Bekir Berat Özipek
“Nefret ifadesi”ne veya “nefret suçları”na aykırı görüşlerin insan hakları mahallesinde pek yerinin olmadığının farkındayım. Özellikle de insanların etnik, dinî, siyasî, cinsel ve benzeri “kimlik” özellikleri nedeniyle kolaylıkla hedef haline getirildiği bir dünyada ve ülkede.
İnsan Hakları Gündemi Derneği’nde, beraberce hak mücadelesi yürüttüğüm arkadaşım Orhan Kemal Cengiz’le bu konudaki tartışmamızı hatırlıyorum. Ben, “nefreti ifadesi/söylemi” kategorisine ilişkin itiraz ettiğimde o, avukatı olduğu Zirve Davası’ndan örnek vermiş ve bu türden her cinayet öncesinde, kurbanlara yönelik bir ötekileştirme ve hedef gösterme türünden nefret pompalamasının varlığına dikkat çekmişti.
“İstisnasız her cinayet öncesinde böyle zehirli bir propaganda var” diyordu Cengiz.
Gerçekten de, misyonerliğin bir “tehdit” olarak “tespit” edildiği MGK toplantısından sonra, bugün Ergenekon yargılamaları nedeniyle tutuklu olan bazı yüksek rütbeli subayların ve onlarla fazlasıyla yakın görünen bazı akademisyenlerin Malatya’ya gidip geldikleri, misyonerleri hedef gösteren “halkı bilinçlendirme” etkinliklerine giriştikleri göz önüne alındığında, bu propaganda ile Hıristiyanlara yönelik saldırı ve cinayetlerin başlaması arasında bir ilişki kurmak mümkün olabilirdi.
Ancak birbirini izleyen bu ve benzeri olaylarda, rahatsız edici veya ahlak dışı bir bağlantının varlığını ne kadar güçlü bir biçimde sezersek sezelim, bunun aynı ölçüde gösterilebilir ve hukukî bakımdan kanıtlanabilir bir ilişki olduğunu söylemek kolay değil. Özellikle de, tartışma konusu olayda işlenen cinayetlerin, misyonerleri ötekileştiren yayınlardan etkilenmekten çok daha “derin” bir temele sahip göründüğünü göz önüne aldığımızda.
Hiç kuşkusuz “nefret söylemi” kapsamında değerlendirilecek fikirlerin çoğu, suç ile bağlantısının ötesinde, ahlakî olarak kınamayı hak eder. Ancak bunu tespit etmek başkadır, buradan yola çıkarak bir hukukî kural önermek başka. İş ikincisine geldiğinde, bir insan hakları savunucusunun temkinli olması için çok sebep vardır.
İnsanları soyu sopu, etnik kökeni veya inancı dolayısıyla ötekileştiren ahlak dışı fikirlere duyulan haklı tepki, ifade özgürlüğüne yönelik ilave bir kısıtlamanın gerekçesi olamaz. Bu kapı bir kez açıldığında, onun mantıksal sonuçlarının nerelere uzanabileceğini de göz önüne almak gerekir.
“Bir kişinin ifadesinin veya eyleminin ardındaki motivasyonu asla bilemeyiz” diyor Melissa Suarez, “bu yüzden de, suçun ardındaki düşünceyi cezalandırmaya yönelik yasalar, özgür bir toplumda tehlikeli ve uygunsuzdur.”[1] “Nefret suçlarındaki gizli nefret” başlıklı makalesinde Lowell Ponte de, bu tür kuralların muğlaklığına ve adalete ilişkin objektif standartlardan çok kurbana duyarlı bir yaklaşıma dayandığını savunur. Ona göre, bu tür kurallar Orwellyen bir “düşünce suçu”nu veya zihnini okuma iddiasını yansıtır ve siyaseten doğrucu olmayan özgür ifadenin cezalandırılması gibi bir işlev görür.[2] Dahası, bu yaklaşım bir kez kabul edildiğinde, zenginliğe yönelik nefret içeren anti kapitalist fikirlerin de suçlaştırılması mümkündür Ponte’ye göre.
Bütün insanî problemlere kanunla çözüm bulamayız. İnsan onuruna yaraşır bir sosyo-politik düzende yaşamanın hukukî olmayan güvenceleri vardır ve bunlar mevzuattan çok daha önemlidir. Bu sağlanamadıkça, mevzuatı ne kadar değiştirirseniz değiştirin, nefret üreten veya yaygınlaştıran fikirlerin etkisini yok edemezsiniz. Böyle bir durumda onlar, çok daha sofistike ve siyaseten doğrucu bir örtü altında da etkili bir biçimde ifade edilebilir ve siz buna engel olamazsınız.
“Erdemli olmaya zorlanmış bir toplum erdemli toplum değildir” der bir filozof. Eğer bir ülkede OdaTV veya habervaktim.com gibi yüz kızartıcı yayınlar bir utanç denizinde boğulmuyorsa, insanları etnik kökeninden dolayı diline dolayan Soner Yalçın veya Yalçın Küçük gibi ırkçı, ayrımcı insanlar gazeteci olarak itibar görüyorsa, bunu hiçbir yasayla engelleyemezsiniz.
Bu yüzden de, demokratik hukuk devletlerinin, insan hayatını, onurunu ve bu kapsamda ayrımcılığa uğramama hakkını korumak için gerçekleştirdikleri hukukî düzenlemelere saygı duymakla birlikte, özgürlüğü üstün bir değer olarak kabul etiğim için, ifade özgürlüğünü sınırlandıran düzenlemelerin alanının çok dar tanımlanması gerektiğini düşünüyorum.
Özgürlük, bizim insan olarak varolabilmemizin en temel şartıdır. Onu güvenliğe ilişkin kaygılarımıza feda edemeyiz. Elbette ki özgürlüğün bir sınırı vardır ve bu sınırın dışındaki herhangi bir genel kategorik sınırlama ilkesi, onu koyanın amacı ne kadar saygıdeğer olursa olsun, sonuçta özgürlüğü ve serbest tartışmayı imkânsız kılacak bir düzeye de varabilir.
“Nefret söylemi” ve onunla bağlantılı olarak “nefret suçu,” gittikçe daha yaygın biçimde kabul görüyor. Akıntıya karşı kürek çekmek zor. Haklı kaygılara dayalı bir hukukî düzenlemeye karşı çıkmak da öyle. Meymenetsiz bir ırkçının tuğla gibi kitabını büyük kitapçıların vitrininde görmek insanı çok yaralıyor elbette. Ama kim demiş insan olmanın kolay bir şey olduğunu?