Kayıp Cennet
John Milton,
Pegasus Yayınları, 2006.
İnsanlık tarihi etnosantrik bir açıdan ele alınacak olursa, dürüstlük şu hakikati söylemeyi gerektirir: Beyaz ırk, yerkürenin kanseridir. Bu habis hücre yayılım gösterdiği her yerde bağımsız uygarlıkları yok ederek köleleştirmiş, sayısız canlı türünün kökünü kurutmuş, gezegenin doğal dengesini başka hiçbir canlının yapamayacağı şekilde sarsmıştır. Onun icatları, ahlâk sistemleri ve ideolojileri yaşamı tehdit etmektedir. Vatana tapma biçimlerinin en beyinsizceleri, insanı kendi tabiatına düşmanlaştırarak hasta eden en irrasyonel ve hakim ahlak yapıları, canlıları her seferinde bir asır öncesine göre daha vahşi şekillerde yok edebilen en gelişmiş ölüm makineleri, hepsi ama hepsi onun bünyesinde ortaya çıkmıştır.
Bütün bu felaket tablosunda siyah ırkın ve diğer yerli halkların “kurban olmak” dışında bir rolü yoktur. Onlar beyaz adama hep şüphe ile yaklaşmış, onun yarattığı yıkımlara direnmeye ve kaçmaya çabalamışlardır. Kaçmayı ya da dikkat çekmemeyi başarabilenler bugün yeryüzünde beyaz uygarlığın kuşatması altındaki bakir bölgelerde, hiçbir büyük yıkıma ya da tükenişe sebep olmadan derin bir sessizlik içinde yaşamaktadır. Kaçamayanlar ise Amerika’nın talihsiz yerli halkı gibi ya imha edilmiş ya da asimile olarak aynı lanetli uygarlığın parçası haline gelmiştir.
Beyaz adam, kafası kocaman, yüreği ise cüce bir yırtıcı türüdür… Bilge kızılderili reisinin dediği gibi, “Toprak onun kardeşi değil, düşmanıdır, bir kez fethedince devam eder yoluna…”
Tarihte ve bugün oynadığı uğursuz rolle beyaz adam, insanın lanetlenerek Cennet’ten kovulduğu mitini üzerinde düşünmeye değer kılmaktadır. Şu farkla ki, Cennet’ten kovuluş mitinin telifi de ona aittir, yani bu mit Batılı insan ve onun uygarlığı özelinde anlam taşır. Cennet’ten kovulan insan, Batılı insandır. O, kaybettiği Cennet’le birlikte tanrısal yanını yitirmiş ve başkalaşıma uğramıştır. Üstelik taşıdığı tarihsel-sosyolojik anlamlar açısından böyle bir kovuluş gerçekten vakidir.
Metinler arasında
Kovuluş öyküsünün esas dayanağı Kutsal Kitabın Yaratılış (Genesis) bölümüdür. Yaratılış 3:22’de, insanın yılana kanıp yasak meyvenin tadına bakması ardından düştüğü durum karşısında “RAB Tanrı”yı kendi kendine konuşur şekilde buluruz: “Adem iyiyi kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu. Artık yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli.”
Bu bölümde intikam duygusuyla dolu cezalandırma sahneleri görülür; yılan cürmü yüzünden lanetlenir ve karnının üstüne sürünmeye mahkûm edilir. Kadın ile birbirlerine düşman edilirler; RAB Tanrı’nın vaadine göre kadının soyu onun başını ezecek, yılan da onların topuğuna saldıracaktır. Kadın, doğum sancılarıyla cezalandırılır; çocuklarını acı çekerek dünyaya getirecektir.
Erkek ise yaşamı boyunca emek vermeden yiyecek bulamamakla cezalandırılır; toprak artık ona cömert olmayacak, erkek kendisini işlemeden onu doyurmayacaktır. Nihayetinde lanetlenen çift Eden bahçesinden sürülür.
