Nihat Kentel
Dünya’da daralan temiz hava ve su kaynaklarına erişmenin maliyeti, toplam nüfusa oranı gittikçe azalan bir insan gurubu tarafından karşılanabiliyor. Büyük çoğunluk biyolojik varlığı için gereken kaynaklardan yoksun alanlarda yaşamak zorunda kalıyor. Kapitalist pazarlar, çevreyi ve insanları tüketiyor, dışlayarak gelişiyor, derinleşiyor. 2007-2008 dünya gıda krizi sürecinde dünya pazarlarının, yüksek tarım ürünleri fiyatları üzerinden, bir milyarı geçen açlar ordusuna rağmen nasıl çılgınca sermaye biriktirebildiğine tanık olduk.
Pazar değeri, bu pazara doğrudan ya da dolaylı olarak müdahil olan aktörlerin artı değer yaratma kapasitesi farklı olan ürünler arasında yaptıkları tercihleri tarafından belirlenir. Örneğin dünyadaki açlık sorununa karşın, tarım arazilerinin çok büyük bir kısmı benzin ihtiyacımızı gidermeye ayrılabilir rahatlıkla.
Kapitalist pazar, sahip olduğu kendine özgü bu değerleme yeteneğinden dolayı, insanların sonsuz kullanımına açık olan şeylerin (havanın, çevrenin) sınırsız tüketimine karşı kendiliğinden harekete geçemez. Hatta miktarı “sınırsız” gibi gözüküp de aslında pazarın tartısına pek gelmeyen nesnelere karşı, insan varlığı için vazgeçilmez önemde olsalar bile, bir duyarlılığı olmadığı için, bizzat kendi içinde yaşayıp nefes aldığı ortamı da zehirleyerek dönüştürür, yaşanmaz hale getirir. Pazarın geri bildirim mekanizmaları da vardır, kendi mantığı içinde. Bir süre önce değerlenemeyen şeyler pazar süreçleri içinde yeni değerlerine kavuşabilir, hatta kıtlaştıkça kazanç kapısı haline gelebilir. Pazar, yaşanamaz hale getirdiği çevrenin içinde yaşayanlara bu kez dönüp kendi araçlarını sunar ve ekolojik çöküşü sermayeye devşirir.
Bu doğal çözülme karşısında, çevremizde yer alan her şeyi pazarın bir nesnesi haline getirme çabasından vazgeçmeyen ve açlığını bir türlü dindiremeyen pazarın sürekliliğini ve “dengelerini” temel alan yaklaşımlarda radikal bir değişikliğe gitmeden doğanın korunabileceğini savunanlar sınırsız ekonomik büyüme sendromu (“gereği”) ile içinde yaşadığımız doğanın bugünkü haliyle korunması arasındaki derin çelişkiyi umutsuz bir şekilde çözmeye çalışıyor.
Ekolojik tükenmeye karşı pazarın “yaratıcı” kurnazlığı
Bu çelişkinin çözülmesi için neoklasik iktisatçılar, çözülmeye maruz bırakılmış doğal kaynakların pazara “doğru” fiyatlarla aktarılması, yani “gerçek” değerlerine kavuşturulması gereğini öne sürer. Böylece sınırsız tüketiminin önüne geçilebilecek bu kaynaklar, pazarın cismine dokunmadan, koruma altına alınmış olacaklardır.
Bu önerme, insanlar, bitkiler ve hayvanların bugünkü varoluş düzeyinde yaşamlarını sürdürebilmesi için gereken kaynakları fiyatlama yoluyla diğer iktisadî büyüklüklerle aynı boyuta indirger ve onların tüketilebilen nesneler olduğu görüşünü terketmez. Sonlu ve “doğru” fiyatlanmış bir kaynağın tüketimi azalsa bile, onun, tüketildiği sürece aynı zamanda bitebileceği gerçeğini de içinde taşır. Fiyatlaması yapılmış ya da yapılmamış çevresel kaynaklar kapitalist pazarlarda tüketilmeye mahkûmdur. Kıtlaşan kaynakların tüketiminin nasıl gerçekleşeceği ise pazar dengelerinin insafına terkedilir.
Sınırlı olan kaynakların tümüyle tükenmesine, fiyatlama yoluyla daha az tüketerek engel olmak, kapitalist artı değer ihtiyacının derinliği ve sermaye birikimi açlığının vardığı bu son evrede olanaksız gözüküyor. Dünyanın her tarafını sarmış olan sermaye birikimi yarışı ve çılgınlığı, doğal yıpranmayı, doğanın kendini yenileme hızının çok üstüne taşıdı. Pazar bunu sorun etmez.
