Paul Blackledge
‘İşçi sınıfının dünyayı değiştirme gücü olduğu’ şeklindeki iddiası, Karl Marx’ın sosyalist teoriye yaptığı belki de en büyük katkıdır. Marx’tan önce işçi sınıfı en hafif ifadeyle ‘sistemin kurbanları’ olarak veya daha tipik bir ifadeyle‘uygarlığı tehdit eden bir güruh’olarak görülmüştür. Marx, işçi sınıfının özgürlük için verdiği toplu mücadelenin kapitalizme alternatif olabilecek sosyalizmi işaret ettiğini belirterek, bu varsayımlara karşı çıkmıştır.
Bugün bu görüş pek ilgi görmüyor, genellikle olumsuz karşılanıyor. Ancak Marx’a yapılan eleştiriler genellikle hedefini bulmuyor. Bu durum, özellikle sınıf kavramını ‘sağduyu’ ile reddedenler veya sınıf kavramını toplumsal tabakalaşma ile aynı şey olarak gören ve toplumu gelir, statü, meslek ya da tüketim örüntüleri temelinde ayıran sosyolojik bakış açıları için geçerlidir. Sorulan şudur: “Üniversite eğitimi almış öğretmen ile, bir fabrika işçisi ya da asgari ücret alan bir mağaza çalışanı arasındaki ortak şey ne olabilir ki?”
Yukarıdakiler ve diğer farklılıklar açısından bakıldığında, eski sınıf mücadelesi tiplerinin politik açıdan bugün geçmişe göre daha az geçerli görünür. Hatta, denir, toplumsal yapı öylesine karmaşıklaşmıştır ki, sınıf kavramı güncelliğini yitirmiştir. Fakat işgücü içindeki farklılıkların bu şekilde tek taraflı vurgulanması, ancak toplumsal tabakalaşmayı kapsamlı sömürü süreçlerinden ayrı olarak görünce taktirde anlamlı olabilir. Buna karşılık Marx, kapitalizmin karmaşık sömürü sürecinin üretim güçleri arasında yarattığı çok sayıdaki farklılığın yanı sıra, gelir, meslek, statü gibi farklılıkları enlemesine kesen ortak ilişkileri de gösterir. Sınıfı sınıf yapan bu ortak ilişkilerdir. Marx’ın sömürü modeli Marksistleri, işçi sınıfı içindeki farklılıkları görmezden gelmeye değil, tam tersine bu farklı gruplar arasındaki dayanışmanın temeline yönlendirir.
Marx’ın Yöntemi
Marx’ın ‘sınıfı’ ele alış biçimi, tarihsel bir bakışla daha iyi anlaşılır. Ona göre, her ne kadar insanı pek çok kıstasla hayvandan ayırsak da, atalarımız aslında ‘ihtiyaçlarını karşılamak için doğayı dönüştürmek amacıyla sergiledikleri toplumsal ve maksatlı faaliyetlerle’ kendilerini doğal dünyadan koparmıştır. Bu sürecin kilit dönemi, 8.000 ila 10.000 yıl önceki insan topluluklarının, doğadan bulduklarıyla yaşama şeklindeki eski yaşam alışkanlıklarını terk ederek toprağı işlemeye başladıkları çağ olan Neolotik Devrim’di.
Kendilerini toprağı işleyenler olarak yeniden yaratmaları, insanlara ilk defa sistematik olarak ihtiyacından fazlasını üretme ve artı ürünü başka amaçlar için kullanma olanağı verdi (örneğin, ihtiyaç fazlası buğdayın kötü hasat ihtimaline karşı korunması). Bu durum yeni bir sosyal sorun yarattı: “Artı ürünü kim kontrol edecekti?”. Uzun bir geçiş döneminden sonra, küçük azınlıkların, tüm toplumun ürettiği artı ürünün kontrolünü eline geçirmesiyle sınıflar (ve devlet düşüncesi ve kadınlara yönelik baskı) belirginleşti.
Bu bakış açısıyla sınıf, insanlık tarihinin evrensel bir özelliği değildir; bir grubun diğerleri tarafından üretilen artığın kontrolünü ele geçirdikleri özel bir ilişkinin ortaya çıkışına dayanan belirli bir tarihsel kökene sahiptir.
Sınıf kavramını açıklamaya bu açıdan yaklaşmanın üç güçlü yönü var. Birincisi, Marx’a, egemen sınıfın artığı üreticinin elinden hangi yöntemlerle aldığını araştırarak, tarihi bunun üzerinden dönemlere ayırma olanağı sağlamıştır. Örneğin, feodal toprak ağasının köylüyü sömürme yöntemiyle, kapitalistin ücretli işçiyi sömürme yöntemi farklıdır ve bunlar bu iki dönemde farklı toplumsal çelişkiler yaratmıştır.
