Ferhat Emen
Bir insan kuantum fiziğini okuyup şoka girmiyorsa, o kişi kuantum fiziğini anlamamış demektir.
Fizikçi Niels Bhor
Uzun süredir Mustafa Kemal hakkında düşünüyorum. Nasıl bir zihni, nasıl bir toplum algısı vardı? Dünyayı nereden tanımlıyordu? Gençliğinde Fransız aydınlanmacı filozoflarını okuduğunu biliyorum. Yeterli sayıda okuma ve deney yaptıktan sonra edindiğim kanaati paylaşmak istiyorum.
Başlayayım, statiktir. Toplumu oluşturan bütün parametrelerin özelliklerini, konumlarını, momentumlarını ve hareketlerini doğru saptarsa, toplumun nereye evirileceğini matematiksel bir katilikte bilebileceğini varsayar. Bu manada tipik bir Newtoncu sayılabilir. Bu kabul onu, doğal olarak, elinin altındakileri hiza istikamete sokma misyonuna götürür. Oysa bilebileceği, ‘toplumun evet, matematiksel bir katilikle herhangi bir geleceğe evirileceğidir, ama asla hangi geleceğe evirileceği değildir.’ Harp Okulu’nda talebeyken kuracağı cumhuriyette yönetim kadrolarını koğuş arkadaşlarından ta o zamanlar seçtiğine dair anlatılan menkıbeler doğru olmasa bile anlamlıdır, çünkü toplum idaresinde düpedüz politik reflekslerine dayanır. (Yazımızın mevzusu olmamakla birlikte mahrem hayatında apolitiktir.)
Mustafa Kemal’de topluma çeki düzen verme saplantısı hissî değildir, bilakis rasyoneldir. O böylelikle toplumun gelişeceğine, iyileşeceğine, adam olacağına inanır ve oturur bunu masa başında hesap eder. Bu hesaplamaları pratik alanda vücut bulmaya başladığı anda, evrenini çatmaya başlar. Yani, asıl büyük vebali bu saplantısını eyleme geçirmesinden kaynaklanmaktadır. Sadece feda ettiği bireyler anlamında değil elbette, bahsi geçen eylem bütününü sağlamak için ihtiyaç duyduğu enerjiyi yine bizzat toplumdan elde ederken toplumda sebep olduğu ‘halsizlik’ belasından dolayı da suçludur. Enerjisini kendisinden almak suretiyle posalaştırdığı çok geniş bir coğrafyaya yayılmış ‘aziz milletini,’ kendi kişisel karizmasıyla aşka getirdiği üç beş yüz cumhuriyet öğretmeniyle tedavi etmeye soyunması günahını hafifletmez. Bu uğurda öylesine muazzam kayıplara sebep olmuştur ki, aksiyonunun hareket ettiği iki ana eksen olan, Anadolu topraklarını gayrimüslimlerden ve gayri Türklerden temizleme çabasının nelere mal olduğu ortadadır. Bu enerjiyi bireyleri birbirine çarpıştırmak suretiyle elde eder.
Bu özelliğini nasıl kazandığı konusunda kişisel fikrim, tahminin ötesine geçmez. Kemalistlerin liderlik vasfı dedikleri bu özelliğinin genetik olduğuna inanma eğilimindeyim. Katıldığı her toplantıda, her kongrede, her mecliste kendini lider seçtirmesinin bana göre başka izahı yok. Liderliği, adalet ve hakikat üzerine kurulmamıştır. Liderliğinin olumlu yönü, mühendis dervişliği diyebileceğimiz güngörmüşlüğüyle açıklanabilir. Zira hayatı savaşlarda geçmiş, âşık olmuş, içki sofralarına meraklı, pekala alaturka zevkleri olan bir liderin bayağı bir deccalle özdeşleştirilmesi akla pek yatkın gözükmez.
Madde-enerji alakası
Bir maddeyi hızlandırmak için enerjiye ihtiyaç duyarız. Hız artıkça söz konusu maddeyi bir miktar daha hızlandırmak için ihtiyaç duyduğumuz enerji devasa boyutlara ulaşır. Bu Einstein’la birlikte çoğumuzun bildiği madde-enerji alakasıdır. Aynı şekilde, toplumu sıfır noktasındayken değiştirmeye başlarsan fazla enerjiye ihtiyacın yoktur. Ancak değişim hızlandıkça, her bir birim yeni değişim için ihtiyaç duyduğun güç de artar. Ve Mustafa Kemal sadece kendini haklı gören tüm gaddarlar gibi bu gücü şiddetten devşirir. Daha fazla değişim talebi, daha fazla güce ihtiyaç duyar ve sonuç olarak maalesef daha şedit olmak zorunda kalırsın.
