Sinan Dervişoğlu
Kısaca şunları söyleyebiliriz:
- Müslüman ve dinine bağlı bir emekçi, sosyalist mücadelede kesinlikle yer alabilir ve almalıdır. Dünya devrimci hareketinin tarihi, Latin Amerika’dan Yunanistan’a, Arap dünyasından Endonezya’ya kadar dindar emekçilerin sosyalist mücadele saflarını kitleleler halinde doldurduğu örneklerle doludur.
- Türkiye’de sosyalistler olarak bunu başaramamamızın başlıca nedeni (Marksizm’in kaba bir kavranışının yanı sıra), parçası olduğumuz moderniteyi ve modernleşmeyi, Türkiye’de Kemalizm’in modernite anlayışının etkisi altında ve onu temel kabullerini aynen benimseyerek kavramamızdır. Kemalizm’in tarih boyunca sola yaptığı baskılara şiddetle karşı çıksak dahi (ki birçok “solcu” bunu dahi yapmamaktadır), onun dine, dindarlara ve Osmanlı kültür mirasına karşı aldığı tavırları “yüzde yüz ilericilik” olarak algıladığımız sürece bu çıkmazdan kurtulmamız mümkün değildir.
- Sosyalistler, dindar emekçilerle konuşmamakta, onlara yaklaşmamakta, onlardan uzak durmakta, hatta onlardan ürkmektedir. Fabrikada, tarlada ve ofiste suyu çıkarcasına çalıştırılıp sömürülen, hastane kapılarında sürünen, herkes gibi onurlu bir yaşam sürmek isteyip de bunu yapamayan bu insanlardan sırf sakallı, başı bağlı, beş vakit namazlı diye uzak durmak, konuşmamak, umutlarımızı paylaşmamak en hafif deyimiyle ayıptır. Ve büyük ihtimalle, sosyalistlik iddiamıza rağmen içimizde bastırmadığımız aydın elitizminin bir uzantısıdır. Bunun sonucu da bellidir: Kentlerin CHP’li tabanı üzerinde oynayıp onunla sınırlı kalmak. Bu, bir yanıyla gergedanın sırtındaki böceklerle beslenen ve gergedan öldüğünde kendisi de ölen kuş misali bağımlı bir hayatı, varlık sebebi artık tartışılır hale gelen CHP’nin artıklarıyla beslenen bir siyasî yaşamı gündeme getirmektedir. Öte yandan, siyasî zeminimizin CHP olması, her anlamda Kemalizm’in solunduğu bir coğrafyada siyaset yapmak demektir ve bunun hazin sonuçları çok önceden bellidir.
- Geçmişte sol, bu sendromu aşmak için doğru ve sevindirici adımlar atmıştır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nı İslamiyet’e yönelik övgüye değer çalışmalarının yanı sıra, 1961-71 TİP döneminde sosyalistler dine karşı oldukça saygılı bir tavır izlemiş, bunun sonucunda ,TİP üyesi imamlar ve müftüler dahi (Mehmet Emin Bozarslan, TİP Antalya İl Başkanı Ahmet Hoca) ön plana çıkmıştır. 1973 sonrası sol, Marksist teoriyi daha geniş çaplı “keşfetmenin” coşkusuyla daha “doktriner” kalmış, bir önceki dönemin hassasiyeti yitirilmiş ya da ihmal edilebilir seviyede kalmıştır. Gene de kimi okullarda MHP’lilere karşı İslamcı “Akıncı”larla (can güvenliği temelinde de olsa) yer yer işbirliği yapılmıştır. Bugün ise “İslamiyet eşittir AKP, eşittir ABD gericiliği ve Yeşil Kuşak” şeklindeki zihin tembelliği ve miskinlik, maalesef alabildiğine yaygındır.
- “Müslüman anti-kapitalistler” tam da mevcut bu boşluğun bir ürünü, hem de bu boşluğu aşmanın bir fırsatı olarak karşımıza çıkmıştır. 1 Mayıs 2012’den bu yana da güzel işler yapmakta, “ABDestli Kapitalizm” ve “Nurjuvazi” gibi kapitalizmi eleştiren kitaplar yayınlamaktadır. Ancak, “İyi, tamam işte, o boşluğu bunlar dolduruyor” rehavetine kapılmanın anlamı yoktur; zira bu arkadaşlar, tüm iyi niyetlerine rağmen, konuşulan esas konu olan sınıf mücadelesi hakkında tutarlı, gelişkin ve sağlam bir teorik çerçeveye sahip olmaktan uzaktır. Bu çerçeveye sahip olma iddiasında olan biz sosyalistler bu konuda düzgün ve etkili bir politika geliştirmezsek, bu kesim, kendilerinin (maalesef) doğal çevresi olan diğer İslami gruplarla olan ilişki ve polemik içinde aşınmak, erimek ya da saptırılarak etkisizleştirilmek gibi bir kaderle karşı karşıya kalabilir.
Ne yapmalı?
O zaman yapılması gereken nedir ?
Yapılması gerekenleri iki düzeyde, pratik ve teori düzeyinde, karşılıklı ilişkileri içinde ele alalım.
