Arife Köse
Bu ülkenin tarihinin bize bıraktığı en kötü miras insanların ölülerinin yasını hakkıyla tutma hakkını elinden almak oldu. Ne Ermeniler ölülerini hakkıyla gömebildi, ne de Kürtler. Ve şimdi de Roboski halkı… Kara kışın ortasında Irak sınırında bombalanan çocuklarının cesetlerini bile bulamadan boş tabutları taşıdılar mezarlığa, boş tabutları gömdüler. Acıları bitmek, dinmek bilmiyor. Yarım kalan yaslarıyla yaşıyorlar ve bunu onlara yaşatan devlete çok büyük öfke duyuyorlar. Her Perşembe 34 kişiyi gömdükleri mezarlığa gidip, hemen karşısındaki askerî taburun gözüne soka soka ölüleri için dua ediyorlar. Bunu bilerek, askere bu olayı asla unutmayacaklarını göstermek için yaptıklarını ve yapmaya devam edeceklerini söylüyorlar.
Roboski’ye gelmek hiç kolay değil. Cizre’ye gelmeniz ve oradan yaklaşık dört saatlik, zaman zaman burnunuzun önünü bile göremediğiniz virajlarla dolu bir yolculuk yapmanız gerekiyor. Cizre’den Roboski’ye beni götürecek olan minibüse bindiğimde yanıma oturan Sekina Encü’nün ilk söylediği şey, “Gördün mü bak, bizim buralar aslında o kadar korkulacak yerler değilmiş, değil mi? Bizi hep olaylarla anlatıyorlar, ama aslında doğru değil yazılanlar. Buralara da insanlar gelebilir, bizler terörist ya da korkulacak insanlar değiliz” oluyor. İzlediğiniz televizyon haberlerini düşünün, ‘Cizre’ kelimesinin ardından sürekli ‘çıkan olaylar’ sözünün geldiğini fark edeceksiniz. Roboski’ye ulaşıncaya kadar üç askerî arama noktasından geçmeniz gerekiyor. Olaydan sonra sıkılaşan aramalar bugünlerde biraz rahatlamış. Yine de, köye giderken değil ama köyden çıkarken arama noktalarında daha uzun süre bekleyebiliyorsunuz
Şırnak’tan geçerek Roboski’ye ulaştığımızda bizi Ferhat Encü karşıladı. Ferhat’ın 17 yaşındaki kardeşi Serhat diğer sekiz kardeşine bakmak ve üniversitede okuyan kardeşlerine harçlık gönderebilmek için kaçağa gitmiş. Burada insanlara neden sınır ticareti yaptıklarını sormak çok anlamsız, çünkü zaten başka türlüsünü hiç görmemişler, hiç yapmamışlar. Hepsi “Ne var ki bunda, hep gidiyorduk, benim babam da, onun babası da gidiyordu” diyor. Sınırlar 1920’de çizilmiş, ama Türk ordusunun bu sınıra gelip yerleşmesi, sınıra birlikler yerleştirmesi 2. Dünya Savaşı’ndan sonra olmuş. O zamana kadar sınırın güvenliği Irak ordusundan sorulmuş. Katliamda oğlu ölen Süleyman Encü aslında sınır diye bir şeyin olmadığını anlatıyor: “Kimse bilmiyor ki sınırın neresi olduğunu. Bizim aramızda hiçbir zaman gerçek bir sınır olmadı, ne tel örgüler, ne dikenli teller, ne duvar, hiçbir şey yok bizim aramızda. İki taş koymuşlar yere, ona da sınır diyorlar. Ama bizim için sınır yok, hiçbir zaman olmadı. Orada bizim akrabalarımız yaşıyor, onlarla sürekli görüşüyoruz zaten”. Şu anda 53 yaşında olan Encü, “Biz zaten askerden habersiz geçmiyorduk sınırın öbür yanına. Hatta daha eski yıllarda, 70’lerde asker bizimle sınıra kadar geliyordu. Askerden habersiz gittiğimiz zamanlarda ise bize işkence yapıyorlardı” diyor.
