Nil Mutluer
Biliyorum, başlığı okudunuz ve birçoğunuzun yüzünde bir tebessüm belirdi. Aklınıza ergenlik dönemleriniz geldi. Bazılarımız için serbest, bazılarımız için yasaklı, ama hepimiz için çelişik bir ispat alanını açıklayan bir deyim “millî olmak!”. Benim için genç yaşlarımın, liseli yıllarımın yasaklı deyimi. Cinselliğin konuşulmasının ‘erkek’ler için meşruiyet alanı. ‘Kız’ olarak ikinci sınıf yurttaş olduğumun, bedenimle ilgili özgürlüklerin benden başkalarının denetiminde olduğunun ifadesi. Hal benim için böyleyken “millî olmak” ‘erkek’lere büyük bir özgürlük alanı tanıyordu.
Şimdi anlıyorum ki, aslında “millî olmak” üzerine konuşmak da onlara tanınan özgürlük değil, ispat alanıydı. Ve ben de, “millî olmak” üzerine konuşmayarak veya “o” konuşmalara katıldığımı herkeslere söylemeyerek, yani dillendirmeyerek kendi payıma düşen ispatı yapıyordum: Cinsellikten uzak durarak bedenimi, “namusumu” koruyordum. Namusumu korumam da sadece cinselliğimi değil, ideal “millî” bir yurttaş kadın olarak beni konumlandırıyordu.
Gündelik hayatımızda sıkça ve çoğu zaman farkına varmadan kullandığımız “millî olmak” deyimi aynı anda hem millîleştirme hem de cinsiyetlendirme işlevi üstleniyor. Bu haliyle de gündelik hayatta hem milliyetçiliğin hem de cinsiyetçiliğin nasıl sinsi bir şekilde normalleştirildiğini anlamamıza olanak sağlıyor. Böylesine sıradanca kullanılan bir tamlamanın arkasında sadece milliyetçi ve cinsiyetçi değil, etnisite, sınıf, coğrafya ve benzeri birçok ayrımcılığı da barındırdığını görebiliyoruz. Aslında cinsiyetle ilgili herhangi bir konuya bakmak bize başka ayrımcılıkları görebilme imkânı da sağlıyor, çünkü cinsiyetçilik yasa, yasak ve normla doğrudan ilişkili.
Milliyetçilik ve cinsellik
“Millî olmak” gibi sözlerin veya namus gibi bir kavramın hayatımızın çeşitli alanlarına nasıl nüfuz ettiğini düşündüğümde milliyetçilik tartışmaları arasında, kavramın gündelik hayatla ilişkisini en anlamlı şekilde açıklayan yaklaşım Barth, Hall, Jenkins ve Özkırımlı gibi düşünürlerin ileri sürdükleri kanımca.[1] Gündelik hayatta kişilerin ve toplumların aidiyet süreçlerini etkileyen söylemlerden biri olan milliyetçilik, modernitenin kural koyucu ve tektipleştirici özelliğiyle değerlerinin içselleştirilmesine neden oluyor. Ve kişiler ve toplumlar farklı güç ilişkilerinde bu değerleri çeşitli şekillerde yorumlayarak hayatlarına alıyor veya reddediyor.
Belli bir ulus-devlet sınırları içindeki bilgi ve değerlerin bir kısmı egemen milliyetçi yaklaşım tarafından norm olarak benimsenirken, bir kısmı da “geleneğe” atfedilerek ötekileştiriliyor. Güce sahip olanın bilgiyi şekillendirme ve yayma gücü bir müddet sonra o bilginin doğal bir bilgiymiş gibi normalleştirilerek sunulmasına neden oluyor. Öyle ki, bir süre sonra bilginin içeriğinden çok sembolik düzeyde ifade ettikleri hayatımızı şekillendirir hale geliyor. Norm olarak inşa edilen değer ve pratiklerin iktidar mekanizmalarınca çeşitli festivallerden sanat, spor ve kültür etkinliklerine kadar okul ve medya gibi kurumlarda sürekli tekrarlanarak gündelik hayatımızda yer alması onu normalmiş gibi algılamamıza neden oluyor.