Öncelikle, sosyalist hareketteki örgütlü kadrolar, kitle içinde çalışırken, sömürüye tepki duyan ve sosyal adalet arayışı içinde olan Müslüman emekçilerle diyaloga girmek için bilinçli çaba sarfetmelidir. Sosyalistlerin mücadelelerindeki temel konunun din değil, toplumun yeniden adaletli bir şekilde düzenlenmesi olduğu, sosyalistlerin dinle ya da dindarlarla değil, sömürü ve sömürücülerle çatıştığı, insanların dinî inançlarının sosyalistlerin mücadelelerinde hiçbir şekilde yer ve önem sahibi olmadığı kendileriyle paylaşılmaldır.
Bunun yanı sıra, sosyalistlere eğilimi olsun ya da olmasın, sosyalistlerle tanışmaya ve fikir alışverişine açık olan İslamî gruplarla görüşmek ve tanışmak önemlidir. Anti-kapitalist Müslümanlar başta olmak üzere, sosyalistlerle tanışmak ve karşılıklı fikir alışverişi yapmak isteyen tüm İslamî gruplarla ortak belirli sosyal konuları baz alarak ortak tartışmalar yapmak, sosyalistlerin bu alandaki birikim, tecrübe ve ilişkilerini geliştirecektir.
Burada kaçınılmaz olarak teorik görevler gündeme gelmektedir. Bu tarzdaki ilişkilerde etkili ve kazançlı olabilmenin yolu, sosyalist kadroları İslamiyetle ilgili konularda mücehhez kılabilmekten geçmektedir. Örneğin, Kürdistan’da görevlendirilen bir sosyalist kadronun Kürtçeyi ve Kürdistan tarihini öğrenmesi ne kadar gerekli ve normalse, İslamî kesim ve unsurlarla diyaloga geçen bir kadronun da Kuran’ı ve İslamiyet’in tarihini öğrenmesi o kadar elzemdir. Kuran’ı ve İslamiyet’i öğrenmekteki amaç “rol yapmak” değil, üzerinde çalıştığımız ve örgütlemeye çalıştığımız halkın en önemli kültürel unsurlarından ve malzemelerinden birini öğrenerek kitle içindeki iletişimimizi etkili kılmaktır.
İslamiyet, her din gibi, kendi içinde çağın gerisinde kalmış ve geri sayılabilecek unsurların yanı sıra, çağdaş çelişkilere denk düşen, sosyal adalet, eşitlik ve özgürlükten yana olan unsurlar da içerir. Bunları öğrenen ve bilen bir sosyalist, emekçi kesim içinde oranı son yıllarda iyice yükselmiş olan İslamiyet etkisi altındaki unsurlarla ilişki kurarken kendi söyleminde bu unsurlara referansta bulunabilir ve en kötümser durumda bile İslamiyet’i anti-komünizm için kullananlara karşı en azından zorlayıcı ve ezber bozucu bir işlev görebilir.
Baştan kaybedilmiş bir savaş
İslamiyet ve milliyetçilik, şu anda emperyalizmin ve sömürücü sınıfların işbirlikçisi olan siyasî kadrolar için bir “konfor alanı” durumundadır. Bu alçaklar, bu motifleri serbestçe ve fütursuzca kullanarak geniş kesimleri rahatça etkilemektedir ve onları bu alanda engelleyen hiç kimse yoktur. Karşılarında “tehlike” olması gereken biz sosyalistler ise Marx’tan, Lenin’den, Che’den ve en iyi durumda Deniz Gezmiş’ten bahsederek bir direniş sergilemeye çalışmaktayız; ama bu daha baştan kaybedilmiş bir savaştır.
Sırf bu motiflere dayanarak gelinebilecek en ileri noktaya Eylül 1980’de zaten varmıştık; ama bu da bilindiği gibi bizi yenilmekten ve darmadağın edilmekten kurtarmadı. Zira karşımızda (o dönem en az bizim kadar güçlü ve) yukarda saydığımız motifler etrafında örgütlenmiş bir kesim vardı. Şimdi aynı tarz bir gelişmeyle başarıya yürümemizi beklemek beyhudedir.
En pragmatik ifadeyle karşımızdakilerin büyümesini sağlayan alana ve zemine müdahale etmeden, oraya “çomak sokmadan”, anlamlı bir başarıyı umut etmek dahi anlamsızdır, imkânsızdır. Öte yandan, kendi halkının tarihsel ve kültürel değerleriyle kalıcı bağlar kuramamış bir devrimciliğin başarı şansı yoktur. İslamiyet’in, yani Utah’da CIA parasıyla ya da Körfez’de petro-dolarlarla sefa süren satılmışların aksine, milyonlarca emekçi tarafından ahlakî saflığın, temizliğin, dürüstlüğün ve adaletin mihenk taşı olarak görülen bir inancın (ve keza yurtseverliğin), bu namussuzların elinde bir iktidarı sürdürme aracı olarak kullanılıyor olmasını, tarih devrimcilerin hanesine bir beceriksizlik ve kabiliyetsizlik vakası olarak kaydedecektir.
Kendimiz büyürken, karşı safları dağıtmadan, oraya müdahale etmeden, orayı sarsarak gerçek halkçı ve demokrat güçleri kristalize etmeden zafere ulaşmamız imkânsızdır. Kısacası sosyalistler, güçlü bir Müslüman ülkede devrimcilik yapmanın karmaşık ve zorlu görevlerini kavramak ve bunu gerektirdiği teorik yaratıcılığı ve pratik becerikliliği hayata geçirmek zorundadır.