Can Irmak Özinanır
Kapitalist toplumdan sosyalizme nasıl mı geçeceğiz? Cevabı çok basit. Biliyorsunuz, içinde yaşadığımız toplum kapitalist üretim tarzı üzerinde yükseliyor. Kapitalist üretim tarzı emek gücünün sömürüsüne bağlı, yani üretim ilişkileri sömürü etrafında şekilleniyor. Emek gücünün sömürüsü ile ortaya çıkan muazzam değer, üretim güçlerinin de aynı muazzamlıkta gelişmesini sağlıyor. Bir gün, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında bir çelişki doğacak. Mevcut üretim ilişkileri, üretim güçlerini taşıyamaz hâle gelecek. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlayacak. Artık değerine el konulan işçiler artık kolektif çıkarlarının kapitalist sistemde olmadığının farkına varacak ve sistemi devirip yerine sosyalizmi getirecekler.
Sizce bu doğru mu? Sınıflar mücadelesinin işçi sınıfı lehine sonuçlanması, sömürünün ortadan kalkması bir aşamada zorunlu olarak ve kendiliğinden ortaya çıkacak çelişkilerin sonucu mudur? O zaman işçilerin arasında örgütlenmeye çalışmanın, ulusların kendi kaderini tayin hakkı için mücadele etmenin, çeşitli özgürlükleri kazanmak için sokaklara dökülmenin, devlet baskısıyla karşılaşmanın ne anlamı var? Zaten her şey tarihin ve ekonominin çelik yasaları ile önceden belirlenmişse ve günün birinde sosyalizm öylece ortaya çıkıverecekse niye?
Marksizm ekonomizm değildir
İlk paragrafta anlattığım süreç, aslında Karl Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı kitabının meşhur önsözündeki bir bölümden biraz kabalaştırarak yapılmış bir alıntı. Üstelik anlatılanın bütünüyle yanlış olduğunu söylemek de mümkün değil. En genel soyutlama düzeyinde, toplumun işleyişi anlaşılmaya çalıştığında söylenenlerin çoğu doğru.
Gerçekten de kapitalist toplum, emek gücünün sömürüsü üzerinde yükselir. Gerçekten mevcut üretim ilişkileri, üretici güçleri bir aşamaya kadar geliştirir ve kendi aralarında çelişkiye düşer. Ancak tüm bunlar, bahsedilen genel soyutluk düzeyinde gerçekleşmez; üretim ilişkileri soyut değildir, hayatımızın tam ortasındadır. Sınıf mücadelesi hayatın her alanında ve her gün yeniden ve yeniden yaşanan bir mücadeledir. Patronundan zam isteyen işçi, devlete karşı mücadele eden bir direnişçi, kreş hakkı için mücadele eden bir kadın, transfobi yeryüzünden silinsin diye uğraşan bir aktivist, İsrail’in işgaline karşı direnen bir Filistinli sınıf mücadelesine katkıda bulunan, eyleyen özneleridir. Elbette bu saydıklarımın hepsi doğrudan işçi sınıfının parçası veya onu ikame edebilecek toplumsal özneler değillerdir, ancak dünyayı değiştirme yönünde güçlü bir katkı sağlayabilirler. Çünkü politik mücadele olmadan, egemen fikirlerin işçi sınıfına ve diğer bağımlı sınıflara dayattığı ayrımlar aşılamaz, kapitalizme karşı güçlü bir alternatif geliştirilemez.
Marx ve Engels elbette ekonomiye, daha doğrusu üretim faaliyetinin kendisine belirleyici bir rol biçiyor ve önem atfediyordu. Ancak Marksizm’i ekonomiye indirgemek ona yapılacak en büyük haksızlık olacaktır. Marksizm’in realist bir yöntemi vardır. Dünyayı o güne kadar yüzeysel bir şekilde açıklamış bütün sistematik düşüncelere meydan okumuştur. Yüzeyde ve gözlemlenebilir olanla ilgilenen pozitivistlerin aksine Marx, olan bitenin arka planında işleyen mekanizmaları ortaya çıkarmayı ve onları dönüştürmeyi öneriyordu. İşte, kapitalist üretim tarzını incelemesinin ardında tam böyle bir çaba vardı, dünyayı değişmez kurallarla işleyen bir iktisadî “gerçekliğe” indirgeme amacı değil.