Ekolojik kaynaklar tüm boyutlarıyla dünya pazarlarının hesaplarına çoktandır bir girdi olarak katıldı ve pazarın yoketme felsefesi olan fayda maliyet analizlerinin konusu oldu. Bir şeye paha biçildiği andan itibaren, o şey bu analizin bir parçası haline gelir ve daha önce hesapsız tüketilenler bundan sonra pazar güçleri tarafından resmen “tüketilmeye” başlanır. “Milyarlık araziler boş duracağına”, “akarsular boşa akacağına” denir ve dönüştürülür.
Kapitalist pazar ekolojik sorunun “çözümünde” doğayı birbirinden bağımsız parçalar bütünlüğü olarak ele alır. İçindeki “parçaların” ancak diğerleriyle birlikte varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği tartışılmaz. Pazarda her şey sayısal büyüklüklüklere dönüşür. Sayı fiyatı etkiler, fiyat ise tüketimi. Pazar bizi var eden kaynakların bitmeyeceğinin garantisini vermez. Sonlu kaynaklar karşısında pazarın dönüştürücü yaratıcılığı hiç bitmez. Kapitalist pazar varolanın yıkıntıları üzerinde gelişir, fakat yeni güçler yalnızca eski güçlerin yıkıntısı üzerinde değil, aynı zamanda insanların ve çevrenin çöküntüleri üzerinde de yükselir.
Dönüştürücü yaratıcılık
Bu öyle bir hal alır ki, okul kitaplarında öğrendiğimiz birçok şeyi gözden geçirmek zorunda kalırız. Bunların başında kaynak maliyetleri sorunu gelir. Sermaye birikimi artan kaynak maliyetlerine rağmen gerçekleşmeye devam eder. Örneğin işçi ücretlerindeki artışlar birikimde geçici kesintiler dışında önemli bir engel oluşturmaz. Artan maliyetlerin kısa dönemde kâr marjını düşürmesi karşısında sermaye birikimi ekolojik ve insanî dışsallıklar yaratılarak sürdürülür. Neoliberalizmin en önemli başarısı da bu oldu ve dünya pazarlarına artı değer yaratma ve sermaye birikiminin önündeki son mahremiyet engelini de kaldırdı. Dokunulmayan her şeye dokunulabileceğini gösterdi.
Bir başka örnek olarak, petrol kaynaklarının içine girdiği dönemsel krizleri küresel pazarlar, 1970’li yıllardan itibaren gelişen/geliştirilen neoliberal politikalarla aştı. Bir yandan pazarın genişletilmesi ve küresel pazarlama politikaları ile artan girdi fiyatlarının ürün maliyetleri içindeki oranı düşürülürken, belli sektörlerde oluşan maliyet şişmeleri, oluşan yeni fiyat dengeleri üzerinden diğer sektörlere yayılarak ve büyük ölçüde gelişmekte olan Üçüncü Dünya ülkelerine ihraç edilerek bertaraf edildi. Uluslararası finans merkezleri aracılığıyla, Batı’ya büyük boyutlarda servet aktarımları gerçekleştirildi. Petrol krizi sermaye birikiminin bir sonraki aşamada gerçekleşen sıçramasında fırsat olarak kullanıldı.
Bu yüzden neoliberal politikalar, bir yandan ekolojik kaynakların yarattığı krizin kâr üzerindeki olası sonuçlarını bertaraf edebilirken, küreselleşme yoluyla, sermaye birikiminin daha önce görülmemiş oranlarda artmasını da getirdi. Hem de fosil kaynak kullanımını hiç azaltmadan.
Büyümenin önünde bazan ciddi bir engel olarak algıladığımız ekoloji, harap edilerek de olsa, aslında kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerinin sürekli dönüştürdüğü, hatta servetleri şişirmek için yeyip bitirdiği bir çerçeveye dönüştü zamanla. Ekolojik sınırlar diye algıladığımız şey, nasıl yaşadığımızın kendisi için hiç bir önemi olmayan kapitalist pazarlar için ahlaki bir sınır değildir. Pazarlar doğanın yıkımını da görmezken, sürekli dönüşen bu çerçeve yapıda ekolojik sınırları artı değer yaratma ve sermaye birikiminin uyum sorunu olarak ele alır. Kapitalizmin bu amaçla sürekli olarak devreye soktuğu yenilikler yalnızca düşen kârlara karşı gerçekleşen bir zorunluluk değil, eriyen ve yok olan doğal kaynakların eksilmelerine uyum sağlama amaçlıdır, aynı zamanda. Sermaye birikiminde ortaya çıkan ekolojik tıkanıklıkları aşma faaliyetidir.
Toplumsal ya da ekolojik adalet
Kapitalist pazar, henüz etki alanında yer almayan şeyleri kendi alanına çeker, yuttuğu yapıları bozar, dönüştürür. Girdiği yerlerde sermaye birikimine o an için en iyi hizmet edecek kurulumu sağlar. Vahşi Batı’nın ehlileştirilmesinden Afrika’nın sömürge yoluyla fethedilmesine kadar, topraklar, sular, hayvan ve insan toplulukları sermayenin nesnesi haline getirilir ve varolan toplumsal yapılar, yaşam alanları, ekosistemler parçalanır, yerine “pazar” girer.