Modern anlayışın dualist söylemi aklı ve bedeni de zıtlık şeklinde ele alıyor. Akıl bedene hükmetmesi gereken, bedenden bağımsız bir organmış gibi sunuluyor. Devlet akılla özdeşleştirilirken millet de bedenle özdeşleştiriliyor. Milletin esas aklı olan devlete göre, milletler eğitilebilir “uysal bedenler” olmalı.[2]
Bireysel düzeydeyse, akla ait olanlar erkekler dünyasının doğal özellikleriymiş gibi konumlandırılırken, bedene ait olanlar da kadınlığın özellikleriymiş gibi sunuluyor. Uğrunda vatanları için feda edebilecekleri uysal bedenlerinin cinselliği ne şekilde yaşayacağı ve cinsel yönelimleri de iktidarlarca belirlenmiş ve milletlerce içselleştirilmiş olmalı.Tektipleştirilmeye çalışılan erkek ve kadını uysallaştırmanın da en iyi yolu beden ve cinsellik üzerindeki kontrol mekanizmalarını geliştirmekten geçiyor. Erkekler nesillerin devamını sağlamak için dölleme görevini üstlendiklerinden ilk cinsel ilişki deneyimleri bunun ispatı haline geliyor. Yani “millî oluyorlar.”
Kadınlarınsa cinselliklerini kontrol altında tutmaları bir o kadar önemli. Kadınların kimin tarafından döllendiğinin bilinmesi ‘temiz’ nesillerin üretiminin garantilenmesi anlamına geliyor. Burada da namus kavramı devreye giriyor.
Modern devlet, her ne kadar namus kavramını gelenekle özdeşleştirerek modern olmayana ithaf ettiyse de, çekirdek ailenin kurgulanış biçimi namus kavramının işlevini ortadan kaldırmadı. Sadece namusu denetleyenler değişti. Namusu denetleyenler, önceden kanbağı ile birbirine bağlı aile üyeleriyken, modern devlet kurgusuyla denetleyenler çekirdek aile üyeleri oldu.[3]
Namusun devletçe de denetlendiğinin en açık kanıtlarından biri de kadın hareketinin çalışmaları sonucu 2004 yılında değişen Ceza Kanunu. Kanundaki son değişime kadar namus cinayetlerde hafifletici neden olarak sayılıyordu. Yani gelenek yok olmadığı gibi moderniteyle norm haline geldi. Bu bağlamda, kadınların evlenene kadar cinselliklerini koruması, yani evlenene kadar “kız” olması görevleri bir anlamda resmîleşti. Diğer yandan, erkeklerin de doğdukları andan itibaren erkekliklerini cinsellikle kanıtlama telaşı resmîleşmiş oldu. Bu coğrafya da halihazırda var olan ‘resmîlik’ hali, okuldan medyaya kadar gündelik hayatın her alanında karşımıza tekrar tekrar çıkarak durumun geniş kesimlerce normalleştirilmesine ve içselleştirilmesine yol açtı.
Okul yıllarından hatırlarda kalan, bazıları için norm bazıları için yasak olan cinsellik alanında “millî olmak” yeni yapılan bir başarıya gönderme yapar. Ama bunu hep erkekler yapardı. “Millî olmak” bir erkek grubunun toplanıp ‘genelev‘e gitmesinden veya gitmeseler bile bu alanda başarı elde etmek üzerinden kurulu bir söylemden, başarıyla yapılan her ilk için kullanılır; tabii sadece erkekler tarafından.
“Millî olmak” erkeklere açık bir alan, ancak her erkeğe değil. Erkekliğin ispatı aynı zamanda heteroseksüel olmaktan da geçtiği için cinsel yönelim de milliyetçi zihniyetler için çok önemli. Milliyetçilik heteroseksüel. Toplumun ‘üretimini’ gerçekleşirken millî değerlere sahip çıkacak yeni nesillerin yetişmesini sağlayan ailenin cinsel düzenine halel getirecek eşcinsellik milliyetçiliğin tahammül edebileceği bir durum değil. Son dönemlerde eşcinsellerin tanınma talepleriyle gündeme gelmeleri homofobiyi daha da belirgin hale getirdi. Eşcinsellik gitgide pasiflikle, kadına yani ikinci cinsiyete ait olanla özdeşleştirildi. Öyle ki, sadece eşcinselliğe değil, büyümemiş erkek olma durumuna gönderme yapan ‘oğlan’ gibi kelimeler bile gittikçe aşağılandı ve hatta yasaklı hale geldi.
