Behçet Çelik
Şehir, edebiyat yapıtlarında sadece anlatıcının/kahramanın yaşadığı yer, olayların geçtiği mekân olarak değerlendirilebilecek bir olgu değil. Hatta bazı edebiyat yapıtlarında şehir kahramanın bile önüne geçer, neredeyse yapıtın başkahramanı olur. Kimi zaman da kahramanın arzu nesnesi halini alır – terk edilmiş, ama sürekli özlenen, bir daha ulaşılamayacak olduğu gayet iyi bilinen sevgili mertebesindedir.
Bu söylediklerim başka mekânlar için de geçerli. Köy ya da kasaba da kimi yazarların yapıtlarının odağındaki sorunsal olarak dikkat çeker. Bu yüzden gerek şehri, gerekse köy ya da kasabayı, dışsal bir olgu olarak almak doğru olmaz. İçine doğduğumuz andan itibaren bizi etkisi altına alan, benliğimiz oluşurken farkında olmadan benzediğimiz, bizi biçimlendiren, zamanla üzerimizdeki etkilerini daha derinden sezdiğimiz bu “mekân”lar olgusal olarak bizim dışımızda olsalar da, ruhsal olarak fazlasıyla içimizdeler. İnsanın iç dünyasını kurcalamaya yönelmiş modern edebiyatın da bunlardan uzak durması beklenemez.
“İnsan yaşadığı yere benzer”
Bir dönem çokça tartışılan “köy edebiyatı-şehir edebiyatı” ayrımından bugün pek söz edilmemesinin bir nedeni de edebiyatın odağının insanın derinliklerine yönelmesi belki de. Mekânı sadece coğrafî arka plan ya da toplumsal ilişkilerin fonu olarak ele alan yapıtlar için böyle bir ayrımın belki daha çok önemi vardı, ama bugün bu ayrımın “edebî” bir ayrım olduğunu söylemek kolay değil. Sosyoloji, özellikle edebiyat sosyolojisi bu ayrımı kendi bakış açısıyla korumayı sürdürse de, edebiyat tartışmalarında böyle bir ayrımdan yola çıkmanın kazandıracağı pek bir şey yok. Bununla birlikte, bu coğrafî-sosyolojik ayrımın ötesine geçip insanın şehirle kurduğu ilişki üzerine düşünmek edebiyat konusunda da söz söylememize imkân tanır.
Edip Cansever, bir şiirinde “İnsan yaşadığı yere benzer” der. Peki, yaşadığımız yer neye benziyor? Cansever, aynı şiirde, “dağılmış pazaryerlerine” benzetir yaşadığımız yeri. Cansever’in anlatmak istediği bütün bir ülke de olsa, modern şehirler için bu benzetmeye ödünç almak mümkün.
Şehrin köye ya da kasabaya göre temel farklılığı karmaşıklığıdır. Şehir, üretimin de, tüketimin de çeşitlendiği, mekânların benzerliklerinin, özdeşliklerinin yerine farklılıkların öne çıktığı alandır. Bu karmaşıklık, günümüzde kaotik bir hal aldı – “dağılmış pazaryerlerine” benzedi. Şehirler ilk kurulduklarında şehrin parçaları en azından daha özdeşti; işçi mahalleleriyle varsıl kesimlerin oturdukları muhitler, fabrikalarla yaşam alanları keskin sayılabilecek sınırlarla ayrılmıştı. Şimdilerde -özellikle şehrin merkezi sayılan yerlerde- çelişen, çatışan topluluklar, yapılar bir yandan yan yana, dip dibe bulunabilirken, bir yandan şehirlerin uç noktalarında da gettolar oluşuyor. Bu gettolar şehrin en yoksulların yaşadığı “gecekondu mahalleleri” değil sadece, hayli varlıklı kesimlerin yaşadığı siteler de bu anlamda şehrin dış çeperindeki gettolar olarak değerlendirilebilir.
