Nabi Yağcı
Arap Devrimleri henüz yanıtlarını bilemediğimiz yepyeni sorular koydu önümüze. Doğuracağı siyasî sonuçlar ne olursa olsun, öyle sanıyorum ki şimdiden ortaya koyduğu gerçek, Aydınlanma’yla hegemonyasını oluşturan klasik Batı-merkezli düşüncenin dayandığı paradigmanın artık dünyayı açıklama otoritesini yitirdiği gerçeğidir. Bu durum sol üstüne bizleri de radikal eleştirel düşünmeye davet edicidir.
Ama hemen söylemeliyim ki, radikallikten geçmişin reddini, yeni ve temiz bir sayfa açmayı anlamıyorum. Batılı olmayan bir ülkenin insanları olarak Batı-merkezli düşüncenin paradigmik ve kavramsal eleştirisi gereklidir. İnsanı somut ve bütünsel (ontolojik temelde antropolojik) bir varlık olarak ele almayan, özne-nesne, düşünce-madde, akıl-tin, teori-pratik düalizmiyle insanın varlık bütünlüğünü parçalayan klasik dünya tasavvurunun eleştirisi demektir bu. Böyle baktığım için en önce, düşünen, yorumlayan, eyleyen, eleştiren özne olarak, kendimi nesneleştirecek eleştiriyi kendimden başlatmalıydım.
Beni kendimden başlayan eleştiriye yönelten şey, on-on beş yıldır geçmişi, pratiğimizi ve özellikle kendi söylemlerimi yeniden sorgulama çabasına girişmem oldu. Geçmişe dönük yaptığım/yaptığımız dünkü eleştiriler yine doğru ve önemli görünüyordu bana, ama beni rahatsız eden bir şey de vardı. Yeni şeyler söylerken kurduğum söylem tarzı, dün yanlışlar yapmış biri gibi değildi. Yani söylemimin kurgusal yapısı “dün yanlışlar yaptık, şimdi doğrular bunlar” derken içinde “kuşku” unsuru taşımıyordu; oysa dün de kuşkumuz yoktu ve yanlış tam da buradaydı. Söylemlerimde “Şimdi doğru gördüğüm nereden belli?” sorusu sorulmuyordu. Yani her durumda a priori veya doğruluğu kendinden menkul bir “bilen-özne” hali vardı. Bunu gördüğümde söylediklerimi değil söylemimin gerisindeki mantığı sorgulamaya başladım.
Buraya varışım dümdüz değil, dolayımlarla oldu. Zira bu arada bir yandan Batı düşünce tarzının Batılı düşünürlerce eleştirilerinin; yanı sıra Batılı Marksistlerin (özellikle Frankfurt Okulu ve çevresi) Marksizm eleştirilerinin üstünde duruyordum. Bu arada 1990’lı yıllarda sezgisel biçimde Max Weber’e dikkat çekmiştim (Yenilenme Tezleri’nde), ama sonra dönüp Weber’i yeniden incelemeye giriştim, becerebildiğim kadarıyla sosyal bilimlerde yöntem konusunda çok yararlandım. Söylemlerimi ve dünkü pratiği eleştirel-yeniden yorumlamada üçüncü kaynak olarak Anadolu-İslam felsefesi çok yardımcı oldu.
Eleştirel gelenek yoksunluğu
Elbette eleştiri yapıyorduk, hele solda, öbürünü eleştirmek neredeyse bir hastalık kertesindeydi. Ama eleştiri bu demek değildi. Eleştiri, gerçeğe varmanın en emin yolu olduğu için önemliydi. Bu nedenle eleştiri zihnimizde içselleşmiş sürekli bir düşünce tarzı olmak zorundaydı, bu ise bir eleştiri geleneğinin varlığı halinde mümkün olabilir ve eleştiri kendiliğinden işleyen yerleşik bir mantık, bir düşünce tarzı halini alabilirdi. Bu da, tekil bireyler olarak dışımızda varolan ve gelişen bilimsel, felsefî, etik ve estetik bir yaşam ortamının var olmasıyla koşuttu.
