Naime Narin
Duyuru
Antonio Negri – Michael Hardt
Çev: Abdullah Yılmaz
Ayrıntı Yayınları, 2012
“Bu bir manifesto değildir. (…) Manifestolar, vizyonlarının gücüyle kendi halklarını yaratan peygamberler gibi iş görür. Günümüzün toplumsal hareketleri düzeni tersine çeviriyor, manifestoları ve peygamberleri gereksiz kılıyor, (…) mantıkları ve pratikleri, sloganları ve arzularıyla, bu çokluklar yeni bir dizi ilke ve hakikatin duyurusunda bulunuyorlar. Bu ilke ve hakikatler, birbirimizle ve dünyamızla nasıl bir ilişki kuracağımızı yeniden keşfetmemizde bize nasıl yardımcı olabilir? Bu çokluklar, isyanlarında, duyurudan inşaya geçişin bir yolunu bulmalıdır. ”
Negri ve Hardt, yeni kitapları Duyuru’yu böyle tanımlayarak başlıyor. Arap Baharı eylemlerinin devrim olup olmadığı tartışmaları sürerken 2011 yılı dünyanın değişik yerlerinde kendine özgü ama birbirine selam gönderen mücadeleler yılı oldu. Kitabın yazarları, önceki çağın eylem biçimlerinden farklı olan bu mücadelelerin benzeşen ve ayrışan yanlarının yanı sıra, eylemlerin öznel figürleri ve ortak özelliklerden yola çıkarak geleceğe dönük kurucu olabilecek ilkeler üzerine fikirlerini bizimle paylaşarak ufuk açıcı bir çalışma yapmış.
Yazarlara göre, bu mücadelelerin her biri tekil ve özgün yerel koşullara göre şekilleniyor. On yıl önceki alternatif küreselleşme hareketlerinin göçer niteliklerinin aksine, bu hareketler kısmen ulusal toplumsal meselelere kök salmaları nedeniyle oldukları yerde eyleyen hareketler. Buna rağmen birçok ortak özellik de taşıyorlar. Bunlardan en görüneni, kamp kurma ya da işgal stratejisi. Merkezî ve hiyerarşik yapıları kabul etmeyerek kendine özgü bir iç örgütlenmelerinin olması, farklı düzeylerde olsa da ortak çıkar adına mücadele etmeleri, özel mülkiyet düzenine karşı oldukları kadar kamu mülkiyeti düzenine ve devlet kontrolüne karşı çıkıyor olmaları da diğer önemli özelliklerinden.
Neoliberalizmin zaferi ve krizi, ekonomik ve politik hayat koşullarımızı derinden değiştirmekle kalmadı, aynı zamanda yeni öznellik figürleri ortaya çıkardı. Yazarlara göre, bu “öznel figürlerin” karşı çıktıkları öznellik halleri, aynı zamanda hareketlerin üzerinde yükseldiği toplumsal zemini de oluşturuyor. Yazarlar, başlıca dört öznel figürü, “borçlandırılan”, “medyalaştırılan”, “güvenlikleştirilen” ve “temsil edilen” olarak tanımlıyor.
Borçlandırılanlar
Negri ve Hardt a göre, finans ve bankaların egemenliğinde olduğumuz bu dönemde, borçlu olmak toplumsal yaşamın genel kuralı haline geldi. Öznelliğimiz artık borç (kredi) temelinde şekilleniyor. Borç alarak hayatta kalıyor ve borçlar karşısındaki sorumluluğumuzun ağırlığı altında hayatımızı sürdürüyoruz. Borçlarımız bizi kontrol ediyor.
Günümüzde kapitalist çalışma ilişkileri de değişmiştir. Kapitalist üretimin ağırlık merkezi fabrika duvarlarının dışına çıkmış, tüm bir toplum fabrika haline gelmiştir. Bu kaymayla beraber sermayedar ile işçi arasındaki aslî ilişki de değişmiştir. Sermaye sahibi, servetini aslen kâr değil, kira yoluyla ediniyor, bu kira çoğu zaman finansal araçlarla garanti altına alınıyor. Tam burada, üretim ve sömürü ilişkisini sürdürmenin ve kontrol etmenin bir silahı olarak borç devreye giriyor. Sömürü bugün, asıl olarak, eşit veya eşitsiz de olsa, emek-ücret mübadelesine değil, borç temeline, yani nüfusun yüzde 99’unun yüzde 1’e tabi oluşuna –iş borçlu, para borçlu, itaat borçlu– dayanıyor.
