- Zayi – “Harp ve Darp Ülkesinde Bir Selvi”
- Sibel Oral
- Turkuvaz Kitap, 2011
Yaşlı bir Ermeni kadın, bir travesti, eski bir solcuyla babası, üvey anne zulmünden kaçmış, kendi ayakları üstünde durmaya çalışan bir kadınla kızı, mezardaki annesiyle konuştuğunu iddia eden genç bir adam.
Sibel Oral’ın Zayi isimli romanı bu insanların yaşadığı birbirine yaslanmış birkaç evden ibaret çıkmaz bir sokakta geçiyor. Bu çıkmaz sokak –romanın anlatıcısının tabiriyle– fanilerin hor gördüğü bir sokaktır ve faniler, çıkmaz sokağın elit olduğunu düşündükleri mahallelerinin görüntüsünü bozduğunu düşünmektedir. Fanileri roman boyunca pek tanımayız; ama çıkmaz sokağın yerleşikliklerinin çıkışsızlıklarının, sıkışıp kalmışlıklarının fanilerle aynı ya da eşit görülmemelerinden kaynaklandığını sezeriz. Fanilerin düzeni onları içine almamış, bir zaman almışsa bile sonradan dışlamış, atmıştır.
Sokaktaki metruk binaya dilsiz bir kadın olan Selvi’nin taşınmasıyla başlıyor roman. Roman iki anlatıcının ağzından iki farklı zamanda geçiyor. Birinci anlatıcı, roman kahramanlarının yapıp ettiklerini, ne düşündüklerini, ne hissettiklerini bilip kimi zaman imgesel bir dilden de yaralanarak onların iç dünyalarını bize açıyor. Öbür anlatıcı ise Selvi. Çocukluğundan itibaren yaşadıklarını ve hissettiklerini aktarıyor.
Roman ilerledikçe sokağın yerleşikliklerinin hikâyeleri netlik kazanırken neler yaşadıkları, nasıl olup yollarının bu sokağa düştüğü de berraklaşıyor. Hepsinin ortak bir yönü var, hepsinin soy sop meselesiyle ilgili sıkıntıları, sorunları olmuş.
Lerna Hanım’ın hayat çizgisindeki temel kırılma başka bir dinden birine gönlünün düşmesiyle yaşanmış; Suphi-Sophie kendi içerisinden bir başka insan çıkardığı için soyundakilerce lanetlenmiş; Emine’nin üvey annesinden zulüm görmesi bizzat bir soy bağı sorunu; abisine hayran annesinin abisinin ardından ölümüyle dengesini yitiren Ayhan’ın sorunu da aynı soyun içinde sıkışıp kalmışlıkla, ailenin dışına çıkamamakla ilgili; Rızvan Efendi de oğlu Rüstem’i solculardan korumak için onun ruhsal olarak sakatlanmasını göze alırken soyunun derdindeymiş, ama işler onun gönlünce ilerlememiş. Soy sop konularındaki derin travmalardan birini de Selvi yaşamış. Soy sop düşkünü babaanne ve dedesinin ailelerine layık görmedikleri, üstelik solcu bir kadınla evlenen oğulları arasındaki bitmek bilmez gerilim, doğumundan itibaren Selvi’nin kaderini belirliyor.
Öteki ile ilişkimizdeki sorunlar kendimiz ile başkaları arasında kapanmak bilmez uçurumlar olduğu algısıyla başlıyor. Kendi içimize ve dolayısıyla kendimizi ait saydığımız soyumuza, sopumuza kapanmamız, bizden olmayanları, ötekilerini dışlamamız bu algının sonucu. Bu büyük ayrılık bilincini aşmamızı sağlayacak algıyı Zayi’de Selvi’yi büyüten Adalet Hanım’da görüyoruz. “Adalet teyze bizi başkalarından ayırmazdı. Ona göre başkaları diye bir şey yoktu. ‘Biz insanlar…’ derdi, ben o insan hikâyeleri içinde gezen bir Selvi hayal ederdim.” Başka bir yerde de şöyle söz eder Selvi ondan. “Benimle yan yana duran bir Adalet teyze vardı. O zaten tüm dünyayla yan yanaydı sanki.”
Selvi, büyükbabasının savaşların en korkuncunun iç savaş olduğu iddiasının doğruluğunu hayatının her döneminde yaşayarak görmüştür. Bu tespitin düz, siyasî anlamını aşan başka bir boyutu daha var. Bazı iç savaşlar da bizim içimizde sürüp gider; ülkeyi kavurup sıkıştırması, kurutması, tadını kaçırması, zamanla kan ve gözyaşına boğması gibi, içimizdeki savaş da bizi harap eder. Kendi benliğimiz de kimi zaman “harp ve darp ülkesine” döner. Selvi de çocuk yaşta bunu yaşamıştır. Aslında Zayi‘nin kahramanlarının çoğu için geçerlidir bu. İçine doğduğumuz toplumla ya da bir zaman önceki kendimizle çelişkiye düştüğümüz her anda iç savaş biraz daha büyüyor, ancak geçici mütarekelerle, eylemsizlik kararlarıyla bir parça soluk alabiliyoruz. İç savaş çok derinlerde devam ediyor, küllenmiyor.
Aynı okla yaralanmış gibi
Zayi’nin anlatıcısı buruk, kederli bir sesle aktarıyor hayatlarını sokaktakilerin. Anlatılan yaşantılardaki acıya, sızıya koşut bir ton bu.
Selvi’nin sessizliği, dilsizliği anlatmadığımız ya da duymadığımız anlarda da acıların var olduğunu hatırlatıyor, başkalarının sessizliklerine (ve sessizce anlattıkları hikâyelere) kulak kabartmaya çağırıyor bizi. Selvi’nin içinden geçirdiği gibi: “Hepsi ayrı okla yaralanmış gibi görünse de aslında aynıydı yaranın derinliği. Aynı okla yaralanmış gibi, aynı bahtiyar sessizliğe gömülmüştü yaralanma anlarındaki iniltileri.”
Zayi’nin kahramanlarının canlarını yakan, hayatlarını altüst eden olayların çoğu son yüz yılın en acılı toplumsal olaylarıyla yakından ilgili: 1915, 6-7 Eylül, 12 Eylül. Sibel Oral’ın kurgusu içerisinde roman kişilerinin acıları, kara yazgıları yaşanan bu vahşetlerle bağını yitirmeden daha geniş bir bağlama oturuyor. Sadece kritik anlarda, taşkınlık zamanlarında değil, toplumsal hayatın bu örgütlenişinin her anında “[faniler] birbirlerinin etlerini, saç tellerini, parıldayan dişlerini çalıyorlar. Birbirlerinin sırlarını satan hırsız kulakları, birbirini öldüren hain dudakları var fanilerin.”
Fanilerin karşıtı sözlüklerde ölümlü olmayanlardır; Zayi’de ise çıkmaz sokağın yerleşiklerini görüyoruz. Kimdir peki onlar? Hikâyeleri olanlar. Daha önemlisi kendi çıkmaz sokaklarındayken de kendilerinden çıkıp başkalarına, onların hikâyelerine bakanlar, görenler.
Behçet Çelik