Ergün Eşsizoğlu
12 Eylül Darbesinden sonra ilk getirildiğim cezaevinde, aklınıza gelebilecek bütün sosyal imkânlardan mahrum bir durumdaydık. Aylarca sürdü bu durum. Bir yıl geçtikten sonra gıdım gıdım verildi bazı haklarımız.
Gazete verilmiyordu. Bırakın televizyonu, bir arkadaşımızın emanette olan küçük radyosu bile yasaktı. Kitapların esamesi okunmadığı gibi, dilekçe yazmak için kalem ve kâğıt bile bulmak neredeyse mucizeydi. Cezaevi idaresine dilekçe yazacağınız gün en az elli defa iletirdiniz talebinizi.
Sorgu ve işkence süreci sona erip tutuklanarak koğuşa gelenlerin büyük çoğunluğunun vücudunda, haliyle ağır yaralar vardı. Hiç unutmam, Ekim 1980’de, Zonguldak’tan Gölcük-Konca askerî cezaevine getirilip koğuşa girdiğimizde savaşta yaralananların bulunduğu bir hastane revirine konduğumuzu zannettim ilk anda. Suratı dağılmış, ayağı kırık, vücudu yaralarla dolu o kadar çok insanı o durumda görünce, biz kendi durumumuzu unutup onları daha fazla düşünür ve ilgilenir olmuştuk.
Yaralı arkadaşlarımız doktora götürülmediği gibi, elimizden geldiğince, aklımız erdiğince, kendi kendimizi tedavi etmemiz için gerekli olan basit ilk yardım malzemeleri bile verilmiyordu, yasaktı. Avukatlarımızla görüşme yapmamızın önüne bir dolu engel konuyor, bütün engelleri aşıp görüşebildiğimizde ise süre 10 dakika ile sınırlanıyordu. Yakınlarımızla görüşmemiz apayrı bir zulüm ve işkenceydi.
Askerî hiyerarşi
Aklınıza gelebilecek bütün insanî hakların hepsi yasaktı. Yasaklarla birlikte, cezaevinde sizin insan olarak hiçbir değeriniz olmadığı gibi, askerî statüde bir tutukluydunuz ve askerî hiyerarşide en altta görüldüğünüzden en alt rütbede olan erlere dahi zorla ve dayakla “Komutanım” demeniz isteniyordu.
12 Eylül darbesinden sonra yaşanan günler sadece içerdekiler için değil, dışarıda yaşayanlar açısından da baştan sona acılarla dolu bir süreçti.
Ne kadar anlatılırsa anlatılsın, yaşanan acılar anlatmakla bitmez.
Ne gariptir ki, son günlerde “Ulusalcı-Solcular” tarafından giderek yoğunlaştırılan bir söylem var. Bunlar, “Silivri’deki yargılamaların ve cezaevi koşullarının eline, 12 Eylül dönemi su dökemez” , “Bugün yaşananlar 12 Eylül’den beter” türü söylemler.
Bugün bazı sorunların yaşandığı, bazı insanlara haksızlık yapıldığı söylense, anlayacağım. Daha rahat empati yapabileceğim. Kuşkusuz insan hakları açısından bugünlerde olması gereken noktaya göre, çok uzaktayız, hâlâ büyük acılar yaşanıyor. Ama bugünlerde yaşananların 12 Eylül’den beter olduğu söylendiğinde, içimde garip bir burkulma ve ruhumda kekremsi bir hisse kapıldığımı hissediyorum.
Bunu yapanların farkında olarak veya olmayarak, bilerek veya bilmeyerek, 12 Eylül dönemini akladıklarını ve daha sempatik göstermeye çalıştıklarını düşünüyorum.
Şimdilerde Silivri’dekilerin sıklıkla ve rahatlıkla kullandıkları “susma hakkı”, 12 Eylül döneminde susmama hakkıydı. Konuşmak mecburiyetindeydiniz. Konuşmadığınız sürece biteviye dayak yerdiniz.
Şimdilerde Silivri’de yatanların altı ayda bir kitap yazıp yayınladıklarını görünce, aklıma o günlerde 15-20 günde bir yapılan koğuş aramaları geldi. Bu aramalarda, zaten gazete ve kitap olmadığı için, denetimden geçerek “okundu” damgası yiyen mektuplarımız ve mahkeme için yazdığımız savunma veya savunma notlarımız toplanır, alınırdı. Bu alınanlar tekrardan elden geçirilir ve idarenin uygun gördükleri bize yeniden verilirdi. Hiç unutmam, nişanlımdan gelen ve “okundu” damgası yiyen mektupların bazıları aramalarda alınıp bir daha geri verilmezdi. “Neden vermiyorsunuz, sizin uygun görüp verdiğiniz mektuplardı” dediğimde ise, “Şimdi uygun görmüyoruz” diyorlardı.
Bir taşla iki kuş
Şimdilerde, Silivri’de cezaevi önüne gelenlerin “Cezaevinin duvarlarını yıkacağız, içerdekileri dışarıya alacağız” rahatlığında eylem yaptıklarını gördükçe, 12 Eylül döneminde bizi ziyarete gelenlerin nasıl bir zulüm yaşadığını hatırlıyorum. Hatta bazen “Bugün görüş yasaklandı” denilerek, kilometrelerce uzaktan gelen yakınlarımızın nasıl sıkıntıya sokulduğunu biliyorum.
Silivri’dekilerin mahkemedeki savunmalarını görüntülü kaydedip kendi TV’lerinde yayınladıklarını görünce, bizim nasıl asker koridorunda dayak yiyerek gidip geldiğimizi, mahkemede askerlerin beğenmediği bir şey söyleyenin nasıl dayak yediğini hatırladım.
Haklarınızı aramanıza hiçbir şey demiyorum. İnsanî her hakkınızın verilmesini de canı gönülden istiyorum.
Ama hiç olmazsa bunu yaparken, bir taşla iki kuş vurma anlayışı ile hem bugüne vurup hem de 12 Eylül dönemini cici göstermeye çalışmayın!