İkincisi, bu model, sınıfın kökenine işaret ederek, ortadan kalkabilmesi için gerekli koşullara ışık tutar: Herkesin yararlanabileceği kadar çok değil, fakat bir elite ayrıcalık sağlayacak kadar artığın olduğu durumda sınıflar belirmeye başladığında aslında bu artığın herkesin yararlanabileceği düzeye çıkması ve buna bağlı olarak sınıfsal bölünmenin üstesinden gelinmesi olasılığı da doğmuştur. Marx bunu olanaklı hale getirenin kapitalizm olduğunu gösterir.
Üçüncüsü, Marx, artığın üretilmesini sınıf modelinin merkezine koyarak, kapitalist ekonomideki çok çeşitli rollere içkin ilişkileri göz önüne sermiştir.
Marx’ın kapitalist sınıf ilişkileri kavramı, ancak Marx’ın dinamik sermaye birikimi çerçevesinde anlamını bulur. Ne zaman ki doğrudan üretici (köylülük) kendi toprağı üzerindeki kontrolünü yitirmiş ve yaşayabilmek için işgücünü emek pazarında satarak ‘proleter’olmuştur, işte o zaman yeni ve dinamik bir üretim şekli olarak kapitalizm ortaya çıkmıştır. Toplumsal ilişkilerdeki bu değişim son derece önemlidir çünkü kapitalizmin, tarihin tanık olduğu en dinamik ve kontrol dışı (Marx’ın deyişiyle ‘yabancılaşmış’) toplumsal sistem olmasının koşullarını yaratmıştır.
Köylü Üretimi
Köylü üretimindeki göreli istikrar, üreticinin toprak üzerindeki etkin kontrolünden kaynaklanmaktaydı. Toprak ağasına vergi olarak verilen belirli bir miktarın dışındaki mahsul kendi tüketimine yönelikti; ayrıca az bir miktarı da takas veya pazarda değiş tokuş içindi.
Buna karşılık ücretli işçilik, emekçiyi nerede iş bulursa orada çalışmaya zorlayan bir temele dayanıyordu. Ücretli işçiliğin bu özelliği, kapitalistin işgücünün yerini istediği gibi değiştirmesine, az kâr eden sektörden çok kâr eden sektöre aktarmasına olanak sağlar (bu, bir iş kolu kapanırken, diğer bir diğerinin büyümeye başlamasıyla olur). Dahası, üretimin pazar için olması, kapitalist üzerinde yeni mallar üretme baskısı yaratır. Bu da, işgücünün en verimli üretim alanlarına kaydırılması demektir. Dolayısıyla ücretli emek, kapitalizm altında emek üretkenliğinin artma eğiliminin temelini oluşturur.
Marx, ücretli emek ile kapitalist sistemin dinamizmi arasındaki ilişkiyi çok incelemiş olmakla birlikte, sınıf kavramını açıklamaya başladığı Kapital’in üçüncü cildini bitirememiştir. Buna rağmen bize, kendisinin sınıf anlayışını yeniden yapılandırabileceğimiz yeterli miktarda malzeme bırakmıştır.
Bu yönde önemli bir çaba Lenin’inkidir. Lenin, sınıfı bir ilişki olarak tanımlamıştır: İşçiler çalışma kapasitelerini satarken, kapitalistler bu kapasiteyi satın alır. Bu yaklaşımın en güçlü yanı, görünürde birbirinden farklı olan işlerin benzerliğini ortaya koymasıdır.
Ne var ki, bu model tam olarak tatmin edici değildir. Örneğin, modern kapitalizm üst düzey yöneticiler aracılığıyla işlerini yürütür; onlar da işçiler gibi çalışma kapasitelerini satar, fakat işçilerin aksine sömürülmezler; aksine, başkalarının sömürülmesinde önemli bir rol oynarlar. Ayrıca, yaşam koşulları hem üstlerindeki kapitalistlerle hem altlarındaki işçilerle örtüşen gruplar da vardır (orta kademe yöneticiler ya da bazı özel uzmanlığı olan kişiler). Emek sömürüsünün devamını sağlayan fakat aynı zamanda kendileri de baskıya maruz kalan bu “yeni orta sınıf”ın varlığı, kapitalist işgücü süreçlerinin artan karmaşıklığını yansıtır.
Marx’ın sınıf teorisini sömürünün gelişen ve karmaşık sosyal süreci bağlamında yeniden yapılandırma çalışmalarının en kapsamlı ve derinlikli olanı Geoffrey de Ste Croix’nın Antik Yunan Dünyası’nda Sınıf Mücadeleleri (Class Struggles in the Ancient Greek World) kitabıdır. Ste Croix’ya göre “sınıf (aslen bir ilişki olarak), sömürü olgusunun kolektif toplumsal ifadesidir, sömürünün toplumsal yapılarda şekil bulmasıdır. Bir sınıf… bir toplumda, tüm sosyal üretim sistemi içindeki konumları tarafından tanımlanan bir insan grubudur”.