Oysa Kemalist Cumhuriyet’in Osmanlı’dan kopuş tarzı, sosyal bilimlerin gelişmesi için zorunlu olan, en az altı yüzyıllık sosyal ilişkilerin bilgisini (örneğin, fıkıh bilimi gibi) köklerinden koparıp atıp yerine dışarıdan ithal sosyal bilimlerin getirilmesiyle bilimsel düşüncenin, felsefenin, etik ve estetiğin gelişebilmesinin koşullarını yok etmişti. Bunun üstüne bir de pozitivist temelde dinden dile monolitik yapay bir toplum yaratma projesi gelince, eleştirel düşüncenin gelişebilme koşulları neredeyse tümden yok oldu. Eğer bir fikir kendinize ait değilse, onu ne geliştirebilir ne de eleştirebilirsiniz. Bu sorun yalnız solun değil, genel olarak aydınların sorunuydu. Sola gelen insanlar da gökten düşmüyordu.
Eleştirinin gelenekselleşmesi yeninin eskinin içinde doğduğunu unutmadığımız, yenilenmeyi süreklilik içinde görebildiğimiz, geçmişi reddiyeci olmadığımız durumda mümkün olabilir. Yetersizliklerine karşın yine de geçmişte sosyalist muhalefet ve İslamcı muhalefet içinde varolan eleştirici düşünceyi bir çizgi olarak önemsiyorum.
Eleştirici düşüncenin gelenekselleşmiş olmadığı yerde analitik mantığın yerini çoğulcu olmayan, olgucu-pozitivist, indirgemeci, siyah-beyaz mantığının alması kaçınılmazdı. Geleneksel formel mantığımız (diyalektik mantık lafı kurtarmaz) “ya yanlış ya doğru”, “ya o ya o” ikilemi üstüne oturur. Halbuki bir tez, bir teori için pratik ya da olgular sorgulama için bir uyarıcıdır, ama o tez ve teoriyi yanlışlamaya veya doğrulamaya yetmez. Bu nedenle üçüncü bir ihtimali mantık yapımıza bir ilke olarak yerleştirebilmeliydik.
Belirsizlik ilkesi ve belirsizleme yöntemi
Yani a)Yanlış, b)Doğru, c)Belirsiz… Belirsiz olanı, bulanık, sorulu olanı zihnimizde mantıksal yollarla yani rasyonalize ederek çözmek yerine, belirsiz olduğunu tespit edip çözümü pratik (daha doğru deyişle praxis) içinde gözlemlemek gerekirdi (paradoks mantığı). Veya çözüm için yeni bilgiler aramalıydık. Dünkü kesinliklerimizi ise belirsizleme yöntemiyle bilerek belirsizleştirmek bu yöntemin başka bir uygulama biçimidir. Oysa geçmiş söylemlerimize bakarsak (şimdi de pek değiştiği söylenemez), solun bilemediği hiçbir soru yoktur. “Şu meseleyi bilmiyorum” lafına pek rastlanmaz.
Geçmişi eleştiri tarzımızda yatan önemli bir mantıksal hata daha var. Bu mantık şu akıl yürütmeyle çalışıyor: “Olan şey olması zorunlu tek durum olduğu için olmuştur, dolayısıyla olan eğer yanlış ise onu doğuran neden de yanlıştır”. Koşullar aynı olduğu durumda dahi sonuçlar pek çok öngörülemez etkenler, sapmalar sonucu öyle doğmuş olabilir, öyle olmayabilirdi oysa.
Geriye doğru eleştirel-yeniden yorumlama önemlidir. Böyle bir geri-aydınlatma yalnızca geçmişi doğru anlamak için değil, geçmişten bugüne etkisini sürdüren değişim dinamiklerini de görebilmek için önemlidir. Örneğin, bazı arkadaşlar Marksizm-reel sosyalizm-sosyalizm bağıntısında, biri bittiği için diğerlerine de “bitmiştir” gözüyle bakıyor. Öte uçta ise Marksizm ile reel sosyalizm arasında hiçbir ilişkinin olmadığı hipotezinden hareketle –ki bu doğru değildir– Marksist teoriye eleştirel bakmak gereği duyulmuyor.
