Asuman Türkün
Sanayisizleşmenin ve tüketime dayalı bir gelişmenin yaşandığı kentlerde, 1990’lı yıllardan itibaren “yeni kent politikası”nın en önemli unsuru olarak “kentsel dönüşüm” olgusu gündeme geldi. Kentsel mekânın kendisi en önemli sermaye birikim aracı haline gelmiş durumda. Çoğu zaman gerçek ve acil ihtiyaçlar nedeniyle değil, sermayeye yeni yatırım ve birikim imkanları yaratmak üzere kentin rant potansiyeli yüksek bölgelerinde ciddi bir dönüşüm baskısı yaşanıyor.
Kent toprağının “en iyi kullanımı” ve “en fazla rant getirisi” üzerine inşa edilen bu mekânsal politikalar, meşruiyetini bu dönüşümlerin yeni yatırım alanları yaratarak ekonomik getirileri artıracağı ve işgücü yaratacağı, toplumun tüm kesimlerinin yararına sonuçlar doğuracağı; özellikle tarihî merkezde öngörülen dönüşümlerin bu alanların korunmasına ve sürdürülmesine imkân sağlayacağı gerekçesine dayandırıyor. Oysa, bütün bu dönüşüm girişimlerinde sosyal, ekonomik ve çevresel koşullar açısından sürdürülebilir çözümler üretilmesinde ve özellikle dar gelirli kesimlerin barınma koşullarının iyileştirilmesinde ciddi bir başarısızlığın olduğu; bu uygulamaların hemen hepsinde, bu kesimlerin tahliyesi ya da yerinden edilmesi gündeme geliyor. Uygulamaya konan büyük kentsel projeler ise kentin sosyo-mekânsal yapısında önemli değişikliklere yol açıyor ve kentlerde yeni toplumsal ayrışma ve dışlanma biçimleri yaratıyor.
Dönüşüm baskısı
İstanbul gibi ciddi rant potansiyeline sahip bir kentte bu dönüşüm politikalarının önem kazanması şaşırtıcı değil. İstanbul’un bir “kültür ve turizm merkezi” kimliğinin yanı sıra ulusal ve küresel sermayenin finans, yönetim ve denetim işlevlerinin yoğunlaştığı ve her türlü nitelikli hizmetin sağlanabildiği bir dünya kenti olması hedefleniyor. Bu çerçevede kent, büyük ulusal ve uluslararası yatırımların odak noktası olmuş ve kent toprağının artan değeri kentteki dönüşüm baskısını arttırmıştır.
Bugün kent içi arsa talebini karşılamak üzere yeni alanların açılmasının sınırlarına gelinmiştir. Bazı yerleşik konut alanlarının yıkılıp yeniden yapılması ya da soylulaştırılarak kullanıcılarının değiştirilmesi ve birkaç “round” el değiştirmeler sonucunda rantların en üst seviyeye ulaştırılabilmesi bir imkân olarak görülmektedir. Özellikle rantı artmış alanlara yakın gecekondu bölgeleri, tarihsel dokuya sahip yıpranmış konut alanları, gecekondu önleme bölgesi veya sosyal konut olarak geliştirilmiş düşük yoğunluklu bölgeler dönüşüm projeleri içinde öncelikli olarak yer alıyor. Bu alanların dönüştürülmesi için, “deprem, yasadışı yerleşim, düşük nitelikli konut ve çevre, bozulan tarihsel konut dokusu ve doğal alanlar için tehdit” gibi gerekçeler sunuluyor.
Kentsel mekânının insanlar için yaşanabilir ve paylaşılabilir bir “toplumsal tüketim” ve “üretim” alanı olması ile bir “birikim” aracı olması arasındaki gerilim kapitalist kentin oluşumundan beri hep görülüyor. Ancak neoliberal politikaların hakim olduğu 1990’lar sonrası dönemde bu ikinci öncelik kent mekânının “değişim değeri” üzerinden yeniden yapılanmasının da belirleyicisi oldu. Kentli nüfusun yaşam kalitesini arttırıcı zorunlu dönüşümler yerini güçsüz ve dezavantajlı toplumsal sınıfları kent mekânında yeniden ayrıştıran ve kentlerde oluşan rantların bölüşümünü büyük sermaye lehine düzenleyen politikalara bıraktı.