Sömürü
Sınıfı karmaşık bir sömürü süreci çerçevesinde, kapitalizmi de benzersiz ölçüde dinamik bir üretim biçimi olarak ele aldığımızda, işgücü verimliliğindeki artışların işçi sınıfının yapısında sürekli bir değişime nasıl yol açtığını anlamaya başlayabiliriz.
Bu durum, örneğin, İngiltere’nin sanayi sektöründe görülmüştür. İngiltere sanayi işçileri bir zamanlar sahip oldukları toplumsal ağırlığa artık sahip değilse de, sektördeki işgücü sayısının azalmasına rağmen işgücü verimliliğindeki artış, sektörün 2007’de tarihinin en yüksek üretim düzeyine ulaşmasına neden olmuştur. Bu durum, mutlak sayılarındaki azalışa rağmen işçilerin nesnel olarak daha ‘güçlü’ hale gelebileceklerini gösterir. Fakat aynı zamanda, yeni teknolojilerin devreye girmesiyle modern sanayi işçilerinin çok farklı becerilere sahip olmaları gerektiğini gösterir.
Bu değişimlerin bir sonucu, bugünkü işçilerin geçmişteki işçilerden çok farklı düzeyde eğitime sahip olmalarıdır. Geçmişte eğitim elitlerin sahip olduğu bir şeyken, bugün temel eğitim (okuma-yazma, genel matematik ve hatta artan üniversite eğitimi) hemen her iş için önkoşul haline gelmiştir. Bu sürecin iki sonucu olmuştur.
Birincisi, işçiler tarihte hiç olmadıkları kadar çok eğitimli; hatta modern işçiler, geçmişteki yöneten sınıfların birçoğundan daha eğitimli ve bu, onların toplumun demokratik yönetimini ele geçirmeye hazırlanmalarına yardım eder.
İkincisi, eğitim sistemine kapitalist sermaye birikimi süreci açısından bakmak, eğitimciler ile diğer işçiler arasındaki ilişkinin anlaşılmasını sağlar. Sanayinin eğitimli işçiye ihtiyacı olduğu için eğitimciye ihtiyacı vardır. Dahası, kitle eğitimi (özünde) gelecek kuşak işçilerin üretilmesi için tasarlanan bir süreç olduğu için; geçmişte elitlere, yönetmek için gerekli olan özgüven ve yeteneğin verildiği eğitimden hem kalitesi hem de işlevi açısından ayrılmaktadır.
Bugün öğretmenlerin çoğunluğu, üretim sürecine eğitimli işçiler yetiştirir ve bunu, diğer işçiler gibi emek güçlerini satan ücretli emekçiler olarak yaparlar. Bu, her geçen gün diğer işkollarındaki işçilerle aynılaştıkları bir yaşam deneyimi yaratmaktadır: Daha az maliyetle çok daha fazla sayıda öğrenci eğiterek verimliliklerini artırma yönünde baskı altındadırlar.
Benzer bir durum kamu hizmeti ve sağlık sistemleri için de geçerlidir. Kapitalist bakış açısıyla eğitimli işçiler (kapitalizm açısından) pahalı kaynaklardır; hastalık ya da başka nedenlerle işgücü pazarından çekilmeleri israftır. Bu nedenle, aynı eğitim sistemi gibi, sağlık ve kamu hizmeti sistemleri de en iyi, sömürü süreci açısından temel gereklilikler olarak anlaşılabilir. Dolayısıyla, hemşireler, kamu görevlileri, sosyal güvenlik memurları, sermaye birikimi sürecini sürdürmekte oynadıkları işlev nedeniyle işçi sınıfının bir parçası olarak görülmelidir.
Bu, sağlık ve eğitim sistemlerinin yalnızca sermayenin ihtiyaçlarına indirgenebileceği anlamına gelmez. Sosyal hareketlerin talepleri ve basıncı sonucunda bu sistemlerin, sermayenin dar görüşlü kâr artırma amacından daha fazlasını gerçekleştirdiği açıktır. Yine de bu yapılar sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıktığı için, bu sektörlerde çalışanların büyük çoğunluğunun Marx’ın dediği gibi “kolektif işgücü”nün bir parçası olarak algılanması gerekir.
Ortak Çıkarlar
Bu bakış açısını genelleştirirsek, yaptıkları işlerin çeşitliliği, ücretlerindeki farklılıklar ve toplumdaki statülerinin karmaşıklığına rağmen, bütün emekçilerin daha çok üretme baskısı altında olduğu ve sömürülen toplumsal emeğin bir parçası olduğu anlaşılır. Tüm sömürüyü ortadan kaldıran demokratik bir alternatif için sermaye karşısında kolektif olarak direnmek işçi sınıfının tümünün ortak çıkarıdır.
