Ayşin Altun
Türkiye’de dil tartışmaları Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme süreciyle başlar, Cumhuriyet’in uluslaşma süreciyle devam eder. Bu tartışmalar dilbilimsel olmaktan ziyade modernleşme sürecindeki politik duruşlara göre belirlenmiştir.
Dili toplumun iletişim aracı olarak görmenin ötesinde tarihî, siyasî ve kültürel bir yönlendirme unsuru olarak görme alışkanlığı, dile politik müdahale kurumunu doğurmuş, buna Türkiye’nin geleneksel bürokratik yapısının özellikleri de eklenince dil kullanımı iktidarların tutumuna göre şekillenebilen, zaman zaman yasayla değiştirilebilen bir hâl almıştır. Mesela “sağ” görüşlülerin “yaşayan Türkçeciler”, “sol” ideolojiyi savunanların “öz Türkçeciler” veya “tasfiyeciler” olarak anılması günümüzde geçerliliğini yitirmiştir, ama Cumhuriyet tarihinin bir gerçeğidir.
Atatürk Dönemi Dil Çalışmaları
1876 Anayasası’nda resmî dil olarak kabul edilen Türkçe, Cumhuriyet’le birlikte devletin müdahale ettiği bir alan olmuştur. Cumhuriyet döneminin dil ve kültür politikaları, bir yandan Batılılaşmanın gereği olarak sunulan zihniyet değişiminin, diğer yandan ulusal birlik kaygılarının etkisi altında şekillendirilmiştir.
Dönemin dil tartışmalarına bizzat katılan ve dil reformunu başlatan Atatürk’ün görüş ve direktifleri belirleyici olmuştur. Amaç, “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaracaktır” cümlesiyle belirlenmiş, hedef de “milli bir kültür yaratma mücadelesi” olarak ifade edilmiştir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında en önemli mesele harf ve imla meselesidir. Mevcut harfler ve imla ya ıslah edilecek ya da Latin alfabesi kabul edilecektir. Devlet her şeyden önce millî bir devletti ve dil işini ele alışı da millî bir politikaydı. Yüzünü Batı’ya çeviren Cumhuriyet’te “laiklik” devlet yönetimine egemen olmuş, dinî öğretim kaldırılmış, tekkeler kapatılmış, eski uygarlığın hatıralarından yalnız Arap harfleri kalmıştı. Arap harflerinin Türkçeyi yazmaya elverişli olmadığı, öğretiminin güçlüğü, basımının zahmeti gibi iddialar Latin harflerinin kabulü için öne sürülen sebeplerdi.
Türkçe’yi yabancı dillerin etkisinden kurtarmak için girişilen çalışmalar, 1930’lu yıllarda tarama ve derleme yoluyla, sadeleştirmeden tasfiyeye yönelmeye başlar. köylerden on binlerce sözcük toplanır. Bunların konuşma ve yazı dilinde kullanılması teşvik edilir.
1934–1936 yılları arasında tarama ve derleme çalışmalarıyla elde edilen malzemenin ayıklanması işine girişilir. Atatürk’ün isteğiyle Fuat Köprülü, Ali Canip Yöntem, Necmettin Sadak ve Reşat Nuri Güntekin’in de aralarında bulunduğu bir ekiple Dil Kurumu’ndan ayrı bir “Osmanlıca’dan Türkçe’ye Kılavuz Komisyonu” kurulur. Ancak 8000 kadar Arapça ve Farsça kökenli kelimeye karşılık tespit edilerek hazırlanan “Cep Kılavuzu” da Atatürk’ü tatmin etmez ve sonunda dil konusunda bir çıkmaza girildiği fark edilerek dil politikası değiştirilir.
1936–1937 yılları arasında dil felsefesi üzerinde durulur ve Türk Tarih Tezi’ne uygun olarak “Güneş Dil Teorisi” ortaya atılır. 24 Ağustos 1936 tarihinde kabul edilen teori Türk dilinin eskiliği ve başka dillere kaynaklık ettiği tezinin dilbilimsel temellere dayandırılabileceği düşüncesinden doğmuştur.
İsmet İnönü zamanında Türk Dil Kurumu hükümetten gördüğü yardım ve destekle çalışmalarına devam etmiş ve ikinci bir sadeleşme dalgası başlatmıştır. CHP’nin tek parti yönetimi süresince dil özleşmesi devlet politikası olarak görülmüş; hergün ilan edilen “yabancı kelimelere Türkçe karşılık bulma” kampanyasında Başbakanlık, CHP, Halkevleri seferber edilmiş; ajans, radyo ve gazeteler işbirliğine çağrılmış, okullarda okutulan ders kitaplarında “arı Türkçe” kullanılması istenmiştir.
Demokrat Parti dönemi
Atatürk’ün ölümünden sonra, dil reformunun yanlış tasarlandığı, yeni ve anlaşılmaz yapay bir dil yaratıldığı yönündeki eleştiriler özellikle 1946 yılında yeni siyasî partilerin kurulmasıyla artar.