“Daha az kutsal”
Dönüşümü hedeflenen kentsel mekânlarda farklı tarihsel özellikleri nedeniyle farklı yöntemler kullanılıyor. Bu yöntemler vatandaşlar arasında mülkiyet hakları açısından ciddi bir ayrımcılığa yol açıyor; bazılarının mülkiyeti “daha az kutsal” kabul ediliyor. Bazı dönüşüm biçimleri mülk sahiplerinin artan rantlardan pay almasına yol açarken, diğerlerinde tepeden verilen dönüşüm kararları buralarda yaşayanları önlerine konan seçeneklere razı olmaya zorluyor ve yüksek oranlarda mülksüzleşme ya da yoksullaşma yaşanıyor. Bu dönüşümler mülk sahipliği ya da hak sahipliği üzerinden kurgulanıyor ve banka borçlarını ödeme kapasitesine bağlı olarak kentsel mekân yeniden şekilleniyor.
Dönüşümün çok zaman serbest piyasanın işleyişine bırakıldığını görüyoruz. Cihangir, Galata ve Tophane bunun örnekleri. İkinci bir dönüşüm biçimi, Fikirtepe gibi merkezî konumu nedeniyle serbest piyasa aktörlerinin ilgisini çeken alanlarda ortaya çıkıyor. Bu alanlarda imar hakları yükseltilmekte ve yine piyasa içinde dönüşümleri sağlanmaya çalışılmakta. Kentsel dönüşüm yasasının çıkmasıyla birlikte Etiler, Levent gibi kentin merkezî alanlarında yer alan ve arazi değeri yükselmiş 40-50 yıllık sosyal konut veya kooperatif alanlarında da deprem odaklı bir dönüşüm bekleniyor. Bu tür dönüşümlerde mülk sahiplerinin yapılan pazarlıklarda kısmen söz sahibi olması ve artması beklenen rantlardan bir pay alması ya da en azından mülklerini korumaları mümkün olmakta.
Üçüncü tür dönüşüm ise piyasa içinde dönüşümü “kilitlenmiş” alanlarda gerçekleşiyor. Bu alanların plan ve proje kararlarıyla “dönüşüm/yenileme alanı” ilan edildiği ve çıkarılan yasaların yardımıyla dönüştürülmelerinin hedeflendiği görülüyor. Tarihî konut dokusunun bulunduğu Tarlabaşı, Fener-Balat ve Sulukule, tepeden verilmiş kararlar sonucu dönüşümün örnekleri. Bu alanlardaki bina tipolojisi ve yaşayanların ekonomik güçleri rantın istenildiği ölçüde artmasına imkân vermiyor; dolayısıyla, binaların yıkılarak birleştirilmesi ve daha büyük kentsel projeler için hazırlanması söz konusu.
Bu tür dönüşümün bir başka önemli örneğini de rant potansiyeli yüksek gecekondu alanları ve gecekondu önleme bölgeleri oluşturuyor. Bu konut alanlarının “kentsel dönüşüm alanı” ilan edilerek yıkılması ve buralarda yaşayanların TOKİ’nin dar gelirliler için inşa ettiği toplu konut alanlarına borçlandırılarak yerleştirilmeleri gündeme geliyor. Bu uygulamalarda kullanılan yöntem hemen her yerde aynı: Tasfiye edilmek istenen mahalledeki bina veya konutlara “enkaz bedeli” üzerinden bir fiyat biçilmekte, yeni yapılanlar ise Bayındırlık Bakanlığı fiyatlarıyla değerlendirilmekte. Aradaki farkın 20 yıllık bir ödeme planıyla “hak sahipleri” tarafından ödenmesi bekleniyor. Burada kişilere üç seçenek sunuluyor: ya binalarını belirlenen fiyatlara satıp gidecekler, ya kendi mahallelerinde yapılacak olan daha lüks konutların yüksek bedelini borçlanma yoluyla ödeyecekler, ya da kendi mahallelerinden farklı bir yerde yapılan ve daha uygun fiyatlı TOKİ konutlarına yine borçlanarak geçecekler. Bu üç seçeneğin de bu mahallelerde yaşayanlar için ciddi bir çözümsüzlüğe yol açtığı açık.
