Ohannes Kılıçdağı
Türkiye Ermeni toplumu bir anekdotlar topluluğudur. Ermeni kimliğinden dolayı birçoğunun başından gündelik hayatta yarı komik yarı trajik olaylar geçmiştir. Neredeyse her Türkiyeli Ermeni’nin, hiç değilse ismiyle ilgili olarak anlatacak en az bir anekdotdu vardır. Kendi adıma bunu size hemen ispat edebilirim.
Epey bir zaman önce birkaç arkadaşla birlikte şimdi ne fuarı olduğunu hatırlamadığım bir fuara gitmiştik. İçeriye giriş kuyruğunda fark ettim ki kapıda, her nedense, ziyaretçilerin ad ve soyadlarını kayda geçiriyorlardı. Hemen kafamda tartmaya başladım, iki seçeneğim vardı: ya Türkiyeli Ermenilerin çoğu zaman yaptığı gibi bir ‘Türk’ adı uyduracak ve kapıdan ‘kazasız belasız’ geçecektim ya da gerçek ismimi söyleyip küçük çaplı bir krize neden olacaktım; zira ismimi tek seferde anlayıp yazabilen bir Türk’e henüz rastlamamıştım. (O zamanlar Ermeniler bu kadar revaçta değildi!). Her seferinde yüzlerinde anlamayan bir ifadeyle, alınlarını buruşturup kibarlık derecelerine göre “Pardon?”, “Anlamadım?”, “Ne?” gibi sorularla karşılık verirler; muhtemelen ikinci söyleyişimde de anlamazlar, ama bir daha sormaya yüzleri tutmadığından Yaradan’a sığınıp kâğıdın üzerine bir şey uyduruverirlerdi.
Bazen de anlayamamalarını mazur göstermek için “Kusura bakmayın, yabancı isimleri pek bilmem de” diyerek savunma yapmaya kalkışırlardı. O anki ruh halime göre ya onlara ‘hızlandırılmış Ermeni tarihi’ kursu vermeye kalkarak Ermeniliğimi ifşa eder, “Üzülme kardeş, Allah başka dert vermesin” diyen bakışlara maruz kalır ya da içimden “Yabancı senin babandır” diyerek, ama yüzümde vesikalık bir gülümsemeyle muhatabımı zamanın yekpare sonsuzluğunda yok olmaya bırakırdım.
Sırada beklediğim birkaç dakika boyunca ne yapacağıma karar vermeye çalışır ve veremezken, sıra bana geldi ve kapıdaki kadın görevli malum soruyu sordu: “İsminiz?” O an herhalde kimliğime sahip çıkacağım tuttu, bütün cesaretimi toplayıp “Ohannes” dedim.
O da ne! Görevli kadın, ismimi tekrar ettirmemek bir yana, benimle işinin bittiğini anlatan bir el hareketiyle arkamdakine dönmüştü. Şaşırdım, aklıma ilk gelen ihtimal “Bu da Ermeni herhalde” oldu. Hemen ardından, aslında hiçbir önemi olmamasına rağmen “Acaba ne yazdı?” diye düşündüm ve merakıma yenik düşerek bankonun üstünden eğilip kâğıda baktım. Ad-soyad hanesinde şu yazıyordu: Orhan Deniz! Böylece kadının soyadımı neden sormadığı da anlaşılmıştı. Adımı haddinden fazla uzun bularak, ondan bir de soyad çıkarmayı başarmıştı! Bu yaratıcılık karşısında şapka çıkartarak içeriye girdim.
Millet-i hakime
Bu hikâyeyi uzun uzun anlatmamın sebebi, elinizdeki derginin geçen sayısında Arus Yumul’un da Hannah Arendt’ten alıntılayarak söylediği gibi, bazen tek bir hikâyenin sayfalarca analize bedel olabilmesidir. Yine de, hikâyenin yetersiz olma ihtimalini düşünerek, Türkiye Ermenilerinin maruz kaldığı durumlar, muameleler, ayrımcılıklar konusunda bir özet yapmaya çalışalım.
Şüphesiz diğer ayrımcılık örneklerinde olduğu gibi Ermenilerin karşılaştığı ayrımcılığın temelinde de eşitlik, daha doğrusu eşitsizlik sorunu yatar ve bu, Cumhuriyet’e İmparatorluk’tan kalan bir sorundur. Hatta bütün bir 19. yüzyıl modernleşmesi vatandaşlar arasında eşitliğin sağlan(ama)masının hikâyesi olarak da okunabilir.