Borç aynı zamanda, işçilerin kendilerini birer üretici değil tüketici olarak görmesine neden oluyor. Borçla tüketenler üretici olduklarını fark etmedikleri için böyle yaşamayı kendi bireysel tüketimlerinin sonucu olduğunu düşünüp duydukları suçluluğu yaşam biçimine dönüştürüyor. Yeni bir yoksul-yoksun figürü doğuyor ve bu yalnızca işsizler, düzensiz, güvencesiz ve yarım gün çalışanlardan oluşmuyor; düzenli çalışan ücretlileri ve orta sınıfın yoksullaşan kesimini de kapsıyor. Borçluluğun böyle genelleşmesi bir esaret ilişkisine dönüşe işaret ediyor. Bugünün yeni yoksulları, özgürler, ama borçları yüzünden bu kez finans yoluyla hükmeden efendilerin mülkü haline gelmiş durumdalar.
Bu nedenlerle Negri ve Hardt’a göre bir öznel figür olarak ortaya çıkan borçlandırılanlar, borcun reddi yoluyla isyan etmekte. Son otuz yıl yoksulların kişisel ve kolektif borç boyunduruğuna karşı sayısız mücadelesi ile geçti. Bu eylemlerden, Wall Street’in İşgali, Wall Street küresel borç toplumunun en uç simgesi olduğu için ilk akla gelen. Yazarlar, Zuccotti Park’a akan yakın tarihli borç protestolarının iki koldan beslendiğini söylüyor. Bu kollardan biri, bağlı ülkelerin egemen ülkelere olan borçlarına yoğunlaşan kol – 1976’da Peru’da, 1977’de Mısır’da,1989’da Venezuella’da, 2011’de Arjantin’de patlak veren halk isyanlarına kadar uzanıyor. Diğer kol ise, metropollerdeki ırkçılığa karşı öfkenin ifadesi olarak hepsi polis şiddeti nedeniyle patlayan hareketlerden, 1992 Los Angeles, 2005 Paris, 2011 Londra ayaklanmalarından oluşuyor.
Medyalaştırılanlar
Teknolojik gelişmenin sonucu olarak yaşadığımız çağ bir enformasyon çağı haline gelmiş durumda. Yazarlara göre, bu durumun yarattığı çok başka bir sorun var: Bugünün medyalaştırılan özneleri, enformasyon, iletişim ve ifade fazlalığından mustarip. Yanı sıra medya ve iletişim teknolojileri giderek daha fazla, her üretici pratik için merkezî önem kazanıyor. Özellikle egemen ülkelerdeki birçok işçi için, sosyal medya onları hem işlerinden özgür kılıyor hem de işlerine zincirliyor. Akıllı telefonlarla nereye giderseniz gidin yine de çalışıyorsunuz. Medyalaştırma, iş ile yaşam arasındaki ayrımın giderek belirsizleşmesinde ana etken oluyor. Bunun sonucu olarak bugün, yabancılaşmadan değil, medyalaştırılmadan söz etmek gerektiğini söylüyorlar. Yabancılaşmış işçinin (bireyin) bilinci bölünmüşken, medyalaştırılan işçinin bilinci ağ ortamına tâbi kılınmış ve özümsenmiştir. Medyalaştırılanın öznelliği paradoksal olarak ne aktiftir ne de pasif, sürekli olarak dikkat kesilmiş bir halde bekler.
Medyalaştırılmanın dışına çıkmanın yolu, ilk önce medyanın bize hakikat diye sunduklarına inanmamakla, medyanın ağına kapılmamayı becermekle mümkün. Negri ve Hardt, enformasyon sağlamaya odaklı projeleri önemli bulmakla birlikte, bunun kendi hakikatimizi yaratmak için yeterli olmadığını söylüyor. Bilgi sağlamaya yönelik projeler tek başına insanları harekete geçiremez. Bu bağlamda, özellikle fiziksel bedenlerin bir araya gelmesinin önemli olduğunun altını çiziyorlar. Nitekim 2011’de kampçılar, fiziksel birliktelik içinde, ortak kararlarla, kendi sloganlarını, davranış biçimlerini yaratarak kendi hakikatlerini de yarattılar. Birlikte oluş halinde, politik duygulanımları ifade etmek yeni bir hakikat vücuda getirir. Hakikat oluşturmak, kolektif bir dil edimidir aynı zamanda ve bu hakikat verili dili doğrudan değiştirebilir. Sözgelimi, işgal hareketlerinden doğan, % 1’e karşı % 99 söylemi, sosyal eşitsizlik gerçeğinin kamusal düzlemde tartışmalarını kökten değiştirmiştir. Aynı şekilde 2001’de Arjantinlilerin attığı “Hepsini atın gitsin!” sloganı da.
Güvenlikleştirilenler
Gelişen güvenlik teknolojileri nedeniyle, hemen her yerde sürekli bir biçimde hakkımızda enformasyon üretiliyor ve gözetleniyoruz. Bir gözetim toplumunda yaşamayı kabul etmek için dışarısının daha tehlikeli olması gerekir. Korku güvenlik toplumunun ana öğesi olarak her alanda işlev görüyor.
