Meltem Oral
Genelkurmay/darbeciler/Ergenekon ile AKP arasında artık bir fark kalmadığını ve son beş yıldır Ergenekon, darbe, kemalizm karşıtlığı adına yapılanların beyhude çabalar olduğunu, hatta bu çabaların AKP’nin demokrat görünmesine hizmet ettiğini söyleyen bir eğilim var Türkiye’de.
Bu eğilim, sürecin böyle nihayete ereceğinin aslında en başından beri belli olduğunu, ancak bunu anlayamayan sosyalistlerin bir takım liberallerle işbirliği yaparak bugünkü “hatalı” pozisyonlara savrulduğunu, egemen sınıf arasındaki çatışmaların biz sosyalistleri ilgilendirmediğini, sosyalistlerin kendi gündemlerini yaratması gerektiğini iddia ediyor.
Egemen sınıfın içindeki çatışma bizi ilgilendirmez mi?
Bu yaklaşım, bu konuda tavır almayı, egemen sınıfın çatışan kamplarından birini ya da ötekini meşrulaştırmamak gibi bir argümanla reddeder. Yani AKP de, onu darbeyle devirmeye çalışan ve bunun için Ergenekon örgütü çatısı altında koordineli bir eylemlilik içine giren asker ve sivil destekçileri de aynı şeydir, filler tepişmektedir. Sosyalistler ise kendi işine bakmalıdır, “Ayşe teyzenin derdi” başkadır.
Sosyalistlerin egemen sınıf içindeki çatışmalarla ilgilenmemesi gerektiği yeni ortaya atılmış bir tutum değil. Sosyalist hareketin tarihindeki bazı önemli deneylerde tartışılmış, başta Lenin olmak üzere birçok devrimci marksist tarafından eleştirilmiş bir tutumdur.
Ergenekon davası ilk başladığında, Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk gibilerinin ortaya attığı ve darbecileri masum özgürlük kahramanları olarak sunmak isteyenlerin hemen üzerine atladığı Dreyfus Davası benzer bir tartışmanın fitilini ateşlemişti.
Ergenekoncuların kendilerini tarihsel çarpıtmalarla birer Dreyfus olarak gösterme çabasının ötesinde, Dreyfus davası kendi döneminde sosyalistler arasında çok daha ciddi bir tartışmanın konusu olmuştur. Tartışma burjuvazi ile işbirliği ekseninde olsa da Rosa Luxemburg’un davanın egemenler arası kamplaşmada bir yem olduğunu ve işçi sınıfını ilgilendirmediğini söyleyenlerle yaptığı polemik benzer durumlarda işçi sınıfı hareketi lehine sosyalistlerin alması gereken tutumu özetleyen bir ders.
“Sınıf mücadelesinin sosyalist prensibi, işçi sınıfının bir sınıf olarak kendi çıkarlarının söz konusu olduğu her yerde eyleme geçmesini gerektirir. Bu, burjuvaziyi bölen tüm çatışmalar için de geçerlidir. Burjuva toplumundaki sosyal güçlerin arasındaki ilişkilerdeki her geçiş, ülkedeki siyasî ilişkilerdeki her değişim ilk olarak işçi sınıfının durumunu etkiler. Sosyalizm burjuva toplumun dışında gerçekleştirilmediği, örneğin her ülkede ayrı bir koloni olarak kurulmadığı sürece, burjuvazinin içerisinde olanlara kayıtsız tanıklar gibi davranamayız. Burjuva toplumundan sosyalist topluma göç etmeyi düşünmüyoruz; aksine burjuva toplumunu tam da onun tarafından yaratılan araçlarla alaşağı ederken, zafere doğru yürüyüşünde işçi sınıfının tüm sosyal olayları kendi lehine etkilemek için çaba göstermesi gerektiğini düşünüyoruz… Sınıf mücadelesinin prensibi burjuvazinin içinde gerçekleşen herhangi bir öneme sahip tüm siyasî ve sosyal çatışmalarda işçi sınıfının aktif müdahalesini engellememekle kalmaz, aksine tam da bunu dayatır.”
“Basit bir akıl yürütme”
Aynı konuya Gramsci de ekonomizm üzerine tartışırken değinir. Ekonomizm karşısında hegemonya kavramının geliştirilmesi şiarıyla yola çıkan Gramsci, Dreyfus ve benzeri siyasî süreçlerin ortaya çıkardığı ilkesel tartışmalarda ekonomistlerin ilk sorusunun süreçten “kimin kazançlı çıkacağı” olduğunu söyler ve ekonomistler “yanıltıcı olduğu kadar basit olan bir akıl yürütmeyle” şu cevabı verir: “Doğrudan kazançlı çıkanlar egemen sınıfın belli bir fraksiyonudur.”