Kapitalist pazar insanî olanı da dönüşüme zorlar. Dönüşebilenlerden yeni topluluklar oluşurken, dönüşemeyenler bir tür ekolojik çöplüğe dönüşür. İşgücü, uzmanlaşma adını verdiğimiz ayıklanmalar yoluyla binlerce parçaya ve aşamaya ayrıştırılmıştır. İşgücü kitlesi içinden her gün bir kısmı kullanılamaz hale getirilir. Şu anda, pazar için hiç bir anlamı olmayan, emeği hiç bir değer karşılığı göremeyen işgücü “stok”larıyla dolu bir dünyada yaşıyoruz.
Kapitalizmin bir kenara attığı ve pazar için değerden düşmüş yığınların, sistemden dışlanmış insanların işgücünü yeniden üretmesinin maliyeti, işgücü olarak piyasaya girdiği andan itibaren yaratacağı pazar değerinden daha yüksektir artık. Bu yüzden pazar, sermaye birikim ve yeniden üretim sürecinde, yalnızca artık hiç bir “pazar değeri” kalmamış, yıkıma uğramış doğal çevreler değil, aynı zamanda “değersizleşmiş” işgücü yığınları da yaratır. Toplumsal varoluş kavramı da sürekli dönüşüme uğratıldığı için, bu yığınlar, yaşayabilmek için toplumsal faaliyetle ilgili yeni yetenekler geliştirmek ya da şehirlere yamanmış alanlarda ekolojik yıkımın gölgesinde yaşamak zorunda kalır.
Kapitalist pazarların yarattığı bu insanî dışsallık, toplumsal yeniden üretimi de tehdit eden boyutlara ulaştığından, sorunun çözümü ve olası bir isyanı önleyebilmek için devletler her gün artan oranlarda bütçelerinden pay ayırmak zorunda kalıyor. Bu payı yeterli sermaye birikimi ve artı değer yaratabilen pazar ekonomilerinden geçinen devletler ayırabilirken, bu artı değer savaşından yeterince sebeplenememiş olan ülkelerde çöküşler ve devrimler yaşanıyor.
Oyunu bozmak zorundayız
Kapitalist pazar ilişkileri kendi yarattığı ve aynı zamanda kendi varlığını da tehdit eden dışsallıkların ortasındaki helezonik gelişmesini daha ne kadar sürdürebilir? Daha ne kadar insan çöplükte, kimyasal atıklar içinde yaşama geçiş yapacak ve insanlar karbon gazını daha ne kadar soluyabilecek ve iklim değişikliğine tahammül edecek, havaların ısınmasında kaç dereceye kadar dayanabileceğiz? Kapitalist yeniden üretimi ayakta tutabilmek için insanlar daha ne kadar kendilerini feda edebilecek?
Sosyal ve ekolojik çöküşler yayılıyor. Kapitalist pazarların bugüne kadar yarattığı çözümler ve ekolojik çözünüm matematiksel neoklasik iktisat çerçevesinde sonsuza kadar gidebilse de ve pazarlar bunu böyle algılasa da, insanlıgın artan sıkışmışlığı bunun tersini gösteriyor.
Pazar ekonomisi kendi yarattığı ekolojik ve insanî dışsallıkları yönetemediği için rasyonel karar alma yeri değildir. Kendi yaşam alanlarını sömürerek hatta yok ederek krizlerine çözüm arayan bir sistemdir içinde yaşadığımız: Kaynaklarını yeyip bitirirken, birikimini sağlayan, ama bir yandan da kendine yeni krizler ve çıkmazlar hazırlayan bir kurulum.
Özgürce kazanma ve karar alma yeri gibi gözüken pazar, fiyat dengesinin altında kalan aktörlerin hiç de özgürce olmayan bir şekilde varlıklarını kaybettiği ve işgücünü yarına taşıyacak mal ve hizmetlere ulaşamadığı bir yerdir. Çevrenin ve gelecek nesillerin korunması, ekolojik kaynakların doğru ya da yanlış fiyatlanmasını değil, bu kaynakların tüketiminin önüne geçilmesini gerektirir.
Birikimin yarattığı ekolojik yıkım, sermayenin maliyet hesaplarında ve insanlığın yaşam hesabında kayda giriyor. Kapitalist pazarlar, yarattığı ekolojik felaketler karşısında derinleşmesini biraz daha sürdürse bile, sürdürülemeyecek olan, dünya üzerinde yaşayan ve pazardaki rekabet karşısında güçsüz insan topluluklarının hayatı, doğal ortamıdır. Safra olarak atılan yalnızca atmosferin ve toprağın parçaları değil, insanlığın kendisidir.