Cemal Yardımcı
Genel kabul gören fikirleri kurcalayın. Siyasî eğilimleri, eğitimleri, alışkanlıkları, farklı insanların ortaklaştığı yaygın kanaatleri, varsayımları, düşünce kalıplarını sorgulayın. Bunların altında sıklıkla daha derin bir hakikat bulabilirsiniz. Fikirler yaygınlaştıkça sığlaşır, hatları yumuşar, keskin kenarları törpülenir. Gevşemiş, körelmiş halleriyle fikirleri kabul ya da reddetmek yerine onları eşelemeye çalışmak daha yararlıdır. Fikrin insanlar arasında yayılmasının da esas sebebi olan çekirdeğe yaklaştıkça meseleye dair kavrayışınız artacaktır.
Tersi de mümkündür. Ortak görüş, bir ortak yanılgının meyvesi olabilir. Bir faciayı unutmak, bir gerçeği görmezden gelmek ya da bir arzuyu bastırmak üzere şekillenmiş olabilir. Bu durumda da genel kabul gören fikri kurcalamak örtünün altındakileri ortaya çıkarmaya yardım eder.
O eski domateslerin kokusu
Teknolojik gelişmeye ilişkin kuşkuculuk, hatta genel bir teknoloji karşıtlığı giderek böyle bir yaygın ortak fikre dönüşmüş durumda. “O eski domateslerin kokusu”, “televizyonun komşuluğu bitirmesi”, “iletişim teknolojisinin doğrudan iletişimin güzelliklerini yok etmesi” ve benzeri bir sürü yeni klişe derin bir hoşnutsuzluk durumunun yaygınlığını ortaya koyuyor. Yeni klişelerin yanı sıra yeni korkular da yaygın: Ölümcül radyasyonlar, gen teknolojisinin ürettiği ucubeler, dünyayı yok edecek fizik deneyleri… Teknolojinin gelişmesi, imkânları çoğaltan bir süreç olarak değil tehlike ve tehditlerin artıran bir durum olarak algılanıyor.
Teknolojik gelişim karşısındaki huzursuzluğun yaygınlığına ilişkin esas ilginç nokta, endişeli insanların sayısı değil, sınıfsal, siyasal ya da kültürel durumu çok farklı insanları benzer şekilde etkilemesi. Meyvelerin eski tadının olmadığından yakınan kişi üniversiteli genç bir devrimci de olabilir, eşraftan bir zahire tüccarı da. Nükleer felaket senaryoları bir işçinin de uykusunu kaçırabilir, bir banka müdürünün de. Teknolojinin getirdiğinden fazlasını götürdüğü ve hayatı fakirleştirdiği iddiası, bir sosyalist ya da bir muhafazakar tarafından dile getirilebilir. Kimse bunda bir tuhaflık görmez.
Bir ikinci kayda değer nokta, itiraz ve kabullenmenin iç içe geçmesi. Kimse teknolojik gelişmenin getirdiği imkânlardan tamamen vazgeçmek istemiyor. Benimsenen ve yadırganan teknolojiler arasındaki sınır kişiden kişiye değişiyor. Ama en radikal teknoloji düşmanı bile herhangi bir çelişki hissi yaşamadan muazzam bir teknoloji birikimini hayatının olağan bir parçası haline getiriyor.
Burada, tuhaflıkları, tutarsızlıkları örtmeye yarayan, meseleyi dert edinmeyi önleyen bir ideolojik mekanizma işliyor. Formüle edilmiş temel kanaatler ya da düşünülmüş, tasarlanmış bir dünya görüşü anlamında ideolojiden söz etmiyorum. Farkına bile varılmayan, gücünü de bu farkına varılmama halinden alan düşünce alışkanlıkları, algılama, akıl yürütme ve tepki verme kalıpları anlamındaki ideolojiyi kastediyorum.
Rahatsızlık yaratan bir durum karşısında insan üç tutumdan birini takınabilir. Birincisi, durumu anlamaya ve değiştirmeye girişebilir. İkincisi durumdan uzaklaşmayı, kaçmayı deneyebilir. Üçüncüsü, durumu doğal ve kaçınılmaz olarak kabullenebilir. Sözünü ettiğim türden ideolojik mekanizmalar esas bu son durumda, doğallaştırma ve kabullenme sürecinde iş görür. Teknolojik gelişme karşısında huzursuzluk, itiraz ve kabullenmeyi harmanlayan tutumu makulleştiren ve yaygınlaştıran böyle bir ideolojik mekanizmadır.