Toplumsal içerik
Kentsel dönüşüm proje ve uygulamaları, ilgili alanlardaki kentsel ve toplumsal sorunları çözme iddiası ile başlatılıyor. Bu iddia, hem kentlerin planlı ve düzenli bir biçimde gelişmesini ve kentsel yaşam kalitesinin arttırılmasını, hem de özellikle dar gelirlilerin barınma sorununu çözmeyi içeriyor. Öte yandan, dönüştürülmesi planlanan alanların hangi ekonomik ve toplumsal dinamikler bağlamında geliştiği ve bu alanlarda yaşayanların içinde bulunduğu koşullar gerçekçi bir biçimde analiz edilmeden birtakım “dönüşüm modelleri” geliştirilmekte ve bunların mevcut sorunları gerçekten çözüp çözemeyeceği tartışma dışı kalmaktadır. Buradaki en önemli problem kentsel dönüşüm uygulaması yapılması planlanan alanlarda yaşayanlarla ilgili yeterli bilgi olmaması ya da mevcut gerçekliğin gözardı edilmesi. Hem Sulukule’de hem de Ayazma ve Tepeüstü’nde dönüşüm öncesi yapılan araştırmalar dönüşümün yaratacağı mağduriyetleri açıkça göstermesine rağmen, bunun hiç hesaba katılmadığı anlaşılıyor. Bütün bu uygulamalarda kentsel alanlar “soyut mekânlar” olarak sadece fiziksel ve lokasyon özellikleri açısından ele alınmakta ve toplumsal içeriğinden ve tarihsel gelişim dinamiklerinden tümüyle soyutlanmakta. Dolayısıyla kentsel dönüşüm projelerinde, söz konusu dönüşüm alanı piyasa değeri ve rant potansiyeline, dönüşüme uğrayacak mahallelerde yaşayanlar ise ödeme güçlerine göre sınıflanmış kategorilere indirgenerek tartışılmakta ve yıllar içinde geliştirilmiş olan toplumsal ilişkiler, mekânsal ihtiyaçlar ve bunların yaşamsal önemi gözardı edilmekte. Dönüşüme uğrayan alanlardan tahliye edilenlerin konut için yapabilecekleri ödemeler konusunda da gerçekçi olmayan varsayımlar yapılmakta.
Dönüşüm baskısı
Bu tür kaygılarla İstanbul’da altı dönüşüm bölgesinde kapsamlı bir araştırma yapılmış ve durumun ortaya konması hedeflenmiştir[1]. Genellikle ekonomik temelli yeni kent politikalarının sosyal politikaları zayıflattığı hipotezinden hareket eden bu araştırma, kent içinde artması beklenen sosyo-mekânsal ayrışmaların kentlilerin geleceğini nasıl etkileyeceğini ve ne tür yeni sorunlar yaratabileceğini tartışmaya açmaktadır.
Bu bağlamda araştırma, mekâna yukarıdan yapılan müdahalelerin hem uygulanma süreçlerini hem de sonuçlarını ele almayı, ama özellikle dönüşüm baskısı altındaki mahallelerde yaşayanlarla ilgili kapsamlı bilgi toplamayı hedeflemektedir. Bu alanlarda yaşayanların gelir durumları, donanımları, durumlarını iyileştirme kapasiteleri ve çalışma koşullarının yanı sıra, kente yerleşme hikâyeleri ve kentte varolma stratejileri ortaya konmaya çalışılmıştır. Ayrıca, bu kişilerin dönüşümlerden nasıl etkilecekleri ve farklı seçenekleri olup olmadığı araştırılmıştır. Bu mahