İştar Gözaydın
Sistem olarak laikliğin kaynağındaki düşünce olan sekülarizm, bilginin din, dogma ve inançlardan bağımsızlaşması yönündeki felsefî temellerini ağırlıklı olarak 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’da buldu. Anılan ilkenin Fransa’da 19. yüzyılda hukuk yoluyla uygulama alanına konulmasından sonra da, önce Avrupa ülkelerinde, sonra Amerika Birleşik Devletleri’nde değişik nüanslarla uygulamaya koyulmuş değişik sistemler ortaya çıktı.
Dolayısıyla, laiklik ve sekülarizm kavramlarının hep ve her yerde aynı şekilde anlaşılabilecek bir tek tarifi, bir tek anlamı yoktur; içinde oluştukları yapıların siyasî ve sosyal kültürleriyle şekillenirler. Öyle ki, çoğunluğun Hıristiyan inancında olmasına karşın, bu dinin çok değişik mezheplerine mensup bir nüfusa sahip ABD örneğinde devlet, laikliği din ve inançlar karşısında tarafsızlık olarak yorumlamayı yeğlemiştir.
Öte yandan, kilise-devlet arasında bir siyasî güç mücadelesinin verilmiş ve ayrışmanın sağlanması üzerinden asırlar geçmiş olmasına karşın bir bakıma hâlâ Katolik Kilise’nin gölgesini üzerinde hisseden Fransa örneğinde, laiklik hususunda ABD’ye nazaran daha katı bir yorum yeğlenmektedir. Bu nedenle Conseil d’Etat “düzenleyici ve uzlaştırıcı” bir rol üstlenmiştir; bir yandan kamu düzeninin gerekleri ve ibadet özgürlüğünün kullanılması arasında, diğer yandan herkesin inanç özgürlüğü ile laiklik ilkesinin gözetiminde ve inananlarla inanmayanların hakları arasında tam anlamıyla 1789 Bildirgesi’nin getirdiği “dinî düşünce özgürlüğü” ve “laik devlet” ilkelerine bağlı kalarak, “düzenleyici” bir görev yürütmektedir.
Hristiyan toplumların sosyal gelişimi içinde gelişen bu kavramlar, süreç içinde modernitenin evrensel bir yaygınlık kazanmasıyla Batı toplumları dışında da uygulamaya konuldu. İslam’ın Sünni kolunda Hristiyanlığınkine benzer bir ruhban sınıfı ve teşkilatı bulunmadığından, laiklik kavramı, devlet işlerinin idaresinin dinî normlarla bağlantılı olmaması ve onlardan bağımsız olması şeklinde anlaşılmıştır.
Türkiye’de laikliğe geçiş
Türkiye Cumhuriyeti’nde laikliğin oluşumunda, Osmanlı Devleti’nin kendine has bir idare hukuku sistemi deneyimi yaşamış olmasının büyük bir etkisi olsa gerek. Osmanlı devleti bir İslam devletiydi, ama teokratik bir sistem değildi. Bir taraftan İslam hukuku, yani şeriat hükümleriyle diğer taraftan da Türk devlet geleneğinden alınmış ve çeşitli etnik-dinî cemaatlerden oluşan toplulukları bir devlet çatısı altında tutma gereksinimine cevap veren örfî hükümlerle yönetiliyordu.
Laikliğe geçiş, Cumhuriyet’in ilk kuruluşunda değil, birkaç yıl sonra yapıldı, ancak kurucu siyasî kadronun laik bir siyasa gütme hususundaki niyetleri bu dönemde de gözlemlenebilir. İlk anayasa olan 1924 Anayasası din esaslarına dayanırken, 1928’de yapılan değişikliklerle 2. maddesindeki “Devlet resmî dini din-i İslam’dır” ibaresi ve 26. maddesindeki, meclisin görevleri arasında sayılan “ahkam-ı şeriyenin tenfizi” ibaresi kaldırıldı. Aynı zamanda, meclis üyelerinin seçimlerden sonra meclise ilk girişlerinde yaptıkları yeminin dinî şekli terk edilerek, “namusum üzerine söz veriyorum” ifadesi konuldu.
Böylece devlet hukuken laik bir çerçeve içine sokuldu, devletin eğitim, kültür vesaire bütün sahalardaki politikaları buna göre belirlendi. Daha sonra 1937’de anayasada yapılan başka bir değişiklikle laiklik niteliği ilave edildi. Bu, 1928’de yapılan değişikliği teyid edici mahiyetteydi.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucularının Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kuruma İdare içinde yer vermelerinin gerekçesi kanımca, adı baştan Anayasa’da konulmuş olmasa da sonraki icraatlarıyla “laiklik” olarak nitelenebilecek ideolojiyi benimsemeleri sonucu oluşturmaya çalıştıkları siyasal yapıyı korumaya yönelik olarak hukuk düzenine koydukları kurallar ve dengeler sisteminde aranmalıdır. Paradoksal bir şekilde, devlet dine ve bunun sosyo-politik alandaki muhtemel nüfuzuna karşı Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kullanmaktadır.
İlahî yasalar yerine “ulus iradesi”
Yeni düzenin, nüfusunun az bir oranı dışında tek bir dinin mensuplarının oluşturduğu ve bu dinin, en azından belirli güç mücadelelerinin yaşanmış ve halledilmiş olduğu Hıristiyanlıktan da farklı olarak başlı başına siyasî bir nitelik taşıyan İslâmiyet olduğu bir ülkede gerçekleştirilmeye çalışıldığı düşünüldüğünde, kurucuların koyduğu hukuksal düzenin kendi amaçlarına uygunluğu ortadadır. Konjonktür gereği ertelenmiş olduğu anlaşılan ‘devletin dini’ ibaresinin Anayasa’dan çıkarılması, ‘laik’ nitelemesinin Anayasa metnine katılması gibi birtakım gelişmelerin de sonunda, siyasal yapı bakımından ortaya çıkan panorama meşrutiyet kaynağının ilahî yasalar yerine “ulus iradesi” olarak belirlenen kurallara dayandırılmak istendiğini ortaya koymaktadır.
Böylelikle ortaya çıkan laiklik anlayışı, Kemalist söylemde ileri sürüldüğü gibi “devletin dinle ayrılığı” olarak değil; devletin siyasal meşruiyet temellerinin ve dolayısıyla hukuk düzeninin din dışı kurum ve kurallara dayandırılmasında kendini gösterir.
Cumhuriyet’in kurucularının fiili laiklik anlayışının içine, gerektiğinde din kurumu temsilcisi olarak belirledikleri makamın bir tür “olur”unu almaya yönelmek olduğu kadar; oluşturdukları bu kurumu, resmi İslâm’ın yayıcısı ve farklı grupların denetleyicisi olarak kullanmak da sığar; ancak ileriki yıllarda görülecek siyasalardan farklı olarak burada nihaî amaç, toplumdaki yapısal değişikliklere yönelik eylem planları içinde, din kurumunun öteki toplumsal kurum ve ilişkilerle ilgisinin mümkün olduğunca kesilmesidir.
Bu çerçevede bir laiklik anlayışıyla, “devletin din karşısında tarafsızlığı”nın öngörüldüğü klasik anlamından farklı olarak “din dışı kurallarla yönetilen devlet” oluşturulmuş; siyasî rejimin güvencesi olarak da bir adım daha atılarak toplum “eğitilerek” laikleştirilmeye çalışılmıştır. Laik (din dışı) devlete bir tehlike olarak görülen din olgusunun denetim altına alınması için İdare içi bir örgüt yapılandırılmıştır.
Bu arada, İslâm dininin laiklikle bağdaşmasına ilişkin kuramsal yapı da, “Türkiye Cumhuriyeti’nde muamelatı nasa dair olan ahkâmın teşri ve infazı Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun teşkil ettiği Hükümete ait olup dini mübini İslâm’ın bundan maada itikadat ve ibadete dair bütün ahkâm ve mesalihinin tedviri ve müessesatı diniyenin idaresi için Cumhuriyet’in makarrında bir (Diyanet İşleri Reisliği) makamı tesis edilmiştir” hükmünü içeren Şeriye ve Evkaf ve Erkânı-ı Harbiye Umumiye Vekaletlerinin İlgasına Dair Kanun’da temellendirilmiş; muamelat ve inanç ile ibadet ayrılmıştır. Bunun önemi İslâmiyet’inKur’an’daki ayetleri inanç, ibadet ve muamelat olarak üç kısma ayırmış olmasındadır. İnanca ve ibadete ait olanların değişmezliğikabul edilirken; dünya işlerine devletin düzenlenmesine dair olan muamelat hakkında din, “zamanın değişmesi ile hükümler değişebilir” ilkesine uygun olarak sosyal gerçeklere ve gereksinimlere uygun yasalar yapılmasını görev olarak devlete yüklemiştir.
Devleti toplum güçlerine karşı savunmak
Kanımca, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Türkiye’de cumhuriyetçilik, devleti toplum güçlerine karşı savunmak anlamını taşımıştır. Türkiye’de laikliğin resmî ele alınış biçimi, bu devletçi geleneği tamamlar. Bu gelenek, toplum içinde özerk siyasal, kültürel alanların yasal varlığını tanımamak, bunları devletin varlığına karşı yönelen tehlikeler olarak ele almak ve meşru toplumsal pratikten sadece devletin denetlediği pratikleri anlamaya dayanır. Din de resmî ideoloji çerçevesinde, kaçınılmaz olarak bu devletçi gelenek içinde ele alınmıştır.
Mustafa Kemal henüz hayattayken, 5 Şubat 1937’de İsmet İnönü ve 153 arkadaşının verdiği bir kanun teklifi üzerine Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nda yer verilen laik nitelemesi hakkında Yedinci İnönü Hükümeti’nin Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, “maksadımız dinin memleket işlerinde müessir ve amil olmamasını temin etmektedir… Dinler vicdanlarda ve mabetlerde kalsın, maddî hayat ve dünya işine karışmasın” ifadesini kullanmaktaydı.
İzleyen on yıl içinde CHP’nin laiklik siyasasında ortaya çıkan farklılaşma, en belirgin ifadesini Yedinci Kurultay’da özellikle parti program tasarısının laikliğe ilişkin maddesi dolayısıyla yapılan görüşmeler ve sonuçta alınan kararlarda ortaya koyar. Anılan görüşmeler, delegelere 1920’ler ve özellikle 1930’lar rejimi dışında niyet ve istemleri bulunduğunu belirtmek olanağı tanınması bakımından ilginçtir; gençlere okullarda din bilgisi verilmesi istemi dile getirilmiş, dinin gerekliliği defalarca tekrarlanmış, birtakım eleştiri ve yakınmalarda bulunulmuştur.TürkCezaKanunu’nunbazı maddelerinin değiştirilmesine dairKanunTasarısı’nınMeclis’tekigörüşmeleri de, temelde laik kurallara dayanan bir sistemin savunulmasıyla birlikte,Cumhuriyet’inkurucu kadroları tarafından amaçlanan düzende yer alabileceklerden farklı istemlerin yasama organında dile getirilmesine sahne oldu.BaştaDiyanetBaşkanlığı’na ilişkin olanlar olmak üzere, bu dönemde yapılan hukuk düzenlemeleri değerlendirildiğinde ortaya çıkan, var olan ancak o güne dek ifade edilememiş görüşlerin de belirmesiyle, olması gereken çok sesli topluma doğru bir gidişin kaydedilmekte olduğudur.
Milletçe dayanışma ve bütünleşme
1982 Anayasası’nda Diyanet İşleri Başkanlığı’nındüzenlendiği 136. madde’de, ayrıca kurumun “laiklik ilkesi doğrultusunda” çalışacağının belirtilmesi, Anayasakoyucunun devletin dine yaklaşımının salt bir kamu hizmeti olması yolunda gösterdiği çabanın ürünü olsa gerek. Bunun dışında Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilmiş olan “milletçe dayanışma ve bütünleşme görevi”, laiklik ve milliyetçiliği dinsel görevlerle birleştirilebilen 1982 Anayasakoyucunun ve siyasî uygulayıcılarının makro anlayış ve siyasasının mikro düzeyde bir göstergesi olsa gerek.
Din olgusu karşısında, Cumhuriyet’in kurucuları seçenekleri pek fazla olmayan bir konumdaydı. Ya bu olgu hiç yokmuş gibi davranacaklar ya da yönelmekte bulundukları laik devlet modeline en az ters düşebilecek bir çözüm arayacaklardı. Din olgusunu ‘yok’ farzedemeyecekkadarbasiret ve ileri görüş sahibi olanCumhuriyet’inkurucuları, İdare içinde bulunmakla beraber mümkün olduğunca bağımsız ve etkilenmelerden uzak kalabilecek bir yapıda olmasına özen gösterdikleri ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmuşlardı. Cumhuriyet’in kurucularının, bu kuruma başlıca iki işlev yüklemiş oldukları gözlemlenebilir: Bir kamu hizmeti sunmak ve bu hizmeti sağlayan personeli gözetim altında tutmak suretiyle laik düzeni korumak.
Hıristiyanlıktaki bulunan kilise örgütünün aksine İslâmiyet’te ruhban sınıfının olmayışı, devletin dini bir kamu hizmeti olarak kabul ederek gereğini yerine getirmesini meşru kılıcı en önemli gerekçelerden biridir. Ortada tatminsiz ve uzun süreli toplumsal bir gereksinimin bulunduğu, bu gereksinimin giderilememesinden de toplumda huzursuzluk doğması hususunda güçlü bir olasılığın var olduğu durumlarda devlet bahis konusu alanı, bir kamu hizmeti olarak, görevleri arasında üstlenebilir.
Ben Türkiye Cumhuriyeti’nde, siyasî yelpazenin neresinde olursa olsun hiçbir siyasal partinin, mevcut örgütlenme, personel ve bütçe imkânlarından ve ifade ettiği “güç”ten ötürü Diyanet İşleri Başkanlığı kurumundan vazgeçebileceğini düşünmüyorum. Zira her iktidar böylesine güçlü bir yapıyı elinin altında bulundurmak ve tabii ki kullanmak ister.
Kanaatimce Diyanet İşleri Başkanlığı, kamu hizmeti gören bir kurum olarak muhafaza edilebilir, ancak kendini hakim inanç anlayışı dışında gören diğer inanç çevrelerinin de temsili sağlanacak şekilde yeniden düzenlenmeli. Kurumun yeniden yapılandırılmasında hak temelli bir anlayış çerçevesinde konuya yaklaşılarak, kendini hakim inanç anlayışı dışında gören farklı inanç gruplarının düşüncelerinin alınması gerekir. Ayrıca, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde temsil edilmek istemeyen inanç gruplarının da parallel kuruluşlar kurmasının önündeki yasal engeller kaldırılmalı. Bakalım yeni bir Anayasa bu dertlere deva olabilecek mi?