Ahmet Yıldırım
“Gidiyoruz. Teşekkürler Türkiye.” Ağustos 2007’de gözaltında alındığı karakoldan 17 dakika sonra cansız bedeni çıkan Festus Okey’in cenazesi ülkesine yollanırken tabutuna asılan bu sözler yalın bir tokat olarak acaba kaç kişinin yüzünde patladı?
Festus Okey Nijeryalı bir göçmendi. Açlık, yoksulluk ve şiddetten kaçmış, yollara düşmüştü. Yeni bir yaşam hayali kurarken, tüm umutları Türkiye’de ırkçı bir şiddetle paramparça edilmişti. Festus’u öldüren polis dört yıl ceza aldı. Mahkeme, yüce devletimizin Uludere’de söylediği gibi aynen bir yol kazası olarak tarif etti cinayeti. Ne bu cinayetin arka planındaki düşünceyi ne de bu düşüncenin elini kolunu sallayarak bir insanı katletmesini göz önüne aldı. Çünkü Yüce Türk Devleti de, Yüce Türk Mahkemeleri de, yaklaşık bir asırdır bu anlayıştan feyz almış, kendini şekillendirmişti. Festus Okey’in abisinin gazetecilere verdiği röportajda “Festus’u teninin renginden dolayı öldürdüler, demek ki Türkiye’de ırkçılık var” sözleri de ırkçılığın olmadığı Türkiye’de gerekli ilgiyi uyandırmadı.
Siyah yok, ırkçılık da yok!
Geçtiğimiz günlerde Galatasaray’ın Fildişi Sahilli futbolcusu Emmanuel Eboue Beşiktaş tribünlerinin kendisine maymun dediğini söyleyerek isyan ederken, takım arkadaşları onu “Türkiye’de ırkçılık olmaz” diyerek sakinleştirmeye çalıştı. Eboue’nin bu isyanının arkasından televizyonda bir futbol yorumcusu onun için “Hafta içi National Geographic’i izleyin, bu Eboueler’den çok görürsünüz” dedi. Ama bunlar da yol kazası, Türkiye’de ırkçılık olmaz.
Türkiye’de ırkçılık yok diyenler, “ten rengi farklılığından dolayı herhangi bir ayrımcılık yoktur bizde” diye söze başlar. Bu fikrî kolaylığı sağlayan bir gerçeklik vardır. Türkiye’nin birçok şehrinde sözü edilecek bir siyah nüfus yoktur. Büyük şehirlerdeki bir avuç siyah da genellikle kamusal alandan uzak durur. Bu insanlar iş bulamadıkları gibi, her türlü sosyal güvenceden yoksun, olağanüstü kötü yaşam koşullarında yaşamaya itilir. Bir elin parmaklarını geçmeyen siyahların Türkiye’de başına gelenleri göz önüne alınca insan “Ya daha fazla olsalardı, hâlâ ırkçılık yok demeye bu devletin atımı yeter miydi?” diye sormadan edemiyor.
Etnik temizlik ve hiyerarşi
Ama ırkçılığı Türkiye’de ten rengi ile açıklamaya çalışan anlayış durumu açıklamakta tümüyle yetersiz kalıyor. Hemen her ulus devlette olduğu gibi, Türk Devleti’nin kurucu anlayışı da insanları etnik kökenine göre hizaya sokmuştur. Dağılan çok etnisiteli bir imparatorluktan hakim bir Türk Devleti çıkarmak tabii ki çok zorbaca ve kanlı olmuştur. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu aynı zamanda trajik bir süreci beraberinde getirmiştir.
Ulus devletleşme sürecinin ilk kanlı adımı 1915’te bu topraklarda Ermeni nüfusun yok edilmesidir. Anadolu’nun köklü halklarından olan Ermeniler’in soykırıma tabii tutulması ulus devletleşme sürecinde kapitalizmin neredeyse ilklere girecek en kanlı eylemlerinden biri idi. Alman Nazilerinin Yahudi soykırımına girişirken bu örnekten yararlandıkları artık bilinen bir gerçek. Çok etnisiteli bir yapıda sadece Ermenilerin yok edilmesi Türk devleti için yeterli değildi. Daha çok Karadeniz Bölgesi’nde yoğunlaşmış Rum nüfus da 1916-19 arası yüz binler halinde yok edildi.
Kalan Ermeni ve Rum nüfus da sürgünlerle, çıkarılan acımasız yasalarla yavaş yavaş eritildi. Yahudi cemaatine dönük (özellikle Trakya’da) yapılan kırım politikaları da cemaatin zayıflamasına ve ülkeyi terk etmesine yol açtı.
Tek bayrak, tek millet
Önce gayrıüslimlerden başlayan etnik temizlik elbette Türk Devleti’nin kurucuları için yeterli değildi. Kürt halkı da bu etnik temizlik sürecine katılmalıydı. ‘İrticacı ayaklanma’, ‘işbirlikçi ayaklanma’ diyerek Kürt özgürlük hareketi de kıyımdan geçirildi.
