluşan tahribata. Bunun sayısal bir karşılığı yoktur; ifadesi, anlatılması da hiç kolay değildir. Savaşın neden olduğu tahribatın bu gibi görünümlerine medyada rastlamayız pek, buna ancak edebiyat yapıtlarında rastlayabiliriz.
Savaş zamanlarında insanlar hayatlarının hiçe sayıldığını görür ve yaşar, bunun sonucunda da kaçınılmaz olarak yoğun bir hiçlik duygusuna kapılırlar. Yaşama sevinçleri yok olur; tanık oldukları ölümler, öldürmeler değildir bunun esas nedeni; sürmekte olan bir savaşı yaşamak, doğrudan bunlara tanık olmayanlarda bile güvenlik duygusu bırakmaz. Böylesi bir toplumsal atmosfer içerisinde büyüyen çocuklar, belki de çatışmasız, savaşsız dönemlere hiç tanık olmadıkları için, kendilerinden büyüklerle, çatışmasız zamanlara tanık olmuş kendilerinden önceki kuşaklarla çok derin bir kuşak farkı yaşar. Büyük savaşların, Birinci ve İkinci dünya savaşlarının ertesinin anlatıldığı edebiyat yapıtlarında bu duruma sıkça rastlarız. Çocuklukları savaş zamanında geçmiş, hiçlik duygusu içerisinde doğup büyümüş kuşakların hikâyeleri öteden beri edebiyatçıları ilgilendirmiştir. Kendileri de bu kuşaklardan olan yazarlar, biraz kendilerini sağaltmak, biraz da tanık oldukları acıları paylaşmak için edebiyat yapıtlarında savaşın benliklerde açtığı yaraları işlemiştir. Bu edebiyatçılar, yitirdikleri anlam duygusunu yazarak bulmaya çalışır belki de; onların yapıtları bize sadece onların ruh halini aktarmaz, savaşların bize anlatılmayan yan sonuçlarını da gösterir.
Savaşlar öyle dönemlerdir ki, şiddet ve güç tek belirleyici olur. Bütün değer yargılarının üzerine güçlü olmak geçer savaş zamanlarında. Savaş sadece askerler arasında cephede yaşanmaz, cephe gerisine de yayılır. En büyük değerin güç ve silah olduğu algısı toplumsal ve ekonomik hayatı da giderek yozlaştırır. Savaş sürdükçe çürüme de yayıldıkça yayılır. Çoğu zaman bu çürümenin savaşla arasındaki bağ da giderek görünmez olur. Edebiyat bunlar arasındaki nedensellikleri görmemizi sağlar. Savaşın kirinin bulaşmadığını sandığımız alanlarda bile savaşın izlerini bulmak, görmek için insan hayatlarına, bu hayatların küçük, önemsiz gibi görünen, sıradan anlarına odaklanmak gerekir. Edebiyat yapıtları bize bunları görebilme imkânı sunar.
Bazen savaştan çıkarı olanlarca savaşların barışı getireceği yalanı dolaşıma sokulur. Savaşın bir çözüm olamayacağı gerçeğinin üzeri süslü laflarla örtülür. Hatta sözcükler tersine çevrilir, barış isteyenlerin aslında insanlara kötülük yaptığını savunan köşe yazıları yazılır, televizyon ekranlarından yinelendikçe yinelenir. Edebiyat böyle zamanlarda sözcüklerin gerçek anlamlarını hatırlatma işlevi görür. Savaş çığırtkanları çok şeyin üzerini örtmüştür bu gibi sözlerle, kelimelerle oynamışlardır. Savaşların insanların hayatlarını sona erdirdiği, toplumsal hayatta çürümeye, yozlaşmaya neden olduğu, anlam duygumuzun ortadan kalktığı söylenmez, belirtilmez. İşte, bu gibi dönemlerde edebiyat kelimelere eski anlamlarını kazandırır, savaşın ne olduğunu, ne gibi sonuçlar doğurduğunu aktarır. Savaş bezirgânlarının gözlerimize tuttuğu örtüleri çekmek çoğu zaman edebiyatçılara düşer. Kimi zaman bu bezirgânlar gerçekleri gizlemek yerine, sahte bir gerçeklik yaratıp bunu sürekli gündemde tutarak olan-biteni gizlemeye çalışır. Yeri gelir, asırlarca sürmüş bir eşitsizliğin iki tarafı yer değiştirir onların kelimelerinde, cümlelerinde – mağduru muktedir gibi gösterip mağdurun eşitlik talebini bir eşitsizlikmiş gibi sunmaya cüret ederler. Edebiyat, kelimelere otantik anlamlarını kazandırırken tersyüz edilen denklemi yaşandığı haliyle görmemizi sağlar.
