Nihat Kentel
1970’li yıllarda krize giren Fordist işletme ve sermaye birikimi anlayışında devlet, dengeleyici, talep yaratıcı ve gelir dağılımının bozulması baskısına karşı bir işlev yerine getirirken, daha sonra içine girdiğimiz neoliberal sermaye birikimi döneminde devlet, sermaye birikiminin, pazar genişlemesinin baş aktörlerinden biri olarak nerdeyse taraf değiştirmiştir. Devletli pazar yaratma ve sermaye birikim politikaları bu yüzden, 30-40 yıldır gelir dağılımını bozan bir eğilimle gelişiyor.
Böyle bir kurulum içinde, devlet yeniden dağıtıcı işlevini gittikçe terkederek, artı değer ve rant kaynaklarını pazara sunma yoluyla büyütücü bir işleve geçiş yapmıştır. Pazar ilişkileri zaten gelir dağılımını bozucu bir karaktere sahiptir. Bu da üst gelir grupları ile alt gelir grupları ve gelirsizler arasındaki arayı açmakta, bu ara açıldıkça, insanların hayatta kalma konusunda içine girdikleri rekabet daha da acımasız hale gelmekte, yaşadıkları psikolojik baskı “öteki” ne karşı olan düşmanlığı da körüklemektedir.
“Kapitalizm, insan hayatına bugüne kadar tanık olmadığımız biçimde saldırıya geçti.” Bu önermeyi bundan 10 yıl önce de söylüyorduk, bundan 10 ya da 20 yıl sonra da söyleyeceğiz büyük bir olasılıkla. Buna karşın daha küçük bir olasılıkla da aynı süre içinde kapitalizmden kurtulmanın yolları ve yöntemleri ortaya çıkacak ve belki de dünya solu gelecekteki kapitalizm dışı dünyayı daha net bir biçime tasavvur edebilecek.
Bugün ise yapabileceğimiz çok önemli bir şey var. İçinde yaşadığımız bu sistemin dünya üzerindeki insanları ve çevreyi ne hale getirdiğini bütün ayrıntılarıyla tasvir etmek ve hangi gelişmelerin neye yolaçtığını açığa çıkarmak.
“Değer” taşımayan “işgüçleri”
Refah sağladığı düşünülen büyüme, sürekli safralar atan ve bir yandan kendi temellerini de parçalayan bir süreçtir. Yaşadığımız toplumsal dinamik, insanların hız sınırlarını zorluyor. Yarışı sürdürebilenler, her gün yeni rekorlar kırmak ve daha hızlı olmak zorunda. Öyle gözüküyor ki, ya insanî sınırlarına çarpıp aynı zamanda besledikleri sisteme en azından hasar verecekler, hatta yıkılmasına neden olacaklar, ya da biyonikleşip sistemle birlikte “yaşamaya” devam edecekler. Yarışı sürdüremeyenler ise birer birer dökülüyor zaten. On yıl önceki fabrika işçileri bugünkü işsizlerdir ve pazar için “değer” taşımayan “işgüçleri” vardır. Onlar bin türlü takla atarak, ıssızlaşmış kasabalarda, piyasaya çıkardığında maliyetini bile karşılayamayan ürünlerini ektikleri topraklarda, kimyasal atıklarla bezenmiş ve en temel ihtiyaçlarını bile gideremedikleri şehre yamanmış yaşam alanlarında hayatta kalmanın ve kendilerini daha da yoksullaştıran parayı kazanma mücadelesinin hikâyelerini yazıp duruyorlar.
Kuzey Amerika ve Avrupa’da para ile yazılan ve dünyaya dayatılan pazar senaryosuna göre oynanan oyun, yüzyıllardan beri dünyanın güneyinde yoksullaşmaya, açlık ve şiddet krizlerine, çevresel ve insansal katliamlara yol açıyor. Ekonomik büyüme yoluyla halklarını yoksulluktan kurtardığı iddia edilen Çin, Hindistan, Rusya ve Brezilya gibi ülkeler (buna Türkiye’de dahil edilebilir) ise, yapılan propagandanın aksine, sayısı her geçen gün artan geniş halk kesimlerini ellerindeki para ile ihtiyaçlarını karşılayamayan yoksullara dönüştürmekte.
Türkiye’de de kişi başına düşen milli gelir artıyor. hatta bundan, yoksulluk sınırı diye saptanan, günde 1 ya da 2 dolar gibi insan hayatının gerçeği ile hiçbir ilgisi olmayan ölçütlere göre, yoksulluğun azaldığı sonucunu çıkarmak bile mümkün. Oysa bu yoksulluk alt gelir sınırı diye saptanan parasal miktar, insanlara, adına pazar denen canavar tarafından yaşam alanları parçalanarak sunulur. Eskiden o “yoksulluk” sınırının altında bütün temel ihtiyaçlarını karşılayabilen insanlar daha sonra o “yoksulluk” sınırının üstünde ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelir. Buna da günümüzde bazı iktisatçılar, “millî gelir artışı var” diyerek alkış tutar. Karşılayamaz hale gelirler, çünkü pazar, genişlemesini ve derinleşmesini, aynı zamanda işgücünün kendini yeniden üretmesinin de maliyelerini arttırarak, gerçekleştirir. Örneğin bugün, 10-20 yıl önce işgücümüz için hiç de gerekmeyen tüketim mal ve hizmetlerine ihtiyaç duyarız. Bir işçi daha fazla kazanır, ama alması gereken televizyon düz ekran, cep telefonu akıllı, hata internet erişimi de eskisine göre 10 kat daha hızlı olmalıdır.
Bundan 20 yıl sonra belki tekrarlayacağız, fakat insanlık tarihinin hiçbir döneminde insanlar mülkiyet ve hayatta kalma rekabetinin yol açtığı sosyal çöküşlere ve doğal yaşam alanlarının parçalanmasına bu denli maruz kalmadı. Toplumsal dayanışmanın yerini toplumun en derin noktalarına kadar nüfuz etmiş olan rekabet, aynı zamanda artan ırkçılığın da gelişebileceği uygun bir zemin sağlıyor. Kapitalist pazar politikaları ise, bütün bu gerçek yoksullaşmanın yol açabileceği direnişi para yanılsaması ile aşmayı hâlâ becerebiliyor. Kapitalist pazarların ve neoliberal adını taktığımız politikaları yürüten, tanrıya baktıklarında dolarlar, avrolar gören, yeni muhafazakâr, korporatist ve baskıcı iktidarların esnekliği sayesinde, dünyanın her köşesine çöreklenmiş olan krizlerin dünya çapında sosyal patlamalara dönüşmesi, paranın kokusunu alan insanların ellerinde kalanları da yitirme korkuları da kullanılarak, engellenebildi. Neoliberalizm adını taktığımız, ama aslında kapitalizmin kendi doğasından kaynaklanan genişleme ve derinleşme yöntemlerinin inanılmaz katkısıyla, başta Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya, Türkiye ve Endonezya gibi ülkelerde olmak üzere, insanları kapitalist pazarlara bağlayan toplumsal ve dinsel projeler, hareketler, yine en büyük desteği pazarla içine girdikleri alışverişten alarak bu krizin bir dönüşüme yolaçmasının önündeki en büyük engellerden birini oluşturdu.
Dokunduğu her şeyi pazar konusu yapma becerisi, gıda ve hammadde kaynaklarını da şu ana kadar görülmemiş biçimlerde “değer”leyerek spekülatör sermayedarların servetlerini şişirirken, milyarlarca insanın daha da yoksullaşması sonucunu getiriyor. Yoksulluğun yaygın olduğu ülkelere de, hâlâ ilaç niyetine büyüme ve dolaylı olarak, büyüme ile birlikte gelen Batı’yla entegrasyon öneriliyor. Bu entegrasyon büyük ölçüde dünya çapındaki ticaret anlaşmaları ile sağlanırken, büyüme olmadan ve ürünlerini Batı’ya satmadan, bu yoksulluktan çıkamayacaklarına inandırılmak isteniyoruz. Buna inanmak için, bugün yoksul olarak bilinen ülkelere, insanlarının yoksulluğunu ve yoksunluğunu hediye eden şeyin, dinmek bilmeyen genleşme ve yerleşme dürtüsü taşıyan, girdiği her alanı pazara çevirerek, dokunduğu her şeyi metalaştırarak, insanların pazar ve meta ilişkileri dışındaki yaşama olanaklarını yok eden sermaye olduğunu unutmamız gerekiyor.
Çözüm var mı?
Yoksulluk pazarla doğrudan ilişkili bir kavramdır ve insanın kendisini, bulunduğu toplumsal koşullarda, yeniden üretmesi için gereken ihtiyaçlarını karşılayabilmesi ile ölçülür. “Pazar” denilen ilişkiler ağı, girdiği yerde metalaştırdıklarını fiyat yoluyla “değerli” hale getirirken, insanların yoksulluk sorunu da tam bu andan itibaren ortaya çıkar. Daha önce erişebildiği ihtiyaçlarına, bir sonraki aşamada yerleşik pazar ilişkileri içinde, değişim değerlerinin karşılığını ödeyerek erişmeye ya da erişememeye başlar. Bu yüzden, yoksulluğun kaynağı olan kapitalist pazarların gelişimi ise, büyüme adı verilen pazar genişlemesi ve derinleşmesi de, uzun vadede kaynağı olduğu soruna çözüm olamaz.
Yoksulluğa karşı koyma tek ülkede asla başarıya ulaşamayacak kadar uluslararasılaşmış bir sorun olduğu için, uluslararası ilişkiler ve deneyim aktarımlarıyla hayata geçirilebilecektir. Gelir dağılımı bozukluğu ve yoksullaşma eğilimine karşı, pazar ilişkilerine son derece yabancı kavramların öne çıkarılması, bu hastalığın giderilmesi için önemli politik sonuçlar sağlayabilir. Dayanışma, pazarın panzehiridir. Demokratik ve ortaklaşa üretilen projeler ve süreçler, pazar ilişkileri dışında da bir hayat olup olamayacağını zamanla bize gösterebilir.
Herkese temel bir gelirin garanti edilmesi hedefi, pazar ilişkilerine ve kâr dürtüsüne karşı politik bir alternatif olabilir. İnsanlar çalışmasalar bile, toplumun kendilerini taşıyacağından emin olmalıdır. Deliler gibi gözüne iliştirdiği her yerden artı değer devşirme dürtüsü ve birtakım insanların “çalışkanlığı”, bazı başka “aptal” ve “değersizlerin” yoksullaşmasına yol açıyorsa, o zaman o “aptal” ve “değersizlerin” de tembellik etme haklarının ya da zorunlu tembelliklerinin de karşılığının verilmesi gerekir.
Bugün insanların çoğu hayatlarını idame ettirmek ile ettirememek arasındaki sınırda tutuluyor. Alttakiler ve araftakiler, paraya tapma ideolojisinin dışına çıkmaya en yakın insanlardır. Küreselleşme yalnızca pazar ilişkilerini değil, aynı zamanda pazar dışı ağların da gelişmesine önemli kolaylıklar sağlıyor. Eğer kendi mahallemizden, şehrimizden ya da ülkemizden bulamıyorsak, fikirdaşlarımızı başka kıtalardan bulabiliyoruz ve ortak bir eylemde buluşarak ses getirebiliyoruz.