En önemli korkulardan biri, işsiz kalmak, yaşamı sürdürme araçlarından yoksun bırakılmaktır. Yanı sıra, güvenlikleştirilen birey bir dizi ceza ve dış tehlike korkusuyla yaşar. Yönetici güçler ve onun polisi karşısındaki korkudan daha önemlisi, tehlikeli ötekiler ve bilinmeyen tehditlerden kaynaklanan genelleştirilmiş bir toplumsal korkudur.
Güvenlikleştirilen birey, genelleştirilmiş bu korkuyla sürekli bir istisna durumunda yaşar ve gelişir. Böyle bir durumda hukuk kurallarının, geleneksel alışkanlıkların ve ilişkilerden kaynaklanan bağların normal işleyişi her şeye hükmeden bir güç tarafından askıya alınmıştır. Bu bir tiranlık biçimidir ve bütün tiranlıklar gibi bizim gönüllü köleliğimiz üzerine inşa edilmiştir.
Negri ve Hardt’a göre, bugünkü her tür güvenlik rejimi –hapishaneler dahil– Marks’ın kapitalizm öncesi İngiltere’sinde mülksüz ve aylak sınıflara yönelik “kanlı yasalar”a reva gördüğü rolü yerine getirmektedir. Hapishane bir bakıma “artık nüfusun” deposudur, ama “özgür nüfus” için de korkutucu bir derstir.
Negri ve Hardt, güvenlik rejimini reddetme yolları üzerine düşünüldüğünde en anlamlı görünenin kaçış yolları bulmak olduğunu söylüyor. Güvenlik rejimi, somut ve soyut korku üzerine kuruludur, bizi çaresiz ve güçsüz bırakmaya odaklıdır. Bu güçsüz bırakılma hissini, somut, fizikî birliktelik içinde kendi gücünün farkına varmanın ortadan kaldırabileceğini 2011 Şubat’ında Tahrir Meydanı’nda kampçıların bize gösterdiğini söylüyorlar: Göstericilerin üzerine atlar ve develerle yüründükten birkaç gün sonra, insanlar çok basit ve yalın bir biçimde sadece, “Artık korkmuyoruz!” diyordu.
Temsil edilenler
Hepimiz sürekli olarak diktatörlük rejimlerinden demokrasiye giden uzun bir tarihsel eğrinin ortasındaymışız gibi düşünüyoruz. Dünyanın pek çok yerinde otoriter rejimler sürse de, hem kapitalist hem de demokratik olduğu iddia edilen temsilî hükümet biçimleri giderek yaygınlık kazanıyor ve genel bir iyi olarak algılanıyor.
Oysa 2011 mücadelecileri temsil edilmeyi reddediyor. Onları anlamak için, aslında temsilin demokrasinin bir aracı olmadığını ve hatta tam tersine demokrasiye engel olduğunu görmemiz gerekiyor. Önceki yüzyılda, sendikalar, politik partiler ve sivil toplum kuruluşları yoluyla politik eylem yapma imkânı ve yolları vardı. Bugün gelinen noktada, seçildiklerinde yapacakları karşısında hiçbir, güç, hak ve yetkiye sahip olmayan bireylerin demokrasi adı altında oy verme eylemine indirgenmiş bir temsil edilen figürü var. Biz dâhil pek çok ülkedeki seçim sistemlerinin kayda değer bir temsili içermemesi bir yana, seçim kampanyalarının finansın, zenginliğin ve medyanın gücüyle kotarılması karşısında yoksulların bir güç oluşturması artık neredeyse imkânsız. Bu nedenle temsil edilen figürü, borçlandırılan, medyalaştırılan ve güvenlikleştirilen figürleri bir araya getirip egemenlere tâbi konuma sokup çürütüyor.
Negri ve Hardt’a göre, bu bağlamda iki yüzyıldan fazladır hükmünü süren Cumhuriyetçi anayasalar da artık miadını doldurmuş olup politik ve anayasal tartışmanın temsil bağlamında yeniden açılması gerekmektedir. Bu tartışma, insanların ortak olanla nasıl ilişki kurabileceği ve karar alma süreçlerine doğrudan nasıl katılabileceği yönünde olmalıdır. Yazarlar, egemen güçler bu krize çözüm için öneri geliştiremezken, 2011 mücadelelerinin, esasında kurucudan çok bozucu hareketler olmalarına rağmen önemli, kurucu anayasal anlamlar taşıyan yeni ilkeler de ortaya koyduklarını vurguluyorlar.