Sevgi-nefret ilişkisi
Kargaşanın hâkim olduğu, insanların sürekli kaçma düşü kurdukları bir yer halini aldı şehirler. Bununla birlikte kolaylıkla terk edemiyoruz buraları. Modern hayat dediğimizde aklımıza gelen bir dolu şey -sadece kültürel mekânlar değil, eğlence mekânları, çocukların iyi eğitim alacağını varsaydığımız okullar, işyerlerimiz- şehirlerde; vazgeçemiyoruz bunlardan. Tuhaf bir sevgi-nefret ilişkisi sürdürüp duruyoruz şehirle.
Şehrin karmaşık yapısı ve şehre duyduğumuz bu tuhaf çekim nedeniyle, “şehir edebiyatı”nın daha karmaşık bir edebiyat olduğu iddia edilemez, köy hayatının ya da köylülüğün karmaşıklığını, karmaşasını anlatan pek çok yazara haksızlık olur bu. Şehrin yaşadığı değişimi, şehirli insanların tektipleştiklerini hatırlayınca, böyle bir saptama şehir hayatı için de gereksiz bir yüceltme olarak görülebilir. Ama şehir ile şehirli insanın arasındaki ilişkinin edebiyatı etkilememesi de düşünülemez.
Marx, “İnsan yaşadığı gibi düşünür” der, ama edebiyat söz konusu olduğunda tanımlardan, sınıflandırmalardan söz etmek o kadar da kolay değil. Edebiyat, belki de bütün tanımları boşa çıkarmak için vardır demek çok yanlış olmaz sanırım. Belki de modern edebiyat yaşadığı gibi düşünemeyen ya da düşündüğü gibi yaşamayan “sorunsal birey”lerin anlatısı daha çok.
Peki, şehri edebiyatta sadece bir fon, bir mekân olarak mı görmeliyiz? Bu da doğru olmaz. Pek çok edebiyat yapıtının başkahramanının şehir olduğunu belirtmiştim. Öyleyse şehir-edebiyat ilişkisi üzerine kafa yorarken genellemelerden uzak durmakta fayda var. Ya da en azından bu çekinceleri zihnimizin bir köşesinde tutmakta.
Sorunsal bireyin anlatısı
Bu çekincelerden söz ettikten sonra, genel kabul görmüş bir saptamadan söz edeceğim – alın size yazarın “sorunsal birey” olarak çelişkilerinden biri. Türkiye’de şehirli diyebileceğimiz bir edebiyatın başlangıcını 1950’lere çekebiliriz. Kuşkusuz bu tarihten önce de şehir hayatını anlatan, kahramanları şehirli olan romanlar, hikâyeler yazıldı. Yine de 1950 sonrasında şehir hayatının -elbette kapitalizmin de- aldığı yeni biçim içerisinde insanların daha da yabancılaştığı söylenebilir. Bunun sonucunda, birey kendisini kalabalıklar içerisinde yalnız hissetmeye başladı, bunun sonucunda kendi üzerine dönmek, kendi içine çekilmek zorunda kaldı, iletişime geçemediği hemşerileri ya da mahalle komşuları yerine kendi içindeki çatışmalarla boğuştu durdu.
Bu gelişmenin edebiyatı, edebiyatçıyı etkilememesi düşünülemezdi. Hatta şu bile söylenebilir: Bu yeni yabancılaşma biçimini ilk sezenler belki de edebiyatçılardı. Yukarıda “sorunsal birey”den söz ettim. Bu terimi Roman Kuramı’nda[1] Lukacs kullanır. Şeyleşmiş bir toplumda otantik değerler arayan bireyi “sorunsal birey” olarak tanımlar ve romanın bu sorunsal bireyin anlatısı olduğunu belirtir. Şehir hayatındaki şeyleşme, insanın kendi elinden çıkan nesnelerle arasındaki mesafenin devasa boyutlara ulaşması, bunun sonucunda insanî olan hemen her şeyin bir nesne halini alması köy hayatındakinin hayli üzerinde. Bu nedenle şehir hayatı bize daha fazla “sorunsal birey”ler sunmakta, edebiyatçılar da bu bireylerin anlatılarını kaleme almakta.
