Ceyda Akaş Kabadayı
Evdeki çalışma odasının balkonunda bir zaman kapsülü olsa, geleceğe götürecek düğmelerde bir aksaklık olduğu için sadece geçmişe gidilebiliyor olsa, yolculuğu hiç düşünmeden 19. yüzyılın ikinci yarısından başlatıp “Hadi gelmişken Ekim Devrimi’ni de görelim” diyerek 1920’lere sürüklerdi insan herhalde.
Bu zaman dilimini bir 50 yıl daha geriye götürmek içinse tek bir isim yetebilir: Fourier.
Şöyle bir adam olsa: Yaşadığı dönemden, yaşama şeklinden, içinde bulunduğu toplumdan ve dayattığı koşullardan son derece şikâyetçi, tamamen farklı bir yapı kuruyor, inanılmaz detaycı olduğu için bu toplum yapısını oluşturacak kişileri uzun matematik kombinasyonlarını elden geçirerek saptıyor; bununla kalmıyor, toplulukların yaşayacağı mekânları çiziyor, şehir planlamasına ciddi alternatif üretiyor, önerdiği yapıyı oluşturacak şartları belirliyor, bunları da Jules Verne’e taş çıkartacak bir edebî dil ve hayal gücüyle anlatıyor, durup durup listeler yapıyor, oturup “boynuzlu kocaların değişik türleri” hakkında kafa yoruyor, hem eğleniyor hem öğretiyor (!), kreş sistemini düşünerek ilk defa kadın haklarından ve özgürlüğünden bahseden kişi olmakla kalmayıp eğitimbilimciliğe soyunuyor, yaşarken değil belki ama hemen sonrasında Dostoyevski’den André Breton’a, Roland Barthes’a bir sürü dehayı etkiliyor…
İşte bu adımın tam adı: François Marie Charles Fourier. Yaşadığı dönem: 1772-1837.
‘Armoni’ dönemi
Bir uygarlık düşmanı Fourier. İnsanın barbarlıktan sonra geçirdiği bir süreç olarak görüyor uygarlığı ve şu anda başımıza gelen ne kadar kötülük varsa, tüm baskıcı sistemi ve kısıtlayıcılığıyla uygarlıktan biliyor. Eğer insanlık bu dönemi atlatmayı başarırsa kendisinin ‘Armoni’ adını verdiği başka bir sürece girerek, tüm kabul görmüş kuralların ötesinde mutlu bir yaşam sürmeye başlayabilecek (bu arada ciddi bir evlilik düşmanı olduğunu belirtmek gerek). Uyum içinde yaşayan bu topluluklar, Falanster adı verilen binalarda oturuyor. Fourier’nin hesaplarına göre dünya üzerinde her biri 1620 kişiden oluşan yaklaşık 3 milyon Falanster olacak (detaycı demiştik değil mi? Bunu hesaplarken yine oturup 810 insan tipi içeren bir liste yapıyor, bunun kadın ve erkek versiyonlarını da hesaba katarak bu sayıya ulaşıyor).
Bu bölüklerin ortak bir mutfağa sahip olması hem herkesin yeterli derecede beslenmesine hem de tüketimin kontrol edilmesine yol açacak. Tarımla geçinecek olan bu toplumlar kendi içlerinde de sürekli devredilen bir görev dağılımıyla örgütlenecek, herkes kendi yeteneği doğrultusunda üretime katkıda bulunacak. Bu işbölümü çocukları da kapsıyor elbette, Freud’un yıllar sonra ortaya atacağı anal-sadist dönemi öngörürcesine oluşturduğu sistemde, Küçük Ordular ismini verdiği gruplar her çocuk gibi pislikle oynamaktan hoşlandıkları için çöp toplamakla görevlendiriliyor. Özel kıyafetleri içinde midillilerine binip dolaşıyor, sürüngen toplayıp işkembe temizliyorlar, özgürce argo konuşuyorlar (bunlarla işi olmayan çocuklar ise çiçeklerle ilgilenip zebraların üstünde fink atıyor).
Tutkularıyla barışan bir toplum
Yapılmaması gereken, ama aslında arzulanan güdüler yararcı bir anlayışla geri dönüştürülüyor. Bunda Fourier’nin insan tutkularına hiçbir şekilde gem vurulmaması gerektiği düşüncesi ön plana çıkıyor elbette. Zaten düşünüre göre tutkularıyla barışmayan bir toplumun ahenkli olmasının hiçbir yolu yok.
Bunları yüzlerce sayfada anlatırken bir yandan da dergi çıkartıyor.
Tüm bu çabalara rağmen, belki de pek şaşırtıcı olmayan bir şekilde, yaşarken büyük bir hareket sağlayamıyor. Hatta Béranger’nin uydurduğu ya da anlattığı gibi 1825-35 arası, on yıl boyunca kendine bu projeyi gerçekleştirmek için bir hami bulmak amacıyla kimsenin gelmediği öğle yemekleri düzenliyor.
