Mehmet Demiröz
Filmlerle Sosyoloji
Bülent Diken, Carsten Bagge Laustsen
Metis Yayınları, 2011
Sinema ve toplumsal teori, toplumsal gerçekliğin bir temsili olmak bakımından benzeşir. Toplumsal teori, bu temsili profesyonel bilimsel bir çabayla oluştururken; sinema, sanatsal bir içerimle yapar. Filmlerle Sosyoloji sinemayı bir sosyo-kurmaca olarak ele alıyor. Dramaturjik yaklaşımın sinema ve toplumsal gerçeklik arasında kurduğu metaforik ilişkinin ötesinde diyalektik bir yaklaşım tercih ediliyor. Sinemanın bir aygıt olarak görülmesi bağlamında ideoloji tartışmalarına değiniliyor. Bu bağlamda sinemanın illa ki bir meşrulaştırma aracı olarak görülmek zorunda olmadığı, yapılacak çifte okumalarla bir eleştiri unsuruna da dönüştürülebileceği belirtiliyor.
Altı film
Kitapta incelenen filmlerden ilki, F. Özpetek’in Hamam filmi. Bu bölümde, toplumsal cinsiyet, kimlik ve öteki kavramları üzerinden şarkiyatçılık tartışması yapılıyor. Filmin karakterlerinden biri olan Madam Anita’nın mektupları ile Montesquieu’nün Acem Mektupları arasında bir karşılaştırmaya gidiliyor. Şark temsillerinin faklılaşmasının yanında şarkiyatçılığın korunan özü anlatılıyor. ‘Şark daha çok toplumsal ve dilsel farklılıkların öncesine ait bir fantezi evreni olarak işlev görüyor.’ Hamam’da, cinsel sapkınlık, bedensel zevk, cinsiyet ve despotizm fantezilerinin farklı arzu ekonomileri aracılığıyla nasıl sürdürüldüğü ve istikrarlı hale getirildiği görülüyor.
H. Hook’un Sineklerin Tanrısı filmiyle insan doğasına dair ters-ütopyacı bir yorumun analizi yapılıyor. Terör, korku ve güvenlik kavramları kullanılarak, filmde anlatılan ada toplumu inceleniyor. Toplumsal bağın görünen yüzünde, kurallarla yönetilen ve kurumsallaşmış bir toplum ve kanunlara bağlı vatandaşlar imgesi dururken, diğer yüzünde yıkıcı ihlal fantezileri, potlaç ve sapkınlıkla karşılaşıyoruz. “Kötü olan aslında biziz. Kötülüğe karşı savaş başkalarına kafa tutmak değil, kendimizle ve kendi arzumuzla yüzleşmektir. Bu bakımdan Sineklerin Tanrısı hepimizin içinde örtük bir biçimde bulunan faşizmin öyküsüdür.”
F. Meirelles’in Tanrı Kent filmiyle Rio de Janeiro’nun “mutlak bir dışlanmışlık mekânını ya da insan atıklarının döküldüğü bir çöplüğü andıran” favela’sına gidiliyor. “Film karnavalesk bir hava içinde açılır, samba müzik eşliğinde kamera görüntüden görüntüye geçer; bıçaklar bilenir, tavuklar boğazlanıp kızartılır, muazzam miktarlarda esrar ve kokain tüketilir. Sonra ansızın tavuğun biri bu ‘parti’den kaçmayı başarır. Bunun üzerine bütün millet kaçak tavuğun peşine düşer, böylece kovalamaca sapkın bir eğlenceye dönüşür.” Varoş insanının yaşam savaşı bir labirentte, çıkışı olmayan bir bölgede döner. Bahtsız tavuk, Tanrı Kent filminde resmedilen yaşam savaşının bir alegorisidir: “Kaçarsanız ölürsünüz, kaçmazsanız zaten ölürsünüz.”
D. Fincher’in Dövüş Kulübü filmi mikrofaşizm temelinde ele alınıyor. Mikrofaşizm “toplumsal bağ açısından bir kaçış hattı” olarak değerlendirilerek; iktidarın, Foucault’cu anlamda, göçebe hale gelmesi halinde ya da ihlal düşüncesi “kapitalizmin yeni ruhu” tarafından istenir hale geldiğinde düzeni yıkma projesine ne olacağı sorgulanıyor. Çağdaş toplumun başlıca iki veçhesi, üretim şekli ve “denetim toplumu”ndaki disipliner dispozitifin çözülmesi olarak görülerek, böyle bir toplumda direnişin nasıl tahayyül edilebileceğine odaklanılıyor.
T. Gilliam’ın Brazil filminin ele alındığı bölüm, İstihbarat Bakanlığı aracılığıyla bir bütün olarak devlet mekanizmasının terör aygıtına dönüşmesini, yani teröre karşı koyma stratejileri ve bu stratejilerin de teröre dönüşme tehlikesini inceliyor. “Tüm tutuklular işkence için bakanlığa götürülür. Resmî amaç bilgi almaktır, ancak insanları korkutarak kendi kabuğuna çekilmeye itme ve işlerliği kanıtlama ‘ihtiyacı’ da bir o kadar önemlidir.” “Peki birçok insan sorgulanıp ölümüne işkence görürken nasıl olur da özgür bir toplumdan söz edilebilir? Belki de bu küçük kötülükler daha büyük bir kötülük haline gelmiştir. Belki de bakanlığın yöntemleri toplum için teröristlerden daha büyük bir tehdit oluşturmaktadır.”
R. Benigni’nin Hayat Güzeldir filmi etik ve tanık olma kavramları çerçevesinde ele alınıyor. Yahudi soykırımının temsiline dair pek çok örtük kuralı çiğneyen filme yöneltilen eleştiriler ayrıntılı biçimde gözden geçiriliyor. İlk eleştiri filmin kamp yaşamını yanlış tanıttığı yönünde. İkincisi filmin türüyle ilgili, yani komedi uygunsuz bulunur. Üçüncüsü de olay örgüsünün gerçeklikten ve inandırıcılıktan uzak, hatta imkânsız olduğunu belirtir. Film üç eleştiriye karşı da aklanır.
Zizek’in kitaba yazdığı sunuş yazısı şöyle bitiyor: “Hatırlarsanız Matrix’in o unutulmaz sahnesinde Neo kırmızı hap ile mavi hap arasında seçim yapmak zorundaydı: Ya gerçeğe doğru travmatik bir uyanışı göze alacak ya da Matrix’in kontrolündeki yanılsamayı yaşamaya devam edecekti. Neo, Hakikati seçti. Buna karşılık filmdeki en aşağılık karakter, isyancıların arasındaki muhbir, Matrix ajanı Smith’le bir konuşması sırasında çatalıyla bifteğinden lezzetli güzel bir parçayı kaldırıp şöyle diyordu: ‘Biliyorum bu sadece sanal bir yanılsama, ama tadı gerçek gibi olduğu sürece umurumda bile değil.’ Bu kitabı okumak ya da okumamak, kırmızı ve mavi hap arasındaki tercihin ta kendisi.”