“Askeri görmemizle bombalama arasında 15 dakika vardı”
Sınır ticareti yapmaya 28 Aralık’ta 38 kişi gitmiş. Olaydan dört kişi sağ kurtulmuş. Bedel Encü katliamdan sonra devletten aldığı tehditler yüzünden Kürdistan Özerk Bölgesi’ne göç etmiş. Diğer iki kişi olay hakkında konuşmak istemiyor. Bizimle konuşmayı kabul eden ve olaydan ağır yaralı olarak kurtulan 18 yaşındaki Hasan Ürek ise şunları anlatıyor:
“Ben sekiz senedir, yani 10 yaşımdan beri kaçağa gidiyorum. O gün öğleden sonra saat dört gibi yola çıktık. Sınırdan geçerken saat beş-beş buçuk gibi Heron sesini duyduk, ama yolumuza devam ettik. Heron her zaman oluyor zaten. Ama bu sefer sesi daha gürültülüydü. Biz yine de yolumuza devam ettik. Sınırdan geçtik. Yükümüzü aldık, katırlara yükledik. Akşam yedi civarında yola çıktık. Saat dokuz gibi sınır noktasına geldik. Uçak seslerini duyduk” diyor. Şöyle devam ediyor, “Askerlerle aramızda sadece iki kilometre vardı. Askerler işaret fişeği attı bizi görünce. Biz de durduk, bazılarımızın karnı acıkmıştı. Askerin her zamanki gibi yolu kestiğini düşündük. Bazılarımız köydeki akrabalarımızı aramaya başladık, askerler yolumuzu kestiği için ne yapacağımızı danışmak istedik. Ama zaten teslim olacaktık. Başka ne yapabilirdik ki … Askerlerin bizi görmesiyle bombaların üzerimize yağmaya başlaması arasında sadece on beş dakika geçti. Askerlerin yanına gidip derdimizi anlatacak fırsatımız bile olmadı. İlk bomba düşer düşmez ben bayılmışım zaten. Hiçbir şey hatırlamıyorum, gözümü 11 gün sonra hastanede açtım. Bütün olup bitenleri de bir ay sonra öğrendim”. Ürek’in bir kulağında yüzde otuz, diğer kulağında yüzde yetmiş duyma kaybı var. Tedavisi devam ediyor. Ürek’e ne istediğini sorduğumuzda tek bir cevap veriyor, “Sadece faillerin bulunmasını ve cezalandırılmasını istiyorum.”
“Devletin ambulansı, helikopteri neredeydi?”
Süleyman Encü’nün anlattığına göre, askerlerin yolu kestiğini gören gençler hemen köyü aramış, “Ne yapalım?”diye sormuş. “Karım, ‘Gidin karşılayın’ dedi. Ben de ‘Bir şey olmaz, her zaman olan şey, bir saat sonra bırakırlar’ dedim. Yarım saat sonra uçakların sesini duyduk. Bombalama başladığında biz hemen yola çıktık. Çünkü bombaların sesini duyduk. Ayrıca zaten kaçağa gidenlere gözcülük yapan köylüler vardır. Askerlerin gelip gittiğini haber verirler. Gözcüler de ailelere haber verdi. Biz yürüyerek bombalamanın olduğu yere gittik. Her yer alev alevdi, dumandan göz gözü görmüyordu. Bazılarını tanıyamadık, bütün vücutları parçalanmıştı. Ben oğlumu saatlerce bulamadım. Bulduğumda yaşıyordu. Kucağıma aldım, gözlerini açtı, bana bir kez baktı ve sonra kollarımda can verdi. Bu devletin ambulansı, helikopteri yok muydu? Neden gelmedi? Sadece BDP geldi gecenin üçünde” diye anlatıyor o geceyi.
Üçüncü bomba
Muhammed Encü’nün babası Ubeydullah Encü ilk bomba atıldıktan hemen sonra karakol komutanını arayıp “Siz ne yapıyorsunuz, onlar bizim çocuklarımız, neden bombalıyorsunuz, hemen durdurun bombalamayı” demiş. Karakol komutanı Vehbi Göçmen, “Ne işi var sizin çocuklarınızın orada” diye yanıt vermiş. Ubeydullah Encü, “Bilmiyor musunuz bizim çocuklarımız olduğunu, ne yapıyorsunuz?” diye yanıt vermiş. Ama bombalama durmamış. Olay sırasında üç bomba atılmış. Tanıklar birinci ve ikinci bombalama arasında çok kısa bir zaman olduğunu, ama bu iki bombalamadan sonra üçüncü bomba atılıncaya kadar 45 dakika geçtiğini söylüyor. Bu süre içinde aileler çoktan karakolu arayıp oradakilerin kendi çocukları olduğunu haber vermiş. Buna rağmen üçüncü bombanın atılmış olması katliamın bilinçli olduğuna dair şüpheleri daha da artırıyor. Eğer üçüncü bomba atılmasaymış şu anda 34 kişinin 14’ü hayatta olabilirmiş.