Lenin ve politikanın önceliği
Marksizm ve politika arasındaki ilişkiye özgün ve bir o kadar da hayatî bir katkı sağlayan isimlerin başında kuşkusuz Vladimir İlyiç Lenin gelir. Lenin’in politik yaşamının içinde geçtiği dönem, özellikle de 1900’lerin ilk çeyreği, sosyalist (veya o dönemki ismi ile sosyal demokrat) partiler arasında en ciddi hesaplaşmalardan birinin yaşandığı dönemdi. İşçi hareketi içinde en etkili parti Almanya’daki Sosyal Demokrat Parti’ydi (SPD) ve parti o zaman “Marksizm’in Papası” olarak tanınan Karl Kautsky tarafından yönetiliyordu. Kautsky ve onun etkisindeki II. Enternasyonal üyesi sosyal demokrat partiler, yazının ilk paragrafında bahsedilen mekanik şablona gönülden bağlıydı. Onlara göre her toplum belirli bir tarihsel gelişim şemasını izleyecek ve sonunda tarihsel gelişimin zorunlu bir sonucu olarak sosyalizme ulaşacaktı. Bu şablonun dışına çıkacak politik eylemler maceracı birer deneyim olmaya mahkûmdu. Lenin, tam da bu düşünce ile hesaplaştı ve politikanın işçi sınıfının tarihsel sınıfsal bilince ulaşmasında öncelikli olduğunu savundu.
Lenin, politikayı “ekonominin en yoğunlaştırılmış hâli” olarak tanımlıyordu ve salt ekonomiye indirgenmiş mücadelenin sistemin sınırları içinde kalacağını, sınıf bilincini sınırlayacağını savunuyor, bu sebeple politik mücadeleyi önceliyordu. Lenin 1902 yılında Ne Yapmalı? kitabını yazarken stalinizmin bugün putlaştırdığı “profesyonellerden oluşan parti” fikrinden öte sınıf bilincini toplumun bütün katmanlarına yaymayı ve mücadeleyi genelleştirmeyi savunuyordu. Bu kitapta, ekonomik indirgemeci Raboçeye Dyelo grubuna karşı yaptığı polemikte nüfusun bütün sınıflarına gitmeyi öneriyor, salt işçi eylemlerine odaklanmanın yanlış olduğunu söylüyordu. İşçi sınıfı, toplumda baskıya maruz kalan diğer sınıf ve grupların da taleplerini savunmalı, onlara destek vermeliydi. Lenin’in politikaya ilişkin bu bakışı, örgütsel ve stratejik bakış açısındaki pek çok değişime rağmen, devrimci politika düşüncesinin temelini oluşturdu.
Bu sebeple Lenin’in 1902’den 1917 Ekim Devrimi sonrasına kadar yazdığı tüm metinler yüksek düzeyde politik metinlerdir. Lenin’in metinlerinde Marksist teori, en genel soyutlama düzeylerinden, daha alt düzeylere, somut bir politikaya dökülmektedir. Teorinin griliği, hayatın yemyeşil ağacına cansuyu vermektedir.
Lenin’e göre sınıf mücadelesi, her politik uğrakta farklı manevralar yapmayı gerektirir, yani taktikler ve stratejiler sınıf mücadelesinin hayati bir parçasıdır. Bir hareket güç biriktirme, ileri çıkma ve geri çekilme anlarını saptayabilmeli, belirli anlarda belirli hamleleri yapabilecek esnekliğe sahip olmalıdır.
Peki, işçi sınıfının politik bir özne olarak diğer ezilenlerle bağ kurmasını, gerekli taktik ve stratejik adımları atabilmesini, erken bir ayaklanmaya kalkışmamasını veya ayaklanma anı geldiğinde geç kalmamasını sağlayabilecek olan nedir? Lenin’in buna cevabı kuşkusuz devrimci bir partidir.
Lenin’in politikaya bakışının cisimleştiği yer devrimci partidir. Ne zaman Leninizm’den söz edilse zurnanın zırt dediği yere geliyoruz. Lenin’in parti fikrinin Stalinizm’in karanlığına yol açtığını düşünenlerin sayısı hiç de az değil. Oysa Lenin, bürokratlardan ve onun etrafına çöreklenmiş çıkar çevrelerinden oluşan bir partiyi hayatının hiçbir döneminde savunmadı. O, politika kavrayışına uygun olarak sınıfın kendisi olmayan ancak sınıftan da ayrı olmayan bir parti savunuyordu. Eğer politika, ekonominin doğrudan yansıması değilse, devrimci partinin de egemen fikirlerden hiç de azade olmayan sınıfın bütününü temsil etmesi beklenemez. Bu sebeple Lenin, işçi sınıfının en mücadeleci ve en önde duran unsurlarını bünyesinde toplayacak, devrimci kriz durumu ortaya çıktığında ise sınıfın geri kalanını yönlendirebilecek demokratik ve merkeziyetçi bir parti fikrini savunuyordu. Bu, devrimi mekanik bir süreç olarak algılamamasının, ikameci bir anlayışa sahip olmamasının sonucuydu.