Olumsallık mantığı
Zorunlu-nedensellik yerine “yeterli neden” sorgulamasını koyup “olumsallık” mantığı inşa etmek tarihsel maddeci diyalektiğe en uygun olanıydı oysa. Ama kaba tarihsel maddeci mantığımız böyle bakmamızı engelledi. Olumsallık mantığı kısaca, olması, gerçekleşmesi zorunlu olmayan ama olması olumsal (mümkün) olabilen, bu nedenle de olması istenen demektir. Sosyalizm gibi.
Olumsallık mantığı düşünceyi, psikolojiyi, bireysel inisiyatifi, yaratıcı imgelemi, özgür istenci öne çıkardığı, ona dinamik bir rol verdiği için de önemlidir. Eleştiri bütün sorularınıza yanıt bulmanız, bütün kuşkularınızı gidermeniz demek değildir. Kuşkularınıza rağmen, ama kuşkularınızı bastırmadan, hatta bunu açıkça ifade ederek doğru gördüğünüz yolu izlemektir.
Entelektüel cesaret kuşkularınıza rağmen yürüme cesaretidir. Yolun sizi nereye çıkaracağını kesin kes bildiğiniz bir yola girmek için cesarete hiç ihtiyacınız olmaz. Kazanacağınız kesin olan bir mücadele için cesaret niye gereksin? Bugün Marksizm konusunda sayısız soru var kafamda, sosyalizm için de öyle. Ama gençliğimde o geleceği yani eşitlikçi dünyayı insana en uygun bir gelecek olarak gördüğüm için sosyalist olmuştum, elbette dünden farklı yollardan gidilecektir, ama bugün de aynı nedenle sosyalistim.
Olumsal olanı (mümkün olanı) görebilmek değişim dinamiklerini görebilmeyle koşulludur. Değişim dinamikleri tarihsel/toplumsal gelişmenin sınıfsal analizlerinin gösterdiği en genel kategorilerden, eğilimlerden (örneğin “üretim tarzı” gibi) çıkarılamaz, bunun için somut koşulların somut analizi gerekir. Tarihsel akışın genel eğilimlerini görmemizi sağlayan evrenselci bir söylemi temel alan bir teori önemli olmakla birlikte, somut analiz için yeterli olamaz. Tarihsel gelişmenin kırılma noktalarında kendini gösteren değişimin kendine özgü mantığını yakalayabilmek gerekiyor. Daha sonra açılmak üzere şimdiden bu mantığın “yaşam tarzı” konsepti içinde yattığını söylemeliyim.
Dün salt evrenselci bir söylem ve mantıkla düşündüğümüz için sosyalistler, komünistler olarak kendi ülkemizin, Batılı olmayan bir ülkenin özgülüklerini göremedik. Örneğin, nüfusun çoğunluğu Müslüman olan ülkemizde sosyalistlerin İslam’a dair özgün sayılabilecek teorileri veya bir iki istisna dışında tezleri yoktur. Solun söylemlerinde ideolojik/sınıfsal aidiyet dışında başka aidiyetler de kendisini pek hissettirmez. Oysa dünden farklı olarak bugün benliğimde güçlü üç aidiyet hissediyorum: a) Bu toprakların tarihine ve kültürüne toplumsal aidiyet, b) Sosyalist düşünce formasyonumu oluşturan aidiyet, c) Dünyalı oluşum.
Bütün bu dediklerimden aynı zamanda şu sonucu çıkarmak zor olmaz sanırım: Dün de bugün de solun, sosyalistlerin, komünistlerin karşısında duran ana problem yerel olamamaktır. Yerel düşünemediğimiz durumda bizi sürekli eleştirel düşünmeye yöneltecek maddesel ve manevî uyarıcılar da (müşevvikler) algılanamaz, algılayıcı sensorlar çalışamaz ve kendini geliştiremez. Sezgisel gerçek yakalanamaz ve bir tarih sezisi oluşamaz.
Köksüz bir fidan gibi kururuz.