Eşitsizlik, yazılı yasalardan ziyade uygulamada ve o uygulamalara yol açan zihniyettedir. Bu zihniyete göre ülkenin asıl sahibi, millet-i hakimesi Türklerdir, diğerleri ise ‘yabancıdır’, ‘misafirdir’, ‘dışarılıklıdır’, millet-i mahkûmedir. Bunun bir sonucu olarak da, gerek bürokrasinin, gerek siyasetçilerin, gerekse halkın büyük bir kısmı Ermenileri eşit, inisiyatif kullanan siyasî özneler/yurttaşlar olarak görmeye tahammül edemez. Ermeniler ve Ermenilik ancak folklorik veya nostaljik bir unsur, bir ‘renk’ olarak kaldıkları, bundan fazlasını talep etmedikleri sürece makbuldür.
Ermenilerin karşılaştığı ayrımcı uygulama ve baskıları -bir önem sıralaması yapmadan- birkaç başlık altında toplamak gerekirse, ilk önce Hıristiyanlıklarından dolayı karşılaştıkları din baskısını zikredebiliriz. Genel anlamda kiliselerde ibadette bir sorun yoktur, ama İslam dışı bir dinin, hatta onun Sünnilik dışındaki bir mezhebinin kamusal görünürlüğü Türkiye’de pek hoş karşılanmadığından ibadetin ve Hıristiyanlık sembollerinin kilise dışına taşması sorun olabilir. Ayrıca, Anadolu’da kalan çok küçük Ermeni grupları üzerinde din değiştirme baskısı da, bu baskıyı görenlerin ifadeleriyle sabittir. Günlük hayatta karşılaşılan baskıların yanı sıra, tüm vatandaşlardan alınan vergilerle finanse edilen ama bugünkü yapısı ve işleyişiyle tek bir dinin ve mezhebin hizmetindeymiş gibi çalışan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı da ayrımcılığın resmî boyutuna işaret eder.
Devlet memurluğu
Resmî boyut söz konusu olduğu zaman dikkat çeken ve şikâyet edilen bir başka uygulama da Ermenilerin (ve diğer Hıristiyan ve Musevilerin) devlet memuru yapılmamasıdır. Aslında yasal mevzuatta buna engel hiçbir hüküm yoktur, ama devletin ‘yazılı olmayan kuralları’ gereği Ermeniler bürokraside, hele de üst kademelerinde görevlendirilmez. Böyle bir niyeti olanlar bir şekilde ‘caydırılır’. Türkiye vatandaşı bir Ermeni’nin Avrupa Birliği Genel Sekreterliği’nde uzman olarak istihdam edilmesi ihtimali üzerine, zamanın Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in 19 Mayıs 2011’de yaptığı bir konuşmada “azınlıkları memnun etmek amacıyla devlet dairelerine onlardan memur atanması”ndan[1] şikâyet etmesi devlet aklının bu konuda nasıl işlediğinin çok iyi bir örneği olmuştur. Ermeniler devlet memuru olabilmeyi sembolik değerinden dolayı, eşit vatandaşlığın bir göstergesi olduğu için önemser; yoksa asker, polis, kaymakam vs. olmayı çok sevdiklerinden değil!
Ermenileri yabancı olarak gören anlayış açısından Ermenilerin bu topraklardaki varlığı açıklama gerektiren bir durumdur. Onlar Ermenilerin mutlaka ‘başka bir yerden’ geldiğini düşünür. Onun için de Ermenilerin en sık karşılaştıkları sorulardan biri “Nereden geldiniz?” sorusudur. Ermeniler için sık sık bu tür sorulara muhatap olmak ve varlığını tekrar tekrar açıklamaya ve meşru göstermeye çalışmak yıpratıcı ve ‘can sıkıcı’ olabiliyor, özellikle Anadolu’daki varlıklarına dair ilk yazılı kanıtın M.Ö. 6. yüzyıla tarihlendiği düşünülürse.
Ermeniliğin temsilcisi
Ayrımcılığın bir çeşidi de bir Ermeni’yi, diğer bütün kimliklerini görmezden gelerek, önce ve sadece Ermeni olarak ve bütün Ermeniliğin bir temsilcisi gibi görmektir. Halbuki bir Ermeni tabii ki birçok başka kimliğe sahiptir ve Ermeniliğini bunların içinde birinci sıraya yerleştirmiyor olabilir, ama bu anlayış ona başka şans bırakmaz. Bunun bir devamı olarak da kamusal alanda görünen bir Ermeni mutlaka Ermeniliğin bir temsilcisi olarak algılanır, söylediklerinin bütün Ermenileri bağladığı varsayılır. İşin ilginç yanı, bu yargı bir ölçüde Ermenilerin kendileri tarafından da benimsendiği için, kimi Ermeni bireyler “Ermenilere laf gelmesin” diye eylem ve hareketlerine daha bir dikkat eder.
Tabii ayrımcılıkların en derini, topluma en çok nüfuz etmiş olanı Ermeniliğin bir hakaret unsuru, bir küfür olarak görülmesi ve kullanılmasıdır. Ermenileri için en çok kullanılan sıfatlar ‘hain’ ve ‘düşman’dır.
Meral Akşener’in 1997’de İçişleri Bakanı iken Abdullah Öcalan’a hakaret kastıyla “Ermeni dölü” demesi bugün Ermenilerin hafızasında “ilk günkü tazeliğini” korurken, 5 Aralık 2010 tarihinde oynanan Beşiktaş-Bursaspor maçında Bursaspor seyricisinin “Ermeni köpekler Beşiktaş’ı destekler” şeklindeki tezahüratı ve son olarak 26 Şubat 2012’de yapılan ‘Hocalı’yı anma’ mitingindeki “Hepiniz Ermenisiniz hepiniz piçsiniz” pankartları bu yaklaşımın en net örnekleri olarak ortaya çıkmıştır.
Irkçılığın ve ayrımcılığın kökleri zihinlerde olmakla ve o kökleri sökmek amacıyla eğitim sistemini ve medyayı hedefleyen orta ve uzun vadeli projeleri uygulamaya koymak gerekli olmakla birlikte, ülkenin yasal mevzuatının da ivedilikle elden geçirilmesi şarttır.
Bunun ilk adımı eşitlikçi, özgürlükçü, insan haklarından yana bir anayasa hazırlamaktır. Ayrıca, nefret dili ve suçu kavramlarının gerek günlük hayatımıza gerek ceza kanunumuza girmesi, bu tür söylemlerin ve onun doğurduğu somut zararların önlenebilmesinde hayatî önem arzeder. Kaldı ki, bu tür söylem ve eylemlerin suç sayılması zihinlerde de dönüştürücü bir etkiye sahip olacaktır. Evet, yasalar yeterli değildir, ama gereklidir.
Hoşgörü söylemi
Farklı dinsel ve etnik grupların birarada yaşayabilmesi, ırkçılığın ve ayrımcılığın önlenebilmesi için başvurulmayacak bir söylem varsa o da hoşgörü söylemidir. Oysa Türkiye’de bu söylemin, özellikle Osmanlı’ya referansla sık sık gündeme getirildiğine tanık oluruz. Hakim unsurun ve devletin hoşgörüsü diğer insanların rahat yaşayabilmesinin teminatı olarak gösterilir. Halbuki hoşgörü, tanımı gereği, karşınızdakini ‘hatalı’, ‘eksik’ görmeyi ima eder. Ortada bir hata, bir eksik yoksa neyi hoşgöreceksiniz? Demek ki, Türk/Müslüman olmayanlara farklı kimliklerinden dolayı hoşgörü göstermekten bahsettiğiniz zaman onların varolma biçimlerini hatalı bulduğunuzu söylemiş ve kendinizi otomatik olarak hiyerarşinin en üst basamağına yerleştirmiş oluyorsunuz. ‘Alttakilere’ gösterdiğiniz hoşgörü de sizin ‘büyüklüğünüzün’ bir sonucu olmuş oluyor.
Oysa, günümüzde farklılıkların teminatı, insan hakları, özgürlük, eşitlik gibi kavramlardır. Dolayısıyla, hoşgörüyü bir kenara bırakıp bize benzemeyenlerin de en az bizim kadar varolmaya hakları olduğunu içselleştirmemiz gerekiyor.
[1] Doğan Haber Ajansı (2011). “Org. Koşaner’den şok Tespit”, 20 Mayıs 2011, <http://www.dha.com.tr/org-kosaner-alternatif-tarih-yazilmaya-calisiliyor–son-dakika-haberi_163092.html>