Bazı devrimci liderler için değişim, hedefin ta kendisi haline gelir. Pratik zekâlarının ihanet etme riskine rağmen toplumdaki herhangi bir düzensizliği değişim yoluyla ıslah etmeye başlarlar ve insanların uyuma adetlerinden tutun da taharet usullerine kadar müdahale ederler. Oysa düzensizlik toplumların dinamizmi için vazgeçilmezdir. Evet, Mustafa Kemal’in daha zalim olmaktan başka çaresi yoktur. Zaten ulusalcıların o dönemdeki insan dışılıkları anlatırken kullandıkları ‘O dönemin şartları öyleydi, yeni cumhuriyet böyle davranmak zorundaydı’ argümanını kullanırken mağdurların torunlarının hayretten deliye dönmelerini anlamamalarının sebebi budur.
“Daha ne yapabilirdi ki Gazi?” diye sorarken kesinlikle samimidirler. Çünkü onlar da liderleri Mustafa Kemal gibi, insanı, yola getirilebilir bir varlık olarak tahayyül eder. İnsan algıları sayısaldır. İstatistikseldir. Ölümün sebep olduğu acının niceliksel olduğunu kabul ederler. Oysa acı, parçacık değil, dalga şeklinde yayılır. Doğal olarak da her an her yerdedir. Bir insanın katlinin tüm insanların katledilmesine eşdeğer olmasının geometrisidir bu.
Karşısında çaresizleştiğiniz güce, çaresizliğiniz oranında boyun eğme eğilimindesinizdir. Çok az kişi tam tersi bir şekilde çaresizliği oranında dikleşir. Mutlak çaresizlik mutlak kulluğu iktiza eder. Bu durumda da çok az kişi mutlak kulluğun mutlak özgürleştirici şansını idrak eder. Çünkü mutlak kulluk mutlak iktidarı işaret eder ve onun karşısında bir hiç olduğunuzun kabulü, o hiçliğin, mutlak iktidarca taltifini mümkün kılar. Mustafa Kemal’in kullarıyla geliştirdiği mükâfat-ceza ilişkisi, dinamizmini mutlak kulluk ve mutlak muktedirlik pozisyonlarından alır.
Cumhuriyet müfredatı
Aradan neredeyse bir asır geçmesine ve yaptığı katliamların devlet yetkililerinin ağzından itiraf edilmesine rağmen hâlâ tutkuyla seviliyor olmasını maşukalarında yarattığı iman duygusuyla açıklamak mümkündür bir. İki, bundan yüz sene evvel bir adamın çıktığına, bizi düşmanlardan ve neredeyse tüm kötü adetlerimizden kurtardığına iman etmiş bireylerin, Mustafa Kemal olmasaydı kadınların, yemekten sonra ellerini, yüznumarada kıçlarını yıkamayan softaların ikinci, üçüncü karıları olacağını düşünmeleri cumhuriyet müfredatının olağanüstü başarısını gösterir. Toplumları ve onların ürettiği kültürü böyle okuduktan sonra, tüm varlıklarını alt tarafı bir faniye bağlamalarında şaşılacak bir taraf yoktur. Güya kul yetiştiren Osmanlı toplumundan, birey yetiştiren cumhuriyet toplumuna geçtik. Ben bunu hayatta kalma duygusunun en baskın duygu olmasıyla açıklıyorum. Nihayetinde Nazi Almanya’sının toplama kamplarına gönderdiği milyonlarca Yahudi’nin ne diye kamp hayatlarının hemen başında intiharı seçmediklerini de anlamamı sağlıyor bu içgüdü. Sonsuz bir şimdide nefes alıp veriyorsam, yemek yiyorsam, eşime dokunuyorsam, sigara içiyorsam bunu Mustafa Kemal’e borçluyum. Çünkü yine de yaşıyorum, yine de buradayım.
Dersim Katliamı’yla ilgili belgelerde imzasını görmezden gelen kullarının diktatörlüğü demokratlığa tercih etmek zorunda kalan tanrılarını bir mecburiyete mahkûm etmelerini, bu evrenin entropisi saymak icap eder. O kadar kusur tanrının kızı İsa’da da olur.
Bu evrenin tek insanî tarafı, ilahlarının yaşadığı dönemde, onun sofrasında şereflenmek maksadıyla Gazi’ye yazılan methiyelerdir. Kimler yok ki aralarında. Elinizdeki derginin üçüncü sayısında Aydın Yıldırım’ın “Atatürk Ekber, Atatürk Ekber” isimli yazısında anılanların yanına sözgelimi, Yahya Kemal’i de koymak gerekir. Ayşe Kulin’i de.
Kopenhag yorumu ile bitireyim. Bir insan Cumhuriyet tarihini okuyup şoka girmiyorsa, o kişi Cumhuriyet tarihini anlamamış demektir. Mustafa Kemal Evreni’nin sakinleri tam da bu felsefî duvara yaslanmaktadır. Bütün kan dondurucu eylemlerine rağmen onu bilmek demek onun yüzünü görmek, onun heykelini dikmek demektir, yani aslında onu bilmek demek onu bilmemektir.