Yaşam alışkanlıkları
İdeoloji örtüsünü aralayıp yüzeyi eşelemeye giriştiğimizde önce insanların yaşam alışkanlıklarını değiştirmeye karşı direncini fark ederiz. Biyolojik bir temeli de olan doğal bir durumdur bu. Sorun, daha önceleri sayılı çalkantı ve dönüşüm dönemlerinde arızî olarak yaşanan şeyin sanayi devriminden bu yana giderek artan ölçüde hayatın olağan akışı haline gelmesidir.
Tarihte sürgünlerin, işgallerin, göçlerin sınırlı bir coğrafyada ve belli bir nüfus için yarattığı travmanın biraz seyreltilmiş bir benzeri hemen herkesin hayatını etkiliyor. Teknolojik yenilikler insanları alışkanlıklarını terk etmek zorunda bırakmakla kalmıyor, tecrübelerini değersizleştiriyor, becerilerini işe yaramaz hale getiriyor. Bunun bir tepki yaratmaması düşünülemez. İnsanlık hallerine ilişkin galaktik bir rehber hazırlamış mizahçı Douglas Adams’ın konuya ilişkin görüşü şöyle: “Doğduğunuzda dünyada her ne varsa, hepsi normal ve sıradandır, dünyanın işleyişinin doğal bir parçasıdır. Yaşınız on beş ile otuz beş arasındayken icat edilen her ne varsa, yeni, heyecan verici ve devrimcidir; bunlardan birinde uzmanlaşıp meslek sahibi olabilirsiniz. Siz otuz beşinizi geçtikten sonra icat edilen şeylerse doğanın düzenine aykırı ve terstir.”
Teknolojik yeniliklerin ürkütücülüğünü artıran iki unsur daha var: ölçeğin eziciliği ve anlaşılmazlık. Teknolojinin ulaştığı aşamada, organizasyon, seferber edilen insan sayısı, üretim, tüketim, kullanılan enerji, her alanda insan aklının doğrudan algılayamayacağı büyüklükler söz konusu.
Bu büyüklükler kafada canlandırılabilir imgelere dönüştürülünce irkilmemek mümkün değil. Yıllık öldürülen hayvan sayısını (altmış milyar) ve et üretimini (üç yüz milyon ton) ele alalım. Kulaklarımız milyonlara, milyarlara alışmaya başladıysa da, böyle sayılar algılama kapasitemizin üzerinde. Bir de yıl boyunca yiyeceğimiz koyunları, sığırları, tavukları peş peşe sıraladığımızı düşünelim. Tek sıra halindeki sürümüz mezbahaya varmadan dünyanın çevresini 400 defa dolaşacak uzunlukta olacak, mezbaha çıkışında ise bin metre yüksekliğinde bir et dağı haline gelecektir.
Her alanda benzer istatistikler ve benzer imgeler üretilebilir. Mesela yaşı kırkın üzerinde olanlar hayatları boyunca dünyada üretilen enerjinin kendileri doğana kadar tarih boyu üretilenden daha fazla olduğunu düşünebilir. Ne bu imgeler her zaman ortadadır, ne de imgelerin arkasındaki bilgi her zaman erişilebilir mesafededir; ama sonuç olarak bunlar birikerek sezgisel bir kavrayış oluşturur.
Teknoloji ve büyü
Bu sezginin huzursuz ediciliği teknolojinin anlaşılmazlığı yüzünden daha da artar. Arthur C. Clark’ın ünlü sözü akla geliyor: “Yeterince gelişmiş bir teknoloji büyüden ayırt edilemez.” Bir nükteden daha fazlası var burada. Her zaman erbabının bildiği meslek sırları, püf noktaları olmuştu. Ama bu sırların özenle saklanmasının bir nedeni de, mesleğin dışından biri tarafından kolayca anlaşılır ve uygulanabilir oluşuydu. Temel kavramlar, neden sonuç ilişkileri sıradan insanlar için erişilmez değildi. Ancak 20. yüzyılda önce elektriğin, ardından elektroniğin işin içine girmesiyle durum değişti. Sadece kumanda düğmeleriyle ilişki kurduğumuz, görülmez, dokunulmaz, anlaşılmaz güçlerle çalışan aletler hayatımıza girdi.