Başbakan’ın Meclis’te yaptığı konuşmada 1938 Dersim Olayları için “Eğer böyle bir literatür varsa, Dersim’den özür dilerim” minvalindeki sözler bir tarihî gerçekliğin ifşa edilmesi açısından önemli, ama tamamen yetersiz. Sayısız Kürt ayaklanmasına (bazılarında ayaklanma da yok, Dersim’de olduğu gibi) devlet kan dökerek yanıt verdi. PKK’nin başlattığı son Kürt isyanına ise on binlerce Kürdü öldürerek, 40 bin köyü boşaltarak, 4 milyon Kürdü yerinden yurdundan ederek yanıt verdi.
Dersim’den özür dileyen başbakan, her gittiği yerde ‘tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet’ diyerek kurucu ideolojiden milim taviz vermiyor. Bu ideoloji dağlara taşlara devasa bayraklar asarak, devasa ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ yazıları yazarak kendini yaşatmaya çalışıyor. Hayatın gerçekliği senin düşüncelerine uymuyorsa, düşüncelerini hayatın gerçeği olarak anlat – Türk resmî ideolojisinin temel anlayışı bu. Kürtler var ve yok edemiyorsan, onlara Kürt olmadıklarını anlat. Önce imha, olmadı asimilasyon, olmadı inkâr. Bu üçlü Türk ırkçılığının kan kardeşleridir.
Irkçılık sıradanlaştırılıyor
Türkiye’de ırkçılık devlet nezdinde hoş görüyle karşılanan ve hatta uygulanan bir gerçek. Millî Güvenlik kurumu tarafından 1996 yılında dönemin hükümetine verilen rapor (‘talimatname’ diye okumak lazım) bunlardan sadece biriydi. Söz konusu raporda Kürt nüfusun artışındaki tehlikeye işaret ediliyor. Önlem olarak da fazla çocuk dünyaya getiren Kürtlere ceza verilmesi öngörülüyor. Dönemin Kürt kökenli birkaç bakanın itirazı ile rapor rafa kaldırılıyor. Eylemlere katılan Kürt çocuklarının ailelerinden koparılması önerisi acaba bu raporun yeni bir hali mi? İnsan düşünmeden edemiyor.
Devletin düşüncesi ve uygulaması böyle olunca gündelik hayatta saldırgan bir milliyetçilik ve ırkçılıkla karşılaşmak da şaşırtıcı olmuyor. Devletin Türk ırkçılığı konusundaki derin hoşgörüsüne sığınan siyasal aktörlere ve davranış biçimlerine sıklıkla tanık oluyoruz.
Son olarak geçtiğimiz günlerde Tokat’ta tanık olduğumuz ‘Kürtleri burada istemiyoruz’ türünden linç girişimleri istisnaî değil. Her asker ölümünden sonra, Kürtlere dönük linç girişimleri devlet tarafından doğru dürüst soruşturulmuyor, linçten sorumlu odaklar ve ırkçılar cezaî yaptırımla karşılaşmıyor. Kürt hareketinin önemli temsilcilerinden Ahmet Türk’e dönük saldırı yapanlar aklanıyor, tahliye ediliyor. Saldırgan hakkında gazetelerde “Türk halkının tercümanı oldu” diye methiyeler diziliyor, örneğin Hürriyet’te Yılmaz Özdil’in yaptığı gibi.
Manisa’nın Selendi ilçesinde koskoca bir Roman topluluğu milliyetçi-ırkçıların şiddet dalgasıyla yaşadıkları bölgeyi terk etmek zorunda kaldı. Dönemin bölge yetkilileri ırkçı saldırıya katılanları soruşturmadan önce “hep olay çıkarıyorlar” diyerek Romanları hedef gösterdi. Dava eksik gedik devam ediyor olsa da, kazanan ırkçılar oldu. Bölgeyi Romanlardan temizlediler. Şimdi tekçi, steril bir etnik yapıyla mutlu mesut yaşıyorlar. Genlerinde ırkçılık taşımayan bir sistem bölgeden Romanların temizlenmesine müsaade etmez, bir daha bu türden olayların yaşanmaması için gerekli önlemleri alırdı.
Kürtçe söyleyip tahrik etme
Emrah Gezer de bu ülkenin insanlarından biri idi. Ankara’da bir barda Kürtçe şarkı söylediği için özel harekât polisi bir ırkçı tarafından öldürüldü. Emrah Gezer katilini tanımaz, katili de onu tanımazdı. Salt Kürt olduğu için öldürüldü. Ama çok daha sarsıcı olan şuydu: Katilin yargılandığı davada Kürtçe şarkı söylemek tahrik unsuru olarak değerlendirildi ve katile cezada indirime gidildi. Mahkeme kayıtlarına geçen bu kararla milyonlarca Kürt’e devlet eliyle gözdağı verildi. KCK tutuklularının ana dilde savunma hakkı da aynı devlet mantığıyla reddediliyor.
Darbe senaryolarında planlanan azınlık cinayetleri, katledilen Kürt köylüleri, yaşam hakkı tanınmayan Romanlar, dışlanan, hor görülen, öldürülen Afrikalı göçmenler ve tüm ötekiler devletin ırkçı kodlarının ve onun yol açtığı siyasal yapıların kurbanları-mağdurları birbirlerini dışlamadan biraraya gelmenin yollarını zorlamalı. Bu, toplumun büyük çoğunluğu anlamına gelir. Irkçılığın asgariye düşürüldüğü bir toplum çok daha yaşanır bir toplumdur.