Bu öykünün daha uzun ve epik öğelerle dolu şeklini 17. yüzyıl İngiltere’sinde yaşamış, İngiliz edebiyatının kör Homeros‘u olarak bilinen John Milton‘un Kayıp Cennet (Paradise Lost) eserinde okuruz. Milton’un bu epik eseri beyaz adamın ruh kökünü teşhis etmek açısından çok çarpıcı bir kaynak olma özelliğine sahip. Zira hem Milton Anglo-Sakson kültürün mensubu olarak tipik bir Batılı beyaz adamdır, hem de dönem siyasî-sosyal ve entelektüel cereyanları itibariyle modern Batı imgesinin oluşmaya başladığı bir sürece tekabül etmektedir.
Milton’un Kayıp Cennet‘de resmettiği Tanrı figürü ve kozmik düzen anlayışı hemen hemen tamamiyle Kutsal Kitap teolojisine sadıktır. Tanrı, bir çeşit baba figürü olarak bütün erilliği ile mevcut kozmik düzenin yaratıcısı ve mutlak hakimidir. Tanrı katında, ona en yakın olanlardan (seraphim) başlamak üzere, sıkı bir hiyerarşik düzen içinde olan melekler, ünvanları, görevleri ve tasarruf alanlarıyla bu kozmik düzenin aslî unsurlarıdır. Bu haliyle ortada aslında dünyevî olanın tıpatıp aynısı bir “göksel monarşi” bulunmaktadır.
Kayıp Cennet, ana teması itibariyle insanoğlunun Cennet’i kaybedişinin bir anlatısı olmasına rağmen, hikâye orada başlamaz. Anlatı, Şeytan’ın yandaşlarıyla beraber Cehennem’e düşüşü sonrası hayalkırıklıkları ve zillet ile dolu bir bozgun resmi ile başlar. Peki, Cennet düzeninin yüksek rütbeli ve paye sahibi bir mensubu iken Şeytan’ı (Lucifer) isyancı bir figüre dönüştüren ne olmuştur? Anlatıya göre, Tanrı’nın, kendi oğlunu eş-otorite olarak Cennet ahalisine ilan etmesiyle birlikte kazan kaynamaya başlar. Yani aslında gelişen tepki dünyevî anlamda düpedüz “politik”tir. Göksel bürokrasi çatırdamıştır. Şeytan, yandaşlarını toplantıya çağırıp çektiği ateşli nutukta şunları söylemektedir:
“…sizler Cennet’in yerlileri ve oğullarısınız, hepiniz eşit olmasanız bile özgürsünüz, özgürlükte eşitsiniz;emirler ve dereceler özgürlükle bağdaşmaz ama bu da vardır. O halde mantığı olan kim söyleyebilir Monarşi’nin özgürlükçü olduğunu? Ya da kendisi yasalara uymayanın bize yasa getireceğini? Böyle biri bizim efendimiz olamaz, böyle bir gücün bizi yönetmesine, bize hükmetmesine izin veremeyiz.”
Şeytan, handiyse ortaya bir özgürlük etiği koyacaktır. Devam eden satırlarda, isyan henüz askerîleşmemişken saflardan ayrılan, Tanrı’ya sadık bir melekle (Abdiel) giriştiği polemikte iddialarını daha ileriye götürerek, kendisinin ve taraftarlarının varoluşlarını kendinden menkul olarak tanımladığını görürüz:
“Demek bizi o yarattı diyorsun, öyle mi? Ve şimdi bu görev babadan oğula geçiyor, ha? Yeni ve garip bir bakış açısı bu! Bu doktrinin nereden çıktığını öğrenmemiz gerekir, bu yaratılışı kim gördü? Sen Yaratan’ın seni yarattığını hatırlıyor musun? Şimdikinden başka türlü olduğumuz bir zamanı hatırlamıyoruz biz, bizden önce kim olduğunu, nasıl yetiştiklerini de bilmiyoruz. Bizim gücümüz kendimize aittir.”
Süreç gelişir, Şeytan “askerî” bir kalkışma gerçekleştirerek Tanrı ordularıyla savaşa tutuşur. Nihayetinde yenilir ve yoldaşlarıyla birlikte Cennet’ten “düşerler”. Kozmik düzenin tarihinde bir dönem böylece kapanır.