Kuantum teorisinin uygulamalarını, nanoteknolojiyi, gen teknolojisini bir yana bırakalım. Televizyon, cep telefonu, bilgisayar gibi aletler günlük hayatın parçası haline geldikleri için belki yadırganmıyor, ama bunların bile çalışma ilkeleri ortalama insan için ancak sihirli bir değneğinki kadar anlaşılabilir. Bu ilkeleri anlamak eğitimle, rasyonel akıl yürütme çabasıyla mümkün, ama işin uzmanı olmayanlar, “düşünecek onca şey varken” bu çabayı harcayacak ne vakte, ne de zihinsel enerjiye sahip. Modern teknoloji hayatı kolaylaştırdığı kadar anlaşılmaz, sezgisel olarak kavranamaz hale de getiriyor.
Aydınlanma ve sanayi devriminin “doğanın muazzam güçlerini dizginleyen ve insanlığın hizmetine sunan teknoloji” imgesinin zihinlerdeki yerini ele geçirmekte olan yeni imge bu: “Devasa güçleri harekete geçiren, bildiğimiz, alıştığımız hayatı altüst eden, anlaşılmaz, tekinsiz teknoloji”.
Korkularla oynayan siyaset
Peki bu imgenin yansıttığı korku üzerinden siyaset yapılabilir mi? Cevap ortada: (Maalesef) yapılabilir, zaten yapılıyor, yapılmaması tuhaf olurdu. Siyasî karar gerektiren sorunları büyük ölçüde teknokratlara bırakan bugünün demokrasisinde siyaset zaten böyle imgeler, korkular ve özlemler üzerinden yürütülüyor. Sınıf hareketine dayalı siyasetin zayıf ve etkisiz olduğu, topluma dair büyük teorilerin ve büyük projelerin gözden düştüğü günümüzde kendini dünyayı dönüştürme hedefiyle tanımlayan radikal bir muhalefet de bu çerçevenin dışına çıkamıyor. Mümkün her muhalefet noktası üzerinden güç toplama ve düzene karşı siyaset yapma çabası, radikal siyasî hareketleri hakiki çelişkiler yerine, yaygın kaygı ve korkulara göre konum almaya itiyor.
Mesele şurada: Korkularla oynayarak yapılan siyaset, işe yaramıyor, korkuların kaynağını etkilemiyor. Sistemle bir derdi olmayan siyasî hareketler için teknolojik gelişmenin yarattığı endişe, somut bir olayla gündeme geldiği ölçüde, gündelik siyaset için bir malzeme olmanın ötesine geçmiyor. Radikal muhalefet açısından ise, (konu ister nükleer enerji olsun, ister HES, GDO, iklim değişikliği, organik tarım) teknoloji kaygısının yükselttiği bir dalganın üzerinde ayağa kalkma çabası, sonuç olarak bir dalganın, yani suyun üzerinde ayakta durma çabası oluyor.
Siyasî müdahalenin anlamlı ve etkili olacağı düzeyin teknolojik yeniliklere karşı duyulan kaygı ve korkuların altındaki bir düzeyde olduğunu düşünüyorum. “Bildiğimiz hayatı altüst eden, anlaşılmaz, tekinsiz teknoloji” imgesinin altında teknolojik gelişimi ve onun belirlediği hayatı denetleyememe, hayatın akışına hakim olamama, gidişatı etkileyememe duygusu var. Bu duygu somut bir duruma, teknolojik gelişimin kapitalist denetim tarzına tekabül ediyor: Teknolojik yeniliklerin nerede, ne zaman, hangi şartlarda hayata geçirileceğine kim nasıl karar veriyor? İşte burada siyasî müdahaleye alan açılıyor.
Teknolojik gelişimin kapitalist denetiminin ana unsuru, liraların eşit olduğu ve her liranın toplumsal kararlara bir oyla katıldığı piyasa. Piyasanın teknolojik kararları, düzenleyici kuruluşların uzmanları ve çağdaş demokrasinin kurumları tarafından törpüleniyor. Bu denetim durumu katlanılır ve meşru hale getiriyor; ancak durumun tatmin edici olmadığı teknoloji kaygısının yaygınlığından belli.
İnsanlar teknolojik kararların alınmasında liraların değil, kişilerin birer oy sahibi olduğu demokratik siyasî süreçlerin daha fazla rol oynamasını istiyor. Teknoloji meselesinin, toplumu dönüştürmeyi hedefleyen radikal muhalefet tarafından yakalaması gereken düğüm noktası, tam da bu: daha fazla demokrasi!