İrvin Cemil Schick
Amerika ile İngiltere arasındaki farkı vurgulayan çok eski bir fıkra vardır. İlk kısmı İngiltere’de geçer. Sabahın yedisidir, işçiler akın akın fabrikaya yürümektedir. Rolls Royce arabasıyla patron hızla aralarından geçerken bir tanesine hafifçe çarpar, hiç yavaşlamadan yoluna devam eder. İşçi arkasından bakar, “Ulan eşşoğlu” der, “bir gün sen de benim gibi fabrikaya yürüyerek gideceksin.” Fıkranın ikinci kısmı Amerika’da geçer.Sabahın yedisidir, işçiler akın akın fabrikaya yürümektedir. Cadillac arabasıyla patron hızla aralarından geçerken bir tanesine hafifçe çarpar, hiç yavaşlamadan yoluna devam eder. İşçi arkasından bakar, “Ulan eşşoğlu” der, “bir gün ben de senin gibi fabrikaya Cadillac’la gideceğim.”
Bu fıkra çok önemli bir farka işaret ediyor. Avrupa’da yüzyıllara dayanan bir sınıf yapısı vardır, varlık genellikle sıfırdan kazanılmaz, nesilden nesile geçer. Bu nedenle insanların sınıf bilinci çok kuvvetlidir, ve dolayısıyla devletin toplumda daha adil bir varlık dağılımı için bazı önlemler alması birçok kişiye akla yakın gelir. Sosyal demokrat partilerin göreceli kuvveti bundan ileri geliyor. Amerika’nın ise yüzyıllarca geriye giden bir sınıf yapısı yoktur. Zaten ABD kurulalı topu topu iki yüzyıl geçti, bugün Amerika’daki büyük servetlerin çoğu 19. veya 20. yüzyılda biriktirilmiştir. Bu nedenle de Amerikalı ortalama vatandaşta sınıf bilinci diye bir şey yoktur. Yapılan anketlerde ezici çoğunluk kendini “orta sınıf” diye tanımlar, işçisiyle, fakir fukarasıyla. Orta sınıf olmak ne demektir? Üst sınıfa bir adımlık mesafede durmak demektir. Sınıflar arasında aşılmaz duvarlar olmadığına, sınırların geçirgen olduğuna inanmak demektir. Kısacası herkes inanır ki, biraz dişini sıksa, biraz daha fazla çalışsa, Bill Gates kadar zengin olması işten bile değildir.
Fakir doğan fakir ölür
Dolayısıyla Ronald Reagan gibi işçi sınıfını ezip geçen, sendikaları öldüren, süperzenginleri kayıran biri tekrar tekrar başkan seçilebilmiştir, hem de işçi sınıfının oylarıyla. George W. Bush gibi devletin denetleyici işlevini yok eden, zenginlerin daha da zengin, fakirlerin daha da fakir olduğu bir düzeni pekiştiren biri de öyle. Gerçi elbette bu bir ilk değildir. Faşizm de işçileri mahvetmiştir, ama son döneme kadar Almanya’da da, İtalya’da da faşistler işçi sınıfının desteğini kaybetmemişlerdir. Ernesto Laclau bunu ideolojiye bağlar ki gerçekten de Louis Althusser’in dediği gibi ideoloji, insanlara yaşadıkları şartları doğal gösteren düşünce kalıplarıdır. Ve Amerika’da Reagan, Bush gibi Cumhuriyetçi Parti’lilerin bol Amerikan bayraklı “motherhood and apple pie” (‘annelik ve elmalı turta’ – temel Amerikan değerlerinin simgesi) söyleminin seçimdeki başarılarında önemli bir rol oynadığına şüphe yoktur. Ama iş bununla bitmiyor. Toplumlarının sınıf yapısını ve bunun, görünenin aksine, hiç de geçirgen olmadığını, zengin doğanın zengin, fakir doğanın fakir öldüğünü anlamamaları da politikanın çok önemli bir ögesi.
Ama bu durum çelişkiler barındırmıyor değil, doğal olarak. Milyoner olmayanların cumhurbaşkanlığına adaylığını pek nadiren koyabildiği bir siyaset sahnesinde bazen çok ilginç durumlar yaşanabiliyor. Örneğin Cumhuriyetçi Parti’nin şimdiki başkan adayı Mitt Romney, varlıklı bir ailenin çocuğu olduğu gibi, bir yatırım şirketi kurup yüz milyonlarla ölçülen bir servetin sahibi oldu. Ve her haliyle bunu belli ediyor. Son zamanlarda Cumhuriyetçi Parti’nin esas tabanını teşkil eden güneyli tutucu Hıristiyan kitlelerden homurtular yükselmeye başladı. “Bizim gibi biri değil, fazla zengin, başka bir dünyanın insanı” diyorlar. Bu aslında Cumhuriyetçi Parti için çok kötü bir haber. Romney’nin Mormon tarikatına bağlı olmasının ana akım Hıristiyanları arasında yarattığı rahatsızlığa bu sınıf bilinci değil ama içgüdüsel zengin düşmanlığı eklendiğinde, Obama’nın bütün başarısızlığına rağmen tekrar seçilmesi imkân dahilinde görünüyor. Bu durumda Cumhuriyetçilerin ciddi bir ideolojik taarruz ile seçmenlerini geri kazanmaları gerekiyor.
Tazminat davaları
Ortalama Amerikalı’nın Romney’ye karşı tavrı münferit bir durum değil aslında. Amerikalılar kapitalizmin dünyanın en iyi ve en adil sistemi olduğuna kalpten inanır gerçi, ama zenginleri sevmezler, büyük şirketlerden ise özellikle nefret ederler.
Bunun bir örneği, sisteme dokunmadan servet dağılımına müdahale etmenin bir yolu olan tazminat davalarıdır. Amerikan hukuk sistemi – televizyon dizilerini seyredenlerin bildiği gibi – jüri esası üzerine kuruludur. Davaları hakimler yönetir, ama kararları on iki sıradan vatandaş verir. Herhangi bir nedenle büyük şirketleri dava eden vatandaşlara ise sıklıkla on milyonlar, hatta yüz milyonlarla ölçülen tazminat verilmesine hükmeder jüriler. Bu orantısız ödüller genellikle temyizde bozulur gerçi, ama kapitalizme tapan sıradan Amerikalı’nın fırsat bulduğunda kapitalizm sayesinde piramidin tepesine tırmanabilmiş olanları bu şekilde cezalandırması çok ilginçtir.
Dönüştürücü bir siyasî hareket
Sözün kısası, Amerikalılar kapitalizmi sever, ama kapitalistleri değil; serveti severler ama zenginleri değil. Yani aslında sistemi değiştirecek potansiyel vardır Amerika’da, ama bunu yönlendirecek doğru dürüst bir muhalefet yoktur. Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Parti aynıdır demiyorum; bazı açılardan aralarında farklar var. Ama bu farklar nicelik farklarıdır, nitelik farkları değil. Niteliğe gelince her ikisi de sermayenin partileridir. Asıl mesele, siyaset hayatının bu iki partinin tekelinde olduğu, medyanın aynı ideolojiyi paylaştığı bir ortamda dönüştürücü bir siyasî hareketin nasıl örgütlenebileceğidir…