Bunun karşısında, sömürü sürecinin en tepesinde, etrafları sömürü sisteminin devam edebilmesi için çalışan üst düzey yöneticiler, yargı sistemi, polis, ordu v.s. ile sarılmış olanlar kapitalistlerdir. Kapitalistler sömürü sürecini kontrol etse de, pazar için üretim, onların da işçiler gibi yabancılaşmasına yol açar; çünkü rakip kapitalistler arasındaki gözü dönmüş rekabet sistemi üzerinde onların da tam bir kontrolü yoktur.
Kapitalizm herkesin yabancılaşmasına neden olmakla birlikte; kapitalistler sömürü sisteminin kontrolünden yalnızca kâr etmez, aynı zamanda sistemin yarattığı yabancılaşma sürecini bir özgürleşme ve kendini gerçekleştirme deneyimi olarak görür. Emekçilerin yabancılaşma deneyimi ise tam tersine aşağılanma ve özgüven kaybı şeklini alır.
Bu farklılıklar çelişkili bir ilişki yaratır. Bu, kapitalizmin yalnızca sınıf farklılıkları şeklinde değil, daha da önemlisi bir sınıf mücadelesi olarak ele alınması gerektiğini gösterir. Sosyal bir süreç olarak sömürü farklı iş gruplarında çalışanlar arasında nesnel bir bağlantı yaratırken, aynı zamanda sistemin düzenli çalışmasını sağlayanlar ve kapitalistlerle de -Buharin bunları “kolektif sömürücüler” diye adlandırır- çelişkili bir ilişki yaratır.
Kapitalist sistemin yüreğinde, kökü sömürü ilişkilerinde yatan sınıf mücadelesinin bulunduğunu gördüğümüzde, işçi sınıfının kapitalist sistemde benzersiz bir gücü olduğunu anlarız. Bu sistem, emeğin sömürüsü üzerine kurulduğu için, emekçiler de sistemi yerle bir edecek güce sahiptir.
Neden işçi sınıfı?
Marksistler antikapitalistlerin işçi sınıfına yönelmesini bu nedenle savunur. Bizler işçilerin birer melek olduğu yanılgısında değiliz, ama onların sermayenin kâr akışını durduracak stratejik güce sahip olduğunu biliyoruz. Bütün toplumsal artığın üretimi ve dağıtımı üzerinde, yabancılaşmış pazar ilişkilerine karşı, demokratik kontrol alternatifi olanağını ortaya çıkaran işte bu kolektif güçtür ve bu alternatifin adı sosyalizmdir.
İşçilerin kapitalizmin kökünü kazıyabilmek için gerekli kolektif örgütlenmeyi geliştirebilmek için aralarındaki bölünmeleri aşmaları gerekir. Fakat yalnızca farklı formlardaki sınıfsal tabakalaşmanın değil, aynı zamanda farklı bakış yollarıyla (ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi) işçi sınıfı içinde oluşan bölünmelerin de üstesinden gelmek zorundadırlar.
Oysa günümüz kültür ve sınıf teorisyenleri, ezilen gruplar arasındaki farklılıklara odaklanıp aralarındaki ortaklığı gözden kaçırıyor. Bu grupların üyelerinin, öyle ya da böyle, kapitalist sömürü sürecine entegre olduklarını kabul edersek, evrensel özgürlük için gerekli temel bakış açısını edinmeye başlamış oluruz.
Bizim için sömürülenler arasında bir fark yoktur; baskı altındaki tüm grupların, yedekteki işsiz emekçi ordusunun, evinde ücretsiz çalışan, çocuklarına bakan insanların da işçi sınıfının bir parçası olduğunu savunuruz.
Bu perspektifle bakıldığında, işçi sınıfının dayanışma mücadelesi, kendi içinde çatışma yaratan tüm baskı biçimlerine (ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi) sürekli olarak karşı koyması ile mümkündür. Bu nedenle Lenin, sosyalistlerin sendika liderleri olarak değil, “ezilenlerin savunucuları” olarak öne çıkmalarında ısrar etmiştir. Marx da modern işçi sınıfını “evrensel sınıf” diye adlandırmıştır. Marx işçi sınıfının özgürlüğünü kazanabilmesi için gerçek demokrasi adına birlikte mücadele etmeleri gerektiğini söylemiştir. Ona göre işçi sınıfının kurtuluşu kapitalizme karşı verilen mücadele olsa da, gerçek kurtuluş ancak tüm insanlığın kurtuluşu ile mümkün olacaktır.
Paul Blackledge’in yeni kitabı Marksizm ve Etik bu yıl ilkbaharda yayımlanacak.