Bu basit akıl yürütmenin kuramsal bir anlamı olmadığını savunan Gramsci, ‘kazançlı çıkacak’ olan egemen sınıf fraksiyonunun sürecin sonunda elbet iktidarı ele geçireceğini, devlet aygıtını kendi çıkarları adına dönüştüreceğini, ancak bu husustaki öngörünün süreç hakkında siyasî olarak tavır almayı reddetmeyi meşrulaştıran bir argüman olmadığını savunur. Yani egemen sınıfın farklı fraksiyonları arasındaki çatışma birinin diğeri üzerindeki üstünlüğünü pekiştirdiği ve iktidar organlarını ele geçirmek, çıkarlarına göre dizayn etmek konusunda yardımcı olduğu bir durum yaratabilir, bu koşulları önceden okumak için çok zeki olmaya gerek yok, ancak bu durumdan sosyalistlerin havaya bakıp ıslık çalması gerektiği sonucunu çıkarmanın bir anlamı yoktur. “Böyle bir hareketin muhakkak surette yoldan çıkacağı ve taraftar kitlesinin umduğundan oldukça farklı amaçlara hizmet edeceği yolundaki hipotez ancak son çözümlemede hesaba alınır ve ahlakî temelde değil siyasî temelde formüle edilir.”
Gramsci için böylesi bir durumda siyasî pozisyon belirlerken aslında en sonda sorulması gereken soruyu ekonomistler peşinen ortaya atar. “Böylelikle bu hipotez ikiyüzlülüğe ve kötü niyete ya da (hareketin taraftarları söz konusu olduğunda) naifliğe ve ahmaklığa dair ahlakî bir itham olarak gözükür. Böylece siyasal mücadele, bir yanda lambadaki cine sahip olan ve dolayısıyla her şeyi bilenler ile, öte yanda kendi liderlerince aldatılan fakat buna inanmayacak denli kalın kafalı olanlar arasındaki bir dizi kişisel meseleye indirgenir.”
İki burjuva kamp
Söz konusu tutumun argümanları sosyalistlerin taktikler okulu olan Komintern’de Haziran 1923’te patlak veren tartışmada pratik olarak sınanmıştı. Bulgaristan’daki sağ hükümet darbesi karşısında Bulgaristan Komünist Partisi’nin (BKP) tarafsızlık tutumuyla kenara çekilmesi, her ne kadar sonradan hatasını toparlamak için zamansız ve başarısız bir ayaklanmaya girişmiş olsa da, büyük bir hata olarak tarihe geçecekti. Köylü Birliği lideri Stamboliski hükümetini düşüren askerî darbe, BKP merkez komitesinin darbeden üç gün sonraki açıklamasına göre “kapitalist sınıfın iki kanadı arasındaki mücadele” idi. Dolayısıyla emekçi yığınları ilgilendirmezdi!
Komintern Yürütme Komitesi ise söz konusu darbe karşısında iki burjuva kampın çatışması olduğu gerekçesiyle tarafsız kalınması gerektiği anlayışına karşı çıkarak “Bunlar işçi örgütlerinin kanlı bir biçimde bastırıldığına tanık olduklarında, hatalarını daha iyi anlayacaklar” açıklamasını yapmış, hatta darbeye karşı yalnızca köylülerle değil, devrilmiş hükümetin köylü partisi liderleriyle de işbirliği yapılması gerektiğini savunmuştur.
İtina, dikkat ve ustalıkla
Türkiye’de Ergenekon davasıyla birlikte darbe karşıtı eylemlilikler başladığında, darbe karşıtlarını, “AKP ve ordu içindeki vesayetçi kliğin arasındaki tepişmeden AKP kazançlı çıkarken ezilecek olan saf bireyler” olarak gören hatalı anlayış, pozisyon olarak tavırsızlığı seçerken yani darbeye karşı eylemde birlik örmekten imtina ederken, aslında anlamlı bir politik seçenek oluşturamadı. Halbuki Ergenekon’u aklamaya çalışan solcular tarafından ısrarla asılsız bir şekilde aksi iddia edilmiş olsa da, gerçekte darbe karşıtı hareketi örmeye çalışan sosyalistler iki fraksiyondan birini “tutan” bir taraf almadı. Demokrasi mücadelesinin gücünü AKP’den değil, “Darbe olursa engellemek için sokağa çıkarım” diyen yüzde 66’dan aldığını, darbecilerden gerçek hesabı ancak sokaktaki mücadelenin sorabileceğini anlattılar.