Türk Dil Kurumu’nun çalışmalarını benimsemeyenlerin ilk örgütlü hareketi İstanbul Muallimler Birliği’nin 1948 yılında düzenlediği Birinci Dil Kongresi’dir. Bunun üzerine Türk Dil Kurumu’nun 1949 yılındaki VI. Kongresi’nde arılaştırmadan tamamen vazgeçmeden daha çok sadeleşmeye ağırlık verilmesi kararlaştırılır. 1951 yılında çıkmaya başlayan Türk Dili dergisinde bu değişimin izleri görülür.
Demokrat Parti 1950 yılında iktidara gelir gelmez CHP tarafından 1932’de kabul edilen ezanın Türkçe okutulması uygulamasını kaldırır. İbadet dilinin Türkçeleştirilmesi meselesi Cumhuriyet’in kurucu kadroları tarafından laikleşmenin gereği olarak sunulmuştur.
Demokrat Parti’nin ele aldığı bir konu da Dil Kurumu olur. Kurum’un yapısı değiştirilerek yarı resmî bir statü kazandırılır. Ardından 1952’de Anayasa metnindeki Türkçe kelimelerin değiştirilmesine girişilir ve 1924’teki şekliyle Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yeniden yürürlüğe konur.
“Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi” gibi ifadeler tekrar gazete sütunlarında yer almaya başlar. Demokrat Parti’ye göre halk “Dil Devrimi”ni tutmamıştı ve bundan vazgeçilmelidir.
“Adam kıtlığında ortaokul Türkçe hocalığı”
27 Mayıs 1960 darbesiyle Demokrat Parti’yi deviren askerî yönetimin ilk icraatlarından biri dilde reform hareketini yeniden canlandırmak olur. “Erkân-ı Harbiye Umumiye Reisi” terimi tekrar “Genelkurmay Başkanı”na döndürülür, Anayasa ve devlet radyosunun dili yeniden sadeleştirilir. Başbakanlık genelgeleriyle Türkçe karşılıkları bulunan yabancı sözcüklerin kullanılmaması istenir.
Dil reformu 1960’larda artık tamamen ideolojik tartışmaların zeminini oluşturur. Tartışmalar daha ziyade, özleştirmeciliği savunan Türk Dili dergisi, Ulus ve Cumhuriyet gazeteleriyle ona muhalif Hisar, Türk Kültürü, Kubbealtı dergileriyle Son Havadis ve Tercüman gazeteleri yazarları arasında yaşanır. Üslûplar karşılıklı olarak sertleşir. Faruk Kadri Timurtaş’la Ömer Asım Aksoy’un tartışmaları döneme damga vurur. Bir taraf diğerini “esersiz âlim” olmakla suçlarken, diğer taraf öbürünü “adam kıtlığında ortaokul Türkçe hocalığı yapmak” ve “dil bilgini olmamak”la suçlar, tartışmalar şahsî bir hâle döner.
1968 yılında yapılan II. Muallimler Birliği Kongresi “muhafazakârlar” ve “özleştirmeciler” arasındaki tartışmaları alevlendirir. Özleştirmeciler, devrimlerle yenilenen toplumun dilinin de devrimler zincirinin ayrılmaz bir halkası olduğunu ve özleştirmenin devam etmesi gerektiğini söylerken, muhafazakârlar onları solculuk ve Türk milletini sevmemekle itham eder. Özleştirmeciler karşı tarafı Atatürk devrimlerine karşı olmakla, hatta Osmanlı’yı yeniden diriltmeye çalışmakla suçlar.
1970’li yıllarda toplumdaki kutuplaşma dile de yansımış, uygulamada farklılıklar görülmeye başlamıştır. O yıllarda sağ ve sol görüşle birbirinden ayrılanların dil anlayışı ve kullandıkları diller de birbirinden ayrılıyordu. Bu yüzden dil tartışmalarının en hararetli yaşandığı dönemin 1960’ların sonundan 1980’lere kadar geçen süre olduğu söylenebilir. Dili arındırma çabasını solun daha çok sahiplendiği, millî değerleri gözeten sağın bu arınmaya karşı çıktığı görülür.
1972 yılında yayın hayatına başlayan Kubbealtı, Türk Dil Kurumu yayınlarının aksine öz Türkçe karşıtı bir yayın politikası izleyerek dil tartışmalarının en ateşli taraflarından biri olur. Derginin yazarları arasında Tahsin Banguoğlu, “Uydurma ve Yanlış Kullanılan Kelimeler Sözlüğü” yazı dizisiyle Faruk Kadri Timurtaş, Necmettin Hacıeminoğlu, Nihat Sami Banarlı, Muharrem Ergin, Mehmet Kaplan ve Ömer Faruk Akün gibi önemli isimler yer alır. Yazıların ortak noktası, “millî varlığın en önemli belirleyicilerinden biri olan” dilde, tasfiyeci, aşırı sadeleştirmeci tutumu kültür erozyonu olarak tanımlayıp eleştirmeleri, zorlamalarla dilin yoksullaşacağını iddia etmeleridir.