Gramsci ve hegemonya mücadelesi
Lenin’in fikirlerini özgün bir biçimde ele alarak, Avrupa koşullarına uyarlayan ve Marksizm-politika ilişkisine önemli bir katkıda bulunan en önemli devrimcilerden biri de Antonio Gramsci’dir. Ekim Devrimi’ni “Kapital’e karşı devrim” adlı bir makale ile karşılayan Gramsci, bu makalesinde II. Enternasyonal’in mekanik Marksizm anlayışını mahkûm ediyor ve sosyalist propaganda ile Rusya halkının tarihsel şemaya uygun olmayı beklemeyen devrime ilerleyişini selamlıyordu. Daha sonra fiilî ve fizikî önderliğini yaptığı fabrika işgalleri döneminde, İtalyan Komünist Partisi içinde sekter eğilimlere karşı verdiği mücadelede hep politikanın, taktik ve stratejilerin önemine vurgu yaptı. En önemli katkısını ise faşizmin zindanlarında tuttuğu Defterler’de yaptı.
Gramsci, Defterler’de Avrupa’da devrimin nasıl olup da yenilgiye uğradığını anlamaya çalıştı ve yeni bir anlayış önerdi. Gramsci’ye göre Rusya’nın aksine batıda sivil toplum çok gelişkindi, devlet zayıflasa bile sivil toplumda kurmuş olduğu hegemonya aracılığıyla kendini kısa bir sürede toparlamayı başarabiliyordu. Kapitalizm, kitleleri sadece zor yoluyla değil aynı zamanda rıza yoluyla da kendine bağlıyordu. Bunun için Gramsci, uzun süreli bir politik-ideolojik mücadele, bir hegemonya mücadelesi önerdi.
Bu anlayışa göre devrimci sınıf, toplumdaki diğer bağımlı sınıfları da kendi hegemonyası altında toplayabilmeli, bunun içinse sivil toplum içinde bir mevzi savaşı vermelidir. Bu, mücadeleyi ekonomik sınırların dışına taşıma anlamına gelir. İşçi sınıfı, sosyalizmin geniş kitlelerin çıkarına olduğunu, kitlelere pratik içinde kanıtlayabilmeli, toplumun ortak duyusuna yerleşik olan burjuva düşüncesini gündelik mücadele içinde alt etmeyi başarmalıdır. Gramsci de, Lenin gibi bu mücadeleyi sınıfın organik bir parçası olan devrimci bir parti aracılığıyla vermeyi önerir.
Sistemi her düzeyde teşhir etmek
Hem Lenin hem Gramsci iradenin önemli bir yer tuttuğu bir politik mücadele önerir. Politikayı ekonominin doğrudan bir yansıması gibi gören kaba Marksist yaklaşımlara karşı dururlar. Devrimi beklemeyi değil kışkırtmayı, sistemi salt ekonomik düzeyde değil, her düzeyde teşhir etmeyi, bir devrimci kriz anına hazır olmayı savunurlar. Bu iradecilik, kendini sınıfın yerine ikame etme anlamına gelmez; sınıfın devrimci bir özneye dönüşümünde politikanın kaçınılmaz bir aracı olduğu anlamına gelir.
Politik mücadele üzerine yaptıkları bu vurgu günümüz dünyasında devrimcilere yol göstermelidir. Politik dönemeçlerde “işçi sınıfını ilgilendirmez” anlayışıyla politikaya sırtını dönen anlayış devrimci değildir. Her politik gelişme –farklı önemlerde– işçi sınıfını ilgilendirir. Ezilen ulusun mücadelesi de, parlamentodaki basit bir yasa tasarısı da, işyerinde mobbinge maruz kalan bir emekçinin mücadelesi de… Ezilenlerin sesinin tarih sahnesine yön vermesini istiyorsak, kendini gündelik yaşamda var eden devrimci bir politikayı hayata geçirmek zorundayız.
Devrimler, saf birer görüngü olarak karşımıza çıkmaz. Bir tarafta burjuvazinin, bir tarafta ise proletaryanın ringdeki boksörler misali karşı karşıya geldikleri bir devrim mevcut değildir. Arap coğrafyasında devrimlerin olanca karmaşıklığıyla karşımıza çıktığı, Avrupa’da krize karşı direnişin yükseldiği bugünlerde, bunu aklımızda tutmamız gerekir.