Kadınların cinselliği ve cinsel yönelimi namus kavramı etrafında denetlenip yok sayılırken veya ‘namussuzu’ ‘tespite’ ihtiyaç olduğunda devlet hastanelerinde bekâret kontrolü yapılırken, erkeğin cinselliği ve cinsel yönelimi de devlet kurumlarınca denetleniyor.[4] Ordu, erkeklerin cinsel yönelimini denetleyen en yetkin kurum. Zorunlu askerlik heteroseksüel erkeklerin görevi. Eşcinsel erkeklerse bu durumu kanıtlamak zorundalar.[5] Eşcinsel olduğu kanıtlanan bir erkek, millî söylemce ‘güçlü’ ve ‘normal’ bir erkek olarak kabul edilemeyeceği için ordu tarafından ‘çürük’ ilan ediliyor.[6] Erkeklerin cinsel yönelimi zorunlu askerlik gibi süreçlerle denetlenirken kadınların eşcinselliği görünmez oluyor.[7] Kısaca, milliyetçiliğin normal cinsiyeti ve bu cinsiyetin ve yardımcısının görevleri olduğu gibi, cinsel yönelimi de var.
Yukarıdaki açıklamalardan modern milliyetçiliklerin, Butler’ın tanımıyla heteronormatif matris etrafında şekillendiği söylenebilir.[8] Heteronormatif matris, kadının “kadın” ve erkeğin “erkek” olarak karşılıklı kurgulandığı simetrik heteroseksüel sisteme işaret eder. Egemen iktidar, kendini korumak için bu sistemin değerlerine ve davranış kodlarına uymayanı sistem dışına atarak nesneleştirir, ötekileştirir ve cezalandırır. Bu açıdan cinsiyetçiliğin sadece iktidar olarak kabul edilen “güçlü” erkekler tarafından değil, sistemin dışına atılmamak için kadınlar ve “zayıf” erkekler tarafından kullanıldığını da hatırda tutmak lazım. Kandiyoti‘nin yaklaşımıyla, “ataerkil pazarlık”, ötekileştirilmeye karşı hem kadın hem de erkeklerin kullandıkları stratejilere işaret eder. Bu yaklaşımlarla, cinsiyetçiliğin sadece erkek ve kadın arasında olan bir iktidar ilişkisi olmadığını, egemen iktidarın değer ve davranışlarına uymayan herkesin dışlandığını söylemek mümkün.
Cinsiyetçiliğin coğrafyası
Heteronormatif matrisin ideal insanı çizme gücü ve bununla ilişki içindeki toplum üyelerinin ataerkil pazarlığı sadece bireyler arasındaki değil, coğrafyalar arasındaki güç ilişkileri merkezli ayrımcılıkları anlama imkânı da verir. Ötekileştirmeyle kendi toplumunu ‘esas’ olarak algılatmayı hedefleyen milliyetçilik, ironik olarak kapitalist ve neoliberal politikaların coğrafyalar arası varolmasını sağlayan bir ideoloji. Bu haliyle, coğrafyalar ve toplumlar arası hiyerarşiye de olanak tanıyor. Modern dünyayı etkileyen bilginin merkezi olan Batı ‘ilericilik’ ve ‘akıl’la özdeşleştirilirken, bu coğrafyadan çıkan bilgi de ‘esas’ bilgi olarak konumlandırılır. Esas olan bu bilgi aynı zamanda ‘ideal’, ‘normal’ erkeği ve ‘ideal’, ‘normal’ etnisite ve/veya sınıfı temsil eder.[9] Öyle ki, ‘medenî’ değerlerle donanmış bu erkek gerektiğinde az gelişmiş coğrafyalardaki ‘kurban’ kadını, bu coğrafyaların ‘vahşi’ erkeklerinden koruyan bir ‘kahramana’ dönüşür.[10] Veya ötekileştirilen etnik veya ulusal grubun kadınını cinsel meta olarak görmek doğallaşır.