Bu duruma istisna oluşturabilecek tek örnek var: 1833’te, yani ölümünden dört yıl önce, Fourier’nin fikirlerinden yola çıkılarak Baudet Dulary’nin bağışlanmasını sağladığı 500 hektarlık alanda bir komün kuruluyor, tüm organizasyonu da sıkı bir Fourierist olan Victor Considerant yürütüyor, sonbahar aylarında binalar tamamlanıyor.
Ancak 1100 kişiyle başlayan yeni toplum girişimi kışın sonunda 200 kişiye düşüyor, belki de Fourier’nin hassas hesaplarına tam da uyulmadığı için! (Mezarından bağırıyor: 1620 dedik size…)
Sonra 1841’de biri Brezilya’da olmak üzere iki ayrı Falanster kuruluyor, sonları yine hüzünle bitiyor. Doktorlar, avukatlar ve mühendislerden oluşan bir grup 1845’te ütopyayı bu defa Cezayir’de (sömürge sahibi olmak bambaşka tabii) hayata geçirmeye yelteniyor, kısa süre sonra maaşla geçinen bir topluma dönüşüyor. Amerika’da buna benzer tarım kooperatifleri kurulsa da sonuç değişmiyor. Sadece aralarından biri, Meksika’da kurulan bir komün, 13 yıl ayakta kalabiliyor.
Longo Mai
Günümüze geldiğimizdeyse Fourier’nin rüyasını gerçekleştiren birçok kooperatif olduğunu görüyoruz. İlki Fransa’nın güneyinde, Limans bölgesinde kurulan Longo Mai. Provans dilinde “uzun süre yaşayan” anlamına geliyor. ’68 coşkusu içinde, Spartakus grubuyla (Avusturyalı öğrenci birliği), Hydra üyesi (İsviçreli öğrenci grubu) öğrenciler birleşerek savaş ve kapitalizm karşıtı çeşitli eylemler yapıyor. Bir yandan da fon oluşturuyorlar.
Hydra’yı 1972 yılında Schirmeck Fabrika eyleminden tanıyoruz, fabrikayı ele geçirmeleri onlara büyük bir prestij ve destek sağlıyor. Almanya’da Baader ortalığı kasıp kavururken Hydra ve Spartakus tüm kurulu sisteme karşı alternatif bir yapılaşma oluşturma düşüncesinde birleşiyor. Birleşen bu iki Alman ekolü topluluk, otoriteyle yaşadıkları doğal problemler sebebiyle Provence’a geliyor ve Fourier’nin sıkı takipçisi olan “Rémi” lakaplı Roland Perrot ile tanışıyorlar. Perrot’nun bağlantıları sayesinde 270 hektarlık, içinde harap bir çiftliğin de bulunduğu araziyi herkesin birleşerek ortaya koyduğu 450.000 Fransız Frangıyla (aşağı yukarı $64.000) satın alıyorlar.
Halen Zinzine dağının eteğinde hayatına devam eden kooperatif daha çok hayvancılıkla geçiniyor. Bir de radyosu var, ayrıca Forum Civique Europeen’e de ev sahipliği yapıyor. Limans’da bulunan kooperatifin Fransa’da dört, Ukrayna, Avusturya, Almanya ve Costa Rica’da birer de kardeşi bulunuyor.
Fourier’nin ölümüne ve sonrasına geri dönersek, bu sefer Dostoyevski’yle karşılaşıyoruz. Fourierist bir topluluk olan Petrachevski’ye katılan yazar 1849’da vatan haini ilan edilerek Çar I Nicolas tarafından idam cezasına mahkûm ediliyor. Çarın son anda cezadan vazgeçmesi bugün Suç ve Ceza’yı, Karamazov Kardeşler’i okumamızı sağlıyor. Dostoyevski, sorgu heyeti karşısında şöyle diyor:
“Fourierizm barışçıl bir sistemdir, inceliğiyle ruhu ele geçirir; kalbin, Fourier’nin sistemini oluştururken kendisini de etkilemiş olan insan sevgisiyle dolmasını sağlar, aklı ahengiyle şaşırtır… Bu sistemde nefrete yer yoktur. Fourierizm, politik devrimlerin peşinde değildir, yaptığı devrim ekonomiktir. Devletle, mülkle ilgilenmez”.