Dilde özleştirmeye karşı çıkanlar; Yahya Kemal, Ömer Seyfettin, Peyami Safa gibi yazarların dilini sadeleştirmenin Türkçe’ye, kültür ve düşünce hayatına büyük darbe vuracağını savunuyordu. Bu kültürel yozlaşmayı bütünüyle harf devrimiyle ilişkilendirenler de vardı. Örneğin, Cumhuriyetten sonra liselerde Arapça ve Farsça öğretiminin kaldırılmasını (1926), ardından Arap harfleri yerine Latin harflerinin kabulünü (1928) tarihî ve millî değerlerimizin kaybı olarak yorumlayan Banguoğlu, Doğu kültürüyle aramızdaki köprüleri attığımızı söylüyordu. “Derleme tecrübesi bizi sunî ve sentetik bir dile götürmüştür” diyenler, “Düzme Türkçe”den bahsederek biraz durmayı, işi bir müddet kendi haline terk etmeyi tavsiye edenler, “Tecrübe devresinde lisanın içtimaî, pedagojik, edebî tekâmülünün yanlış bir mecraya sevk edilmiş, zararlı ifratlara yol açmış” olduğunu iddia edenler olmuştur.
“Yayın ve Yazışmalarda Kullanılacak Dil”
Türk Dil Kurumu’nun bir akademiye dönüşmesi konusunda öteden beri var olan tartışmalar 1980 sonrasında yoğunlaşır. Bu konuda ilk adım 26–27 Aralık 1980’de yapılan Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (SİSAV) toplantısıdır.
Burada yeni anayasa hazırlanmadan önce TDK’nın “Yaşayan Türkçe” doğrultusunda yeniden yapılandırılması gerektiği açıklanmış, Kenan Evren tarafından da bu çalışma desteklenmiştir. Cumhuriyet tarihi boyunca ordunun dil reformunu desteklediği, bu desteğin 1960 darbesiyle devam ettiği ve 1980’de zirve yaptığı görülebilir. Kurum, 1982 Anayasası’nda Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesinde Başbakanlık’a bağlanır. TDK’nın özerkliğinin kaldırılıp hükümete bağlı resmî bir kuruluş haline getirilmesi dil çalışmalarının da bürokratik bir anlayışla sürdürüleceği endişesiyle yeni bir tartışmayı başlatır.
Türkçe’nin 1980’lerdeki gelişimiyle ilgili diğer bir önemli olay TRT’nin yasaklı sözcükler listesidir. TRT Genel Müdürü Prof. Dr. Tunca Toskay imzalı, 1985 tarihli “Yayın ve Yazışmalarda Kullanılacak Dil” konulu genelge, Danışma Kurulu’nun tespit ettiği ve aralarında derslik, dize, doğal, görsel, olanak, öykü, ruhsal, ulus, yanıt, zorunlu kelimelerinin de olduğu 202 adet kelimenin kullanılmamasına yöneliktir.
1980’lerden sonra Türkçe konusunda “eski” ve “yeni” tartışması artık önemini yitirir, “Dil Devrimi” üzerinden politik tartışmalar durulur. Bu yıllardan itibaren ideolojik, ekonomik ve toplumsal eğilimler nedeniyle dilde popüler kültür ve kitle iletişim araçlarının yol açtığı değişim ile “kirlenme” ve “yozlaşma” tartışmaları ortaya çıkmıştır.
Özür borcu
Masa başında planlanan ve yukarıdan dayatılan her uygulama beraberinde birçok tartışmayı getirmiştir ve getirecektir. Devlet, sahip olduğu hegemonyayı pekiştirme aracı olarak tarih boyunca her zaman dili araç olarak kullanmıştır; gerek o dili yukarıdan inşa ederek, gerekse inşa edilen dili ideolojiye uygun dayatarak. Günümüzde dilin normal gelişim seyrinde müdahalesiz yol alması gerektiği düşüncesi yaygın olsa da, tabandan gelen “ana dilde eğitim” talebinin gözardı edilmesi, devlet zihniyetinin hâlâ devam ettiğinin göstergesidir. Ama darbe döneminde yasaklı kelime listesi çıkartmaya zorlanan ve her türlü müdahaleyi onaylamak zorunda bırakılan bir akademisyenin referandum sonrasında gerçekleştirilen bir sempozyumda “Burada, o dönemde sessiz kaldığımız için hepimiz bir özür borçluyuz, dil zorlama kabul edemez, bunun için zorlayıcıların yargılanması çok önemli” demesi de bir o kadar umut vericidir.