Türkiye’de bu denklem daha da karmaşık bir hal alıyor. Türk milliyetçiliği her ne kadar laiklik üzerine inşa olmuşsa da, Sünni Müslümanlığın devletçe onanan bir şekli norm olarak benimsendiğinden onun dışında kalanlar ötekileştirilebiliyor. Bu ötekileştirme cinsiyetçiliğe de yansıyor. Örneğin, yılbaşını Taksim meydanında kutlamak isteyen ve Müslüman olmadıkları düşünülen kadınlar rahatça tacize uğrarken, devlet de bu tacize sessiz kalabiliyor.[11] Örnekler sadece gayrimüslimlere yönelik değil. Modern Kemalist zihinlerde Arap olmak gericilikle özdeşleştirilirken bu coğrafyadaki kadınlar ‘doğal’ olarak geri ve zavallı olarak tahayyül edilebiliyor. Cinsiyetçilik sadece kadınlar üzerinde de uygulanmıyor. Bir başka örneğe değinecek olursak Türkiye’de bazı organlarca ‘cahil’ olarak addedilen Kürt erkeklerinden kadınları ve toplumu korumak önemli bir olay olarak sunuluyor.
Cinsiyetçilik üzerinden yapılan bu gibi ayrımcılıklar, güçlü devletlerin politikalarını değişik şekillerde farklı coğrafyalarda uygulamanın meşru zeminini de sağlıyor. Siyah kadınları erkeklerinden kurtarmak; Taliban veya Saddam gibi ‘barbar’, Batı iktidarına direnen erkeklerin kadınlarının coğrafyalarına demokrasi götürmek önemli hale gelirken; Suudi Arabistan gibi egemen iktidarla iyi geçinen ülkelerdeki cinsiyetçilik veya batılı ülkelerde başörtülü kadınlara yapılan ayrımcılık görünmez oluyor. Bir yanlış anlamayı önlemek için egemen iktidarın politikalarını uyguladığı coğrafyalarda cinsiyetçilik olmadığını iddia etmiyorum. Ancak, politikalar uygulanırken öteki kadının ‘zavallılığı’ ve öteki erkeğin ‘barbarlığı’ üzerinden meşruluk aramanın cinsiyeti sembolik olarak kullanmaktan başka bir işe yaramadığı da gerçek.
Sonuç yerine, gündelik hayatlarımızdan başlamak
Cinsiyetçiliğin bu ilişkisi bize konunun birçok çevrede sınırlanmak istenen “’ezilen’ heteroseksüel kadın ve eşcinselleri ‘kurtamaktan’” çok daha farklı boyutları olduğunu da gösteriyor. Cinsiyetçilik egemen iktidar dilinin kendini gerçekleştirmesine olanak tanıyor. O halde, cinsiyetçi ayrımcılıklara direnmek bize iktidara direnme olanağı sağlıyor. Cinsiyetçiliğe bakmak aynı zamanda etnisite, sınıf ve statüye bakmamızı da sağlıyor, hem de sınırötesi bir alanda.
Erkek ve kadın bedenlerine devlet tarafından yüklenen anlamlar her ne kadar kuruluş dönemi modernizminden etkilenmiş olsa da, bu coğrafyanın muhafazakârlık anlayışından uzak değerler değiller. Hatta evrensel muhafazakârlık alanından da uzak oldukları söylenemez. İktidar devletle, kurumlar ve toplumdaki erkek ve kadınlar arasında şekillenen ataerkil pazarlık cinsiyet ve cinsellik üzerine olan tüm yasakların gündelik hayatta denetlenmesini sağlıyor. Bu yasaklara uymayanların, ‘ahlaksız’, ‘vatan haini’ gibi sıfatlarla ötekileştirilmesi sık yaşanan bir durum. Ancak, umut verici bir alan var; bu kurallara uyan insanlar kadar olmayanların da olduğu gerçeği. Bu durum gündelik hayattaki eleştirinin, esnekliklerin, hoşgörünün ortaya çıkmasına yol açan bir ahenk alanı.