Sözün özü egemenler arası her çatışma işçi sınıfını ve sosyalistleri ilgilendirir, görmezden gelmek yerine sosyalistler bu yarılmaları işçi sınıfı lehine kullanmanın araçlarını yaratmalıdır. Lenin’in Sol Komünizm kitabında dediği gibi, “Her türlü manevrayı ve taktik değişikliğini ve düşmanların çıkarları arasındaki karşıtlıktan (her ne kadar geçici olursa olsun) yararlanmayı önceden reddetmek, muhtemel müttefiklerle (ne kadar geçici, yalpalayan ve maceracı olursa olsun) anlaşmaları ve tavizleri bir yana atmak: üzerinde durmaya değmeyecek kadar saçma değil mi bu? … Daha güçlü bir düşmanı ancak gücümüzü sonuna kadar kullanarak yenebiliriz, ve ne kadar küçük olursa olsun düşmanlar arasındaki bir (gediği) de büyük bir itina, dikkat ve ustalıkla mutlaka kullanmalıyız.”
Ergenekon süreci başladığında bu konunun nerelere varacağına dair öngörüsünü konuşturup izleyici olmayı tercih edenler, aynı zamanda darbe karşıtı hareketi örmeye çalışanları bu yolda kurduğu dönemsel ittifaklar nedeniyle de çokça eleştirdi. Kimlerle ittifak kurulur veya eylem birliği yapılır konusu dönem dönem nükseden bir konudur.
Sosyalistlerin reform mücadeleleri için kurdukları dönemsel ittifakların nihaî olduğu fikri son derece yanlış. Belli siyasî konjonktürlerde zaten toplumun en solundaki sosyalistler, politikalarından taviz vermemek koşuluyla kendilerinden daha sağda olanlarla, reformistlerle, liberallerle, sosyal demokratlarla ittifak kurar.
Bu ittifaklar dönemsel, hatta geçicidir. Çok kez zaten ittifakın sosyalist olmayan unsurları nedeniyle dağılır. Yani reform talebi etrafında bir araya gelen farklı güçler ellerini birbirlerine kelepçeleyip sonsuza kadar birlikte yürümek durumunda değildir. Kurulan ittifaklarda hiçbir kesim bir diğerinin her siyasî tutumunun mükellefi değildir.
Sosyalistlerin gerekli koşullarda kurduğu taktik ittifakların önemini Troçki Komintern’in 3. ve 4. kongreleri için kaleme aldığı tezlerde şöyle özetler:
“Gerek parti gerekse sendika, bütün reformist örgütleri bir çırpıda aşabilseydik, elbette en güzel şeyi sağlamış olurduk… Her şey bir yana, reformistleri sığınaklarından çekip çıkarmak ve mücadele içindeki kitlelerin gözleri önünde kendi saflarımıza yerleştirmek istiyoruz. Doğru bir taktik izlendiği sürece bundan sadece kazançlı çıkabiliriz. Bundan korkan ya da kuşkulanan bir Komünist, en iyi yüzme yöntemleri hakkındaki tezleri kabul eden ama suya dalmaktan korkan bir yüzücüye benzer… belli bir konudaki ittifakımız mutlak, nihaî bir ittifak değildir… Reformistlerin hareketin zararına açıkça mücadeleyi frenlemesi ve kitlelerin durumuna ve psikolojisine ters gitmesi halinde, geçici yarı müttefiklerimiz olmadan da, bağımsız bir örgüt olarak mücadeleyi sonuna kadar götürme hakkını her zaman saklı tutarız.” (Troçki, Üçüncü Enternasyonal’in İlk Beş Yılı.)
AKP demokrat mı? Hiçbir şey değişmedi mi?
Sormamız gereken ilk soru, AKP’nin niyetinden bağımsız olarak geniş yığınların ne talep ettiği. Pusulamız iktidarın niyetini okumakla yetinmek değil, kitlelerin taleplerini sosyalist bir perspektifle formüle edip buradan çıkarabileceğimiz hareketi işçi sınıfı lehine nasıl güçlendirebileceğimiz olmalı. Luxemburg’un dediği gibi, toplumdaki bütün siyasî ve sosyal çatışmalara aktif bir şekilde müdahil olmayı dayatmalıyız. Gerek kitlelerin nezdinde güvendikleri partinin sınanması, gerekse böylesi bir hareketten işçi sınıfının kendisini bir sınıf olarak var edebileceği diğer mücadelelerin imkân kapılarını aralamak, çatışmanın içine dalmakla mümkün. Bu tartışmada net bir şekilde kendisini aktör olarak gören sosyalistler, işçi sınıfı hareketinin son derece cılız olduğu bir dönemde en demokrat kesilen AKP’ye karşı gerçek bir muhalefetin nasıl örülmesi gerektiğine dair iyi bir sınav verdi.
Gramsci, Seçme yazılar 1916-1935, Hegemonya, Güç ilişkileri, Tarihsel Blok, Dipnot Yayınları, 2010.
Tony Cliff, Lenin: Dünya Devrimi ve Bolşevikler, Cilt IV, Z yayınları, Nisan 2002.
Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, Yazın Yayıncılık, 1998.
Rosa Luxemburg: http://www.marxists.org/archive/luxemburg/1899/11/dreyfus-affair.htm