Bir yeryüzü cenneti
Sadece bir ütopya olarak kalmayan Fourier’nin toplum ve sistem eleştirisi 1850 sonrası Fransız sanat camiasında da etkisini sürdürüyor. Neil McWilliam’ın yazdığı, İletişim Yayınları’ndan çıkan Sanat/Ütopya – Sosyal Sanat ve Fransız Solu isimli 570 sayfalık kitabın yarısı tamamen Fourier’ye ve onun sanata ve teorisine etkilerini anlatıyor. Özellikle 1851 Paris Salonu’nda Millet’nin “Le Semeur” tablosunun bu bakış açısıyla nasıl övgüyle karşılandığını aktarıyor.
Dönemin düşünür ve sanat eleştirmenlerinden Laverdant, bir Fourierist olarak sanatçının dürüst olması gerektiğini, ahengi bozulmuş insan ve doğanın tüm çıplaklığıyla tasvir edilmesinin gerekliliğini vurguluyor, yazarın deyimiyle realizmi çağrıyor: “Ne zaman çetin ve sıkıcı işlere gömülmüş (…) zorluklar içinde yaşayan yoksul insanlarla karşılaşsalar, onları rahat ve keyifli bir atmosferde grup halinde resmetmeye girişen” sanatçıları eleştiriyor. “Fourier, uygarlığın doğayı sömürmesine son verilmesiyle, verimli ve insan ihtiyaçlarına karşılık veren bir yeryüzü cenneti yaratılacağını iddia etmiştir” diyor yazar.
Yine 1851 Salonu üzerine (Fourier’nin ahenk teorisiyle bağdaşan şekilde) François Sabatier de sergide yer alan peyzajlar hakkında “istesek de istemesek de şehirlerden vazgeçmeyi düşünmek zorundayız. Takdir-i ilahî peyzaj sanatçılarını, bizleri kırlarla, yani insanın doğal yuvasıyla yakınlaştırıp barıştırarak bu olaya hazırlamakla görevlendirilmiş görünüyor. Emin olun, bugün bu kadar çok sayıda ve yetenekli peyzaj ressamı varsa, sebebi budur. Peyzajın kendisi de sosyalist hale geliyor, gülmeyin: Bu demektir ki sosyalizm, doğanın gücünün akıl yoluyla arttırılmasından ve bilim ile sevgi aracılığıyla ahenkle düzenlenmesinden başka bir şey değildir” diyor.
“Devrimci Bağımsız Bir Sanat İçin”
Dahi ütopistimizin sanata etkisi dönemle sınırlı kalmıyor. 1938’e geldiğimizde André Breton’u Paris’te ilk sürrealist sergisini düzenlerken buluyoruz. Aynı yıl sanatçı, Frida Kahlo, Diego Rivera ve Leon Troçki’yle beraber Meksika’ya gidiyor ve “Devrimci Bağımsız Bir Sanat İçin” manifesto kaleme alıyorlar. 1939’da içinde Fourier’ye de yer verdiği ve sonradan Vichy hükümeti tarafından yasaklanacak olan “Kara Mizah Antolojisi” ve “Fata Morgana”yı yayınlayan Breton, Mareşal Pétain tarafından “tehlikeli bir anarşist” olarak nitelendiriliyor ve New York’a gitmek zorunda kalıyor. İşte bu sürgün günlerinde Amerika yerlilerini tanımak için yaptığı yolculuklarda yanına Fourier’nin kitaplarını alan Breton, 1945’te de “Ode à Charles Fourier”yi (“Charles Fourier’ye Ağıt”) yazıyor.
Fourier geçen yıllar içinde Roland Barthes, Pascal Bruckner, John Updike gibi birçok yazar için ilham kaynağı oluyor. Etkisi son derece derinden ve sessiz gerçekleşiyor anlaşılan. Zaten Italo Calvino da Fourier hakkında yazdığı üç şahane denemesinden birinde kendisinin son derece az konuşan, genelde sessiz kalmayı tercih eden biri olduğunun altını çiziyor. Öyle ki, en yakın arkadaşının sağır olduğunu da bıyıkaltından gülerek ekliyor.
Bir başka arkadaşı, döneminin ve belki de günümüzün de en büyük gastronomlarından biri olan Brillat-Savarin’in (1838’de yayınlanan Physiologie du Goût – Tatmanın Fizyolojisi, Çiya Yayınlarının ‘Yemek ve Kültür’ dergisinde bölüm bölüm yayınlanmıştır) yemek kültürü üzerine düşüncelerinin etkisiyle, kurduğu sosyal düzende yemek yapmanın ve yemenin bile her zamanki gibi detaylı bir şekilde yer alması aslında tam da Fourier’yi niye okumamız gerektiğini anlatıyor: Çocuksu, ayrıntıların peşinden giden, elinde büyüteç her şeye merakla bakan, naif bir neşe taşıyan, yaşadığı hayatın ve düzenin nasıl olması gerektiğine adanmış bir hayat bu. Bir roman kahramanı, Flaubert’in “Bilirbilmezler”inden (“Bouvard et Pecuchet”) fırlamış gibi bir mucit.