Edebiyat ve eşitlik
Edebiyatın barışa esas katkısı ise şudur: Barışın mümkün olması için eşitlik gerekir; edebiyat da bizi eşit kılar.
İç dünyasına konuk olduğumuz roman ya da öykü kişilerinde kendimize dair şeyler gördükçe bütün farklılıklarımızın yanı sıra bizi bir ve eşit kılan yanlar da bulunduğunu fark ederiz.
Savaşlara sebep olan eşitsizlik, savaşın yaşanmadığı zamanlarda da toplumsal hayatın her anında, her tarafında varlığını korur. Barışın önündeki en büyük engel, bizim “normal” sandığımız, “normal” olduğunu öğrendiğimiz “savaşsız” zamanlarda da insanların eşit olmamasıdır. Eşitsizliğin normal, doğal, olağan sayılması, hatta kimi zaman eşitsizliğin insan varoluşunun doğal sonucu sayılması, bu uğurda yeni savaşların çıkmasından menfaati olanlara, başkalarını kendi yanlarına çekmeleri için uygun bir zihniyet sunar. Bu zihniyetin hâkim olduğu toplumsal yapılarda gerçek anlamıyla barıştan söz etmek hiç kolay değildir. Barış diye ancak sıcak çatışmaların yaşanmamasını anlayabiliriz. Bu durum da her an tersine dönme riskini bünyesinde taşır. Bu nedenle günümüz dünyasında savaşlar dünyanın hemen her köşesinde büyük ve yakın bir tehlike olarak sürekli olarak gündemde. Bu zihniyeti kırmak barış için atılacak temel adımlardan biridir. Eşitsizliğin doğallaştırılmasının karşısına edebiyat başkalarının acılarına bizi ortak eden yaklaşımıyla çıkar.
Edebiyat yapıtları bizi başkalarının acılarıyla yüz yüze getirir, kimi romanları, şiirleri, öyküleri okuduğumuzda başkalarının acısını çok derinden duyarız, bir tür ruh göçü yaşar, o edebi metinde anlatılan hayatı kendi hayatımız gibi duyarız. Edebiyat böylesine dolaylı ama derinden etkili bir biçimde bizim duyarlıklarımızı değiştirir, geliştirir. Sadece duyarlıklarımızı değil, zihniyetimizi de değiştirir, hatta yeni bir zihniyet oluşturur. Edebiyatın toplumu değiştirip değiştiremeyeceğine verilen şu yanıtı öteden beri yakın bulurum. Toplumu elbette değiştirir edebiyat, ancak insanları ve onların zihniyetini değiştirerek yapar bunu. Bunlar da toplumun değişmesi için birer adımdır.
Barış bilinci de başkalarının acılarını, bizden olmayanın, soyumuzdan, sopumuzdan olmayanın acısını kendi acımız gibi duyduğumuz da güçlenir.
Bazı edebiyat yapıtlarından bize kalan sadece bir duygudur. Sadece başka insanları değil; kimi edebiyatçıların, “dünya” derken ya da “hayat”tan söz ederken bitkileri, ağaçları, hayvanları da hesaba kattıklarını görürüz. Hâkim zihniyet ısrarla insanların birbirlerinden nerede ayrıldıklarının altını çizerken, bu gibi edebiyatçıların yapıtları bu ayrımların ne denli önemsiz olduğunu hatırlatır; bütün varlıkları içine katacak bir perspektiften dünyaya ve kendimize bakmamızı sağlayarak farkında olmadan uzaklaştığımız eşitlik duygusunu güçlendirirler.
Barış da ancak bu duygunun, bu algının yaygınlaşmasıyla mümkün olabilecektir. Eşitsizlik sürdükçe, birileri kendilerini öbürlerinden üstün, ayrıcalıklı gördükçe, insanî olan her duyguyu meta halinde algılayan ve bu algıyı yeniden üreten zihniyet yıkılmadıkça barışın gezegenimize kalıcı bir şekilde gelmesinden söz etmek ancak hayalcilik olur.