Bu ahenk alanını güçlendirmek de, eril egemen dil, pratik ve değerlere direnenlerin dayanışmasından geçiyor. Bu direnişin farklı özneleri veya öznellik halleri olabilir. Ötekileştirmeye karşı direniş kadınlar tarafından yapılabileceği gibi erkekler tarafından da yapılabilir. Yani bir kadın cinsiyetçiliği yeniden üretecek şekilde ataerkil değerleri söylemine sokacağı gibi, bir erkek de cinsiyetçilikle mücadele etmek üzere erkek egemen sistem eleştirisi yapabilir. Bu gibi dayanışmalar da zaman gelir, kimliğe gönderme yapan kategorileri sıralamak durumda kalmayacağımız cinsiyetçi olmayan özgürlükler dünyasının kapısını aralayabilir.
[2] Michel Foucault. Discipline and Punish: The Birth of the Prison. (New York: Vintage Books, [1975] 1995)
[3] Nükhet Sirman. ‘Kinship, Politics and Love: Honour in Post-Colonial Contexts – The Case of Turkey’. Violence in the Name of Honour: Theoretical and Political Challenges. (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004), s. 39-56.
[4] Mehmet Tarhan. ‘Zorunlu Askerlik ve Sivil Alternatif Hizmete Direniş Olarak Vicdani Red‘. Cinsiyet Halleri, Nil Mutluer (ed.) (Istanbul: Varlık Yayınları, 2008). s. 247-255.
[5] Alp Biricik. ”Erkek Adam’ Ezberini Bozmak Üzerine: Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Sisteminin resmi Söylem Üzerinden Kurgulanması. Cinsiyet Halleri, Nil Mutluer (ed.) (Istanbul: Varlık Yayınları, 2008). s.232-246.
[6] Detaylı bir analiz için: Biricik, a.g.e., Nadire Mater, Mehmed’in Kitabı: Güneydoğu’da Savaşmış Askerler Anlatıyor (İstanbul: Metis Yayınları, 1999).
[7] Yasemin Öz. ‘Görünmezlik Kıskacında Lezbiyenler’. Cinsiyet Halleri, Nil Mutluer (ed.) (Istanbul: Varlık Yayınları, 2008). s. 198-206.
[8] Judith Butler. Gender Trouble: Feminism and the Subversion of Identity. (New York: Routledge, 1990)
[9] Franz Fanon. Black Skin White Masks. (Harmondsworth: Penguin, 1970); Edward Said. Orientalism. (London: Penguin Books, [1978] 2003); Homi K. Bhabha. ‘Frontlines/Borderposts’. Displacements: Cultural Identities in Question A. Bammer (der.) (Bloomington & Indianapolis: Indiana University Press, 1994) s. 269-278; R. Young. ‘Sex and Inequality: The Cultural Construction of Race’. Colonial Desire: Hybridity in Theory, Culture and Race. (London & New York: Routledge, 1995); Sara. Ahmed. ‘Introduction’. Transformations: Thinking Through Feminism Ahmed, S., Kilby, J., Lury, C., McNeil, M. (der.)(London & New York: Routledge, 2000) s. 111- 118.
[10] Leyla Abu-Lughod. Veiled Sentiments: Honor and Poetry in a Bedouin Society. (Berkeley: University of California Press, 1986); C.T. Mohanty. ‘Under Western Eyes: Feminist Scholarship and Colonial Disourses’. Feminist Postolonial Theory: A Reader R. Lewis & S. Mills (der.) (Edinburgh: Edinburgh Univesity Press, [1988] 2003) s. 49-74; L. Ahmed. Women and Gender in Islam: Historical Roots of a Modern Debate. (New Haven: Yale University Press, 1992).
[11] http://www.milliyet.com.tr/2008/01/07/yasam/axyas01.html.