“Ambulansı aradım ama cevap vermedi”
Olay yerine ilk ulaşanlardan Ali Encü gördüğü manzarayı şöyle tarif ediyor: “Önce askerlerin yolu kestiğini öğrendik, sonra uçak seslerini duyduk. Biz gittiğimizde hâlâ uçaklar oradaydı. İki saatlik yolu bir saat içinde aldık. Bomba atıldığında büyük bir ışık çıktı. Biz giderken askerler geri dönüyordu. Bombalama bittikten sonra askerler hemen operasyon bitti diye geri döndü. Bombalama 9.30’da oldu, ben 10.30’da oradaydım. Yaralılar vardı, herkes ölmemişti. Yaralıları taşımaya çalıştık ama yeterince hızlı hareket edemiyorduk. Hangi yaralıya müdahale edeceğimizi şaşırdık. Şerafettin Encü’nün bedeni hâlâ ateş içindeydi. Onu söndürmeye çalıştık. Enkaz altındaki cesetleri çıkarmaya çalıştık. İnsanların kolları, bacakları, kafaları kopmuştu. Ben ambulansı aradım bir an önce gelmesi için, ama kimse cevap vermedi. Gece on buçuktan sabah saat altıya kadar cesetlerin parçalarını topladık. Sabaha kadara hiçbir ambulans, kurtarma aracı ya da uçak gelmedi. Ceset parçalarının kimini çuvala koyduk, kimini battaniyelerin içinde taşıdık. Bombalamadan sonra cesetlerin üzerine düşen enkazı ellerimizle, yardıma gelenlerin getirdiği kazma ve küreklerle kaldırdık. Birçok parça orada kaldı. Yardıma gelenlerin çoğu gördükleri manzaraya dayanamayıp geri döndü. Akıllarını yitirmekten korktular. Sabaha karşı keşif uçakları geldi ve tepemizde uçtu. Biz oradan ayrıldıktan sonra uçaklar gelip kaçaktan kalan malzemeleri topladılar ve yaktılar”.
Failler bulunmadan tazminat almayacaklar
Bir önceki gün kaçağa giden 150 kişiye hiçbir şey olmamasının verdiği rahatlıkla sınır ticareti yapmaya giden 34 gençten sadece üç tanesi evliydi. Bir katırda en fazla 120 litre kaçak mazot taşınabiliyor. 120 litre kaçak benzin 60 TL. Eğer kaçağa gittiğiniz katırı kiraladıysanız geliri katır sahibiyle paylaşmanız gerekiyor. Kaldı size 30 TL. Ailelerine sorduğumuzda bu 34 gencin kimisinin sınav parasını ödemek için, kimisinin bilgisayar almak için, kimisinin okuyan kardeşine para göndermek için o gece yola çıktığını öğreniyoruz.
Roboski’de katliamın acıları 175. gününde hâlâ çok taze. Dillerde tek bir cümle var, “Biz suçluların bulunmasını ve yargılanmasını istiyoruz. Bu gerçekleşinceye kadar tek bir kuruş bile tazminat ya da herhangi başka bir şey almayacağız” diyorlar. Devletin başbakanından yerel yöneticisine kadar her kademesinden gördükleri muamele artık onların bu olayın bir kaza olduğuna inanmalarını imkânsız hale getirmiş. Suçlular bulunmazsa ne yapacaklarını sorduğumuzda sadece “Gideceğiz” diyorlar. Zaten iki kişi gitmiş bile, geri kalanlar sadece meclis komisyonunun raporunu bekliyor. Rapordan bekledikleri gibi bir sonuç çıkmazsa devlete tepki olarak buradan gidecekler. “Madem bu devlet bizim çocuklarımıza ölümü layık gördü ve suçluları bulmadı, biz de artık bu devletin altında yaşamak istemiyoruz” diyorlar.
Cevapsız sorular
Roboski olayı Erdoğan’ın istediği gibi bir türlü kapanmıyor çünkü herkesin kafasında çok fazla soru işareti var. Köyde kiminle konuşsanız size olayla ilgili onlarca soru işareti sıralıyor: Heronların uçuş emrini kim verdi? Neden karakol uyarıldığı halde bombalama durmadı? Askerler köyün hemen tepesindeki gözetleme yerlerine rağmen oradan geçenlerin kaçağa giden gençler olduğunu nasıl bilmez? Neden kurtarma çalışmalarına hiçbir devlet aracı katılmadı? Olay gece saat dokuzda oldu, ambulanslar tüm aramalara rağmen neden sabaha kadar gelmedi? Neden devlet tek bir sorumluyu bile çıkarmadı ve bu büyük acıyı yaşayan aileleri tehdit etti, gözaltına aldı ve tutukladı? Soruların listesi böylece uzayıp gidiyor. Bu kadar çok soru olunca konu da kapanmıyor doğal olarak.
Süleyman Encü ile konuşurken, henüz dört yaşında olan Filiz yanıma yaklaşıp kulağıma fısıldıyor: “Ben Erdoğan’ı hiç sevmiyorum, Erdoğan katildir, Serhat’ı öldürdü”.