Şehir insanının çelişik duyguları, şehre duyduğu sevgi-nefret ilişkisine benzer biçimde kendi benliğiyle girdiği çatışmanın izini süren edebiyat yapıtlarında, şehir, arka plan olmaktan çıkıp insanın “bütünleyici parçası” halini alır. Kaçtığı da, sığındığı da şehirdir. Kalabalıklardan kaçar, ama sonunda kalabalıklara sığınır bunaldığında, caddelere, sinemalara atar kendini. Binalar, insanlar, yüzeysel ilişkiler üzerine geldiğinde şehrin kuytu bir yerini ya da şehrin uzak bir köşesindeki başka birini ya da o insanın hayalini kovalar. Yetişkin bir insan olarak girdiği her türlü ilişki onu boğacak gibi olduğunda çocukluğunu özler. Çocukluğu gibi çocukluğundaki şehir de uzaklarda kalmıştır, o uzak şehri anımsamaya çalışır bir nebze avunabilmek için. Şehirde değişmeden kalmış bir şeylerin izini sürer – çoğu kez bulamaz.
Aldo Rossi, Şehrin Mimarisi adlı çalışmasında şehri bir sanat yapıtı olarak görüp göremeyeceğimizi tartışırken Lewis Mumfold’dan şu alıntıyı yapar: “Şehir tıpkı bir mağara, bir uskumru akını ya da bir karınca yuvası gibi doğal bir olgudur. Ama aynı zamanda bilinçli bir sanat yapıtıdır ve komünal çerçevesi içinde birçok daha basit, daha kişisel sanat biçimini barındırır. İnsan zihni şehir içinde biçimlenir, buna karşılık kentsel biçimler de insan zihnini koşullandırır, çünkü şehirlerde -sınır çizgileri ve silüetlerde, yatay düzeylerin ve dikey dorukların belirlenmesinde, doğal yerlerden yararlanırken ya da onu yok sayarken– mekânın yeniden örgütlenmesi en az zamanınınki kadar sanatsaldır… Şehir hem kolektif yaşama yönelik maddi bir hizmettir hem de böyle elverişli koşullarda ortaya çıkan bu kolektif amaç ve ittifakların bir simgesidir. Dilin kendisiyle birlikte şehir, insanoğlunun en büyük sanat yapıtı olmayı sürdürür.”[2]
Rossi, kentsel artifaktların [Rossi’ye göre bu kavram yalnızca şehirdeki fiziksel bir varlığı değil, aynı zamanda şehrin bütün tarihini, coğrafyasını, yapısını, şehrin genel yapısıyla bağını da içerir] maddî yapılar olmakla birlikte, maddeden farklı bir şey olduğunu, “belirlenmiş olmalarına rağmen kendilerinin de belirle[diğine]” dikkat çeker.
Edebiyatçı, modern şehir hayatındaki insanın hallerini yazarken bazen bilinçli bazen de el yordamıyla şehrin kendisinde neleri belirlediğini ya da neleri belirlememesi isteyeceğini araştırmak zorunda kalır. Özlediği şehri yazmak ister, özlediği şehrin yaşadığı değişimin izlerinde kendi hayatına ya da hikâyesini anlatmak istediği insanın hayatına dair bir şeyler bulmaya çabalar. Kimi zaman şehri alır yapıtının odağına koyar, kimi zaman arka plana yerleştirir. Ama çoğu kez basit bir fon olmaz şehir, yukarıda anlatmaya çalıştığım çelişkilerin, insanlık hallerinin görünür hal aldığı bir etkileşim alanı olarak var olur yapıtın içerisinde.