2011 kampçılarının bu yöndeki özelliklerinden biri, oldukça yavaş işleyen, açık ve yatay topluluklar (meclisler) olarak karar alma süreçlerini işletmeleridir. Her meclis kendi koyduğu kurallara göre işliyor; görüş bildirme ve karar alma konularında kendi tekniklerini geliştiriyordu. Meclis biçimi bir tarz yasama gücünü yaratmanın aracı olarak kullanılıyordu. Buradaki ilginçlik, hızlı veya yavaş olmaları değil, zamanlarına hükmetmelerini sağlayan politik özerklikleridir. Önceki alternatif küreselleşme hareketlerinin katı ve tüketici ritminden farklı ve yeni bir özelliktir bu. Burada karar veren bir merkez yoktur, yaygın bilgi ve uzmanlıkla desteklenen yavaş ve karmaşık bir karar alma süreci vardır. Hareketler söylem ve eylemleriyle, politik yaşamın temsil-seçim gibi mevcut biçimlerine yönelik eleştiriyi toplumsal eşitsizliğe karşı protestoyla birleştirmişlerdir. Bu karar alma süreçlerinin bir tür federalizme eğilim gösterdiklerini belirtiyor yazarlar. Toplumsal alanın tamamına yayılmış ve soyut, merkezî bir birime özümlenmemiş, çeşitli politik güçler arsındaki basit, açık, yaygın bir ilişki olarak tanımlıyorlar bu federalizmi.
Hareketlerin üzerinde durulması gereken deneyimlerinden biri de, klasik bir anayasal mesele olan azınlıklar konusudur. Temsilî demokrasilerin çoğunluk yönetimleri içinde hangi azınlıkların korunacağı meselesi etik ve politik bir seçim gerektirir. 2011 hareketlerinde, yatay demokratik meclisler oybirliği beklentisi ve arayışı içinde değildi. Çoğunluğun kararları farklılıkların birleştirilmesi yoluyla yürürlüğe kondu. Yani meclislerinin işi, farklı görüş, istek ve arzuları olumsal olarak birbirine bağlama yollarını bulmaktı. Böylelikle azınlıklar ayrı tutularak değil, sürece katılma yoluyla güçlendirilerek korunur oldu. Böyle bir işleyiş hoşgörü anlayışımızı da kökünden değiştirecektir.
Bir sonraki adım ve sol
2011 hareketleri ne kadar güzel ve görkemli olursa olsun, kendi başlarına egemen iktidarları alaşağı etmek için gerekli güce henüz sahip değil. Büyük başarılar bile sıklıkla çabucak trajik biçimde sınırlı bir etki bırakıp silinip gidebilir. Ve iktidar devrildiğinde ne istiyorsun sorusuna bir cevap bulmak gerekir. Askerî bir cunta mı? Bankalar için yeni bir kurtarıcı mı?
Hareketler henüz öngörülemeyen durumlar için zemin hazırlıyor. Eşitlik, özgürlük, sürdürülebilirlik ve ortak olana serbestçe erişim dâhil, ileri sürdükleri ilkeler, köklü bir toplumsal kopuş olayında üzerine yeni bir toplum inşa edebilecekleri iskeleyi oluşturuyor. Yanı sıra hareketlerin deneyimlediği politik pratikler gelecek politik eylemler için bir kılavuz hizmeti de görüyor.
Geleneksel politik düşünürlerin ve soldaki örgütçülerin bazıları 2011 yılındaki mücadeleler dalgasından hoşnut kalmadılar ya da en azından kuşku duydular. Sokaklar dolu ama Sol’un camileri-kiliseleri boştu. Negri ve Hardt’a göre, boşalması da yetmez, kapılarına kilit vurulmasına ihtiyacımız var. Bu hareketler liderlerden yoksun olmalarına rağmen değil, tam da bu sayede güçlü. Onlar çokluklar gibi yatay olarak örgütleniyor ve her düzeyde demokrasi konusundaki ısrarları bir erdem olmaktan ziyade güçlerinin bir anahtarı. Sabit bir ideolojik çizgi içinde özetlenemeyen ya da disiplin altına alınamayan konumları, bu hareketlerin bir eksikliği değil; aksine tam da bu sayede bu denli geniş bir alana yayılabildiler. Burada insanlara ne düşünmeleri gerektiğini söyleyecek parti kadroları yerine, tam tersine, bazen birbirleriyle çelişebilen ancak genellikle yavaşça bütünlüklü bir bakış açısı geliştiren çok çeşitli görüşlere açık tartışmalar mevcut.
Etkili politik projeler örgütlemenin tek yolunun liderler ve merkezî yapılar olduğunu düşünmek acıklı bir politik hayal gücü eksikliğidir. 2011 mücadeleleri dalgasına can veren çokluklar örgütsüz değildir. Aslında örgütlenme sorunu bu hareketlerin, en önemli tartışma ve deneyim konularıdır. Bir meclis nasıl çalıştırılır, politik anlaşmazlıklar nasıl çözülür, demokratik olarak bir politik karar nasıl alınır? Tüm bunları bizzat pratiklerinde tartışıyor ve yaşıyorlar.