Gelgelelim, Şeytanın geliştirdiği bu cüretkâr itirazlar, aslında insanın yaratılış gayesinin ne olduğunu da ele vermektedir. İtirazların dayandığı güçlü argümanlar ve Cennet ahalisinin hatırı sayılır bölümünün bunların peşinden gidişi bir tür düzen içi “yeniden yapılanma”ya ihtiyaç doğurmuştur. Görünüşe göre İnsan, hem bu ihtiyacın hem de Tanrı’nın her daim “hikmet” perdesi arkasında saklanan ego problemlerinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Zira Milton’un tasvir yeteneği ile daha berrak bir şekilde ortaya çıktığı üzere, bu Tanrı düpedüz güçperestliği ile kaim, kaprisli, otoritesinin sorgulanmasından rahatsız bir kozmik tiran‘dır. Kesinlikle her yerde hazır ve nazır, zamandan ve mekândan münezzeh bir çeşit soyutlama değildir. Kâinata içsel, mekân sahibi ve somut bir varlıktır. Henüz varlığının farkına varmış ve yalnızlığından bedbaht durumdaki Adem’e verdiği cevap hayli manidardır:
“Sen buna yalnızlık mı diyorsun? Dünya bir sürü canlı varlıkla, temiz hava ile dolu değil mi? Onları istediğin gibi kumanda edemiyor, oynayamıyor musun? Onların davranışlarını, dillerini bilmiyor musun? Onlar senin altında, onlara istediğini yaptırabilirsin, senin krallığın zaten çok büyük.”
Tanrı, Adem’e bunları söylerken aslında yaratılmışlara dair kendi bakış açısını ortaya koymaktadır. Hıristiyan Tanrısı, İnsan’ı tıpkı kendisinin yaptığı gibi, doğayla ve diğer canlılarla hegemonik bir ilişki kurmaya yöneltmektedir.
Çıkarımlar
Milton’un metninden alıntıladığımız bu pasajları salt edebî metinler olarak değerlendirmek büyük biryanılgı olur. Çünkü Kayıp Cennet, başından sonuna Kutsal Kitap’tan bölümlere göndermelerle doludur. Yani Milton’un, Kutsal Kitap teolojisini edebiyata tercüme ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Öte yandan, Milton’un bu eseri, alışılageldiği üzere sadece yaşadığı çağda ülkesindeki mutlak monarşinin içine düştüğü krizin bir yansıması olarak okunamaz. Judeo-Hıristiyan kültürün temelleri üzerinde yükselen Batı uygarlığının imgesel dünyasındaki Tanrı figürünün içeriğine, Tanrı-İnsan ve İnsan-Doğa ilişkilerinin nasıl bir ruh taşıdığına bir ipucu kaynağıdır Kayıp Cennet.
Batılı Tanrı telakkisinin bütün veçheleriyle fazlasıyla insan biçimci oluşu, Tanrı’yı insan özgürlüğünün karşısına dikilmiş bir engel haline getirmiştir. Dışsal ve insan suretli bir otorite olarak iman edilen Tanrı ile insan arasında kaçınılmaz olarak derin bir yabancılaşma oluşmuş, Tanrı bir rakip, gitgide de düşman haline gelmiştir. Çok geçmeden, Batılı insan, Kayıp Cennet anlatısında Lucifer’ın izlediği yolu takip ederek bu “göksel baba” figürüne başkaldırmıştır. 20. yüzyılın şafağı sökmeden Nietzsche’nin ölümünü ilan ettiği Tanrı, işte bu Tanrı’dır.
Gelgelelim, kendi imgeleminde ölümünü ilan ettiği Tanrı’dan devraldığı uğursuz miras, Beyaz Adam’ın bilinç kodlarına işlemiştir. Beyaz adam, Tanrı’sına karşı adeta Oedipal bir kompleks ile yaşamıştır. Sonunda onu öldürmüş, ama ona benzemekten kurtulamamıştır. Kendi türüyle ve Doğa ile kurduğu ilişkide ortaya çıkan fecaat bunun bir neticesidir. Onun Cennet’ten kovuluşu ile başlayan macerası, bugün küresel kapitalizmin cehenneminde son bulmuştur.