Ozan Tekin
“İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır.”
~Birinci Enternasyonal Tüzüğü, 1867
Karl Marx, felsefeyle ilgilenmeye başladığı gençlik yıllarında, 1789 Fransız Devrimi’nin getirdiği aydınlanma ve değişim rüzgârıyla, dönemin baskıcı Prusya devletine büyük bir düşmanlık duyan Genç Hegelciler adlı liberal ve ateist bireylerden oluşan bir gruba katılmıştı. Babasının etrafındaki yenilikçi tüccarlar ağının finanse ettiği Rheinische Zeitung adlı gazetede editörlük yaptı. Bu gazete, feodal Prusya’nın muhalifiydi.
Bu dönemde, köylülerin geleneksel bir hakları olan ormandan odun toplama, odunun özel mülkiyet olduğu gerekçesiyle, yasaklandı. Ormandan odun toplamak artık hukuken “hırsızlık” kabul ediliyordu. Marx’ın yazdığı gazeteyi finanse eden toprak ağaları ve yeni sanayici sınıflar, yasanın tamamen doğru olduğunu düşünüyordu. Öyle görünüyordu ki, özel mülkiyet üzerine kurulacak yeni kapitalist ekonomi de yoksullar ve mülksüzler açısından hiçbir güvence sağlamayacaktı. Marx, özel mülkiyeti korumak için var olan bir devletin, çalışan sınıfları hiçbir zaman korumayacağının farkına vardı. Bu olay Marx’ı, toplumu sınıflar üzerinden anlamaya doğru iten ilk adımdı. Bu yeni görüşlerini gazetede açıkladığında, Prusya devletinin sansür baskısıyla karşılaştı. Paris’e taşınmak zorunda kaldı.
Marx’ın düşünce biçimindeki değişim, yalnızca entelektüel bir sıçrama değildi. Paris’te, gelişmekte olan bir sanayi toplumunda kitlesel bir işçi sınıfıyla karşılaştı. Sosyalist fikirler işçiler arasında kök salmaya başlamıştı. Marx artık, değişimin maddi bir süreç olduğunu ve hayatın gerçek koşullarını kökten değiştirmek gerektiğini düşünüyordu. Bu noktadan sonra, bütün hayatı boyunca, Engels’in deyimiyle “yoksulların zenginlere karşı açık savaşı” olan devrime yardımcı olacak bir siyasî örgütün inşası için çalıştı.
Marx’a göre, tüm toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihiydi. İnsanlığın üretim biçimlerinin ve üretici güçlerinin gelişmesinin belli bir aşamasında mülkiyet ilişkileri ve dolayısıyla sınıflı toplumlar ortaya çıkmış, bu aşamadan sonra tarih mülk sahibi sınıflarla mülksüzler arasındaki mücadelelere sahne olmuştu. Kapitalizmin hareket yasalarını inceleyen Marx, kendinden önceki tüm burjuva iktisatçılardan farklı olarak, bu üretim ilişkilerinin itici gücünün artı değer sömürüsüne dayalı sermaye birikimi ve farklı sermaye grupları arasındaki rekabet olduğunu ortaya koyuyordu. Ona göre, böylelikle kapitalizm, işçileri bir arada çalışmaya ve davranmaya zorlayarak, kendi mezar kazıcısını yaratıyordu.
Alman İdeolojisi’nde komünizmi “işçi sınıfının özgürleşmesi için koşulların öğretisi” olarak tanımlayan Marx’a göre, komünistlerin proletaryadan bağımsız bir çıkarları olamazdı. Kendilerinin kuramlarının, “şu ya da bu dünya düzelticisinin icat ettiği fikirlere veya ilkelere” dayanmadığını, gözler önünde cereyan eden bir tarihsel hareketin somut ifadeleri olduğunu vurguluyor ve ekliyordu:
“Komünistlerin öteki proletarya partilerinden tek ayrıldıkları nokta, bir yandan proleterlerin çeşitli ulusal mücadeleleri içinde, tüm proletaryanın ulusallıktan bağımsız ortak çıkarlarını öne getirerek geçerli kılmaları, öbür yandan da burjuvazi ile proletarya arasında yürüyen mücadelede her zaman hareketin bütününün çıkarlarını temsil ediyor olmalarıdır.” (Komünist Manifesto)
Marx, hayatı boyunca kendi eylemini ve fikirlerini işçi hareketinin yerine ikame eden, işçi hareketini biçimlendirmek üzere özel ilkeler koymaya çalışan “tepeden sosyalizm” anlayışlarına karşı mücadele etti. Küçük, komplocu grupların eylemiyle dünyanın değiştirilemeyeceğini, işçi sınıfının kendi kendini özgürleştirdiği birleşik ve kitlesel mücadelelerin inşa edilmesi gerektiğini anlattı, “aşağıdan sosyalizm” fikrini savundu.