Kendi şehrimizde daüssıla
Günümüz insanı göçebe bir hayat sürüyor. Kendimizi yerleşik hissetmemiz giderek daha az mümkün. Çeşitli nedenlerle -gönüllü ya da zorunlu- göç edip duruyoruz. Doğup büyüdüğümüz şehirden uzaklarda sürdürüyoruz hayatımızı, öte yandan göç etmesek bile yaşadığımız şehir zaman içerisinde öyle hızla değişiyor ki, kırk yıldır yaşadığımız yeri tanıyamıyor, kendi şehrimizde daüssıla çekiyoruz.
Bu göçebelik, yersiz yurtsuzluk hissi de günümüz edebiyatında sık rastladığımız bir izlek. Bu yersiz yurtsuzluk hissini “dünya vatandaşlığı”na dönüştürenler de var kuşkusuz. Bu gibi yazarların metinlerini okurken sürekli bir “yolculuk hali” hissederiz. Turistik bir edebiyat değil kast ettiğim; belli belirsiz bir tutunma, yerleşebilme çabası da var bu gibi metinlerde – çoğu zaman bunun imkânsızlığı da yoğun bir biçimde hissedilir. Kopup geldiği yerden bütünüyle kopmamış bir bireyin bu yeni şehirde yaşayıp ettikleri günümüz insanının çeşitli sorunlarına götürür bizi. Ev-yuva arayışı, yabancılaşma, yalnızlık, kültürel farklılıklar, eski halimize, doğup büyüdüğümüz şehre dönemeyeceğimizi bilmek… Belki en çok da yeniden başlama arzusu ve/veya bunun imkânsızlığı.
Anlatıcının ya da kahramanın dış dünyadan hiç söz etmediği, neredeyse “bimekân” metinler yok mu? Onlar da var. Ama bu gibi metinleri okurken bile mekânın yokluğu bir anlam taşır çoğunlukla. Mekânsızlık hissi bize, dış’ın önemsizleştiğini, belki de bu nedenle iç’e ilginin arttığını sezdirir. Şehir (ya da mekân), bu nedenle, edebiyatta kendisinden söz edilmese bile hissedilen bir şey halini alabilir. Shlink’in vatan için söylediklerini şehir için de düşünemez miyiz:
“Vatan, yer-olmayandır. Vatan, ütopyadır. En yoğun olarak, uzağa gidildiğinde veya eksikliği hissedildiğinde yaşanır; esas vatan duygusu, sıla hasretidir. Ama başka yere gitmeden de, vatan duygusu eksikliği duyulandan beslenir; artık veya henüz olunmayan bir halden…”[3]
Günümüz edebiyatçısı için çoğu kez şehir de böyle bir yer, sürekli özlediğimiz, ona duyduğumuz özlemden beslenen bir ütopya.
Şehirlerin büyük şantiyelere dönüştüğü günümüzde giderek daha da artacağa, artarken de farklı bir hal alacağa benziyor yaşayacağımız karmaşalar, özlemler. Kentsel dönüşüm, yeni imar projeleri, depreme karşı binaların yenilenmesini özendirmek amacıyla artırılan bina yükseklikleri, rant düşkünlüğü, inşaat teknolojisinin gelişmesiyle kısalan bina yapım süreleri sonucunda birkaç yıl içerisinde kendimizi bambaşka şehirlerde buluyoruz, daha da bulacağız bu gidişle. Şehir merkezlerinin turistik alanlara ya da soylulaştırma projeleriyle üst sınıflara tahsisi sonucunda “şehir hayatı” dendiğinde aklımıza gelen imgeler de değişecek. Bu yüzyılın “Aylak Adam”ı bu gidişle kalabalık caddelerde, sinema salonlarında değil, alışveriş merkezlerinde, şehrin dışındaki sitelerin yeşil alanlarında dolaşacak; Yenişehir’de Bir Öğle Vakti‘nin benzeri, otuz küsur katlı bir apartmanın aydınlığında, koridorlarında, asansörlerinde geçecek.
(Bu yazı, Varlık dergisinin Kasım 2006 tarihli 1190. sayısında yer alan “Şehirde Edebiyat Edebiyatta Şehir” başlıklı yazının gözden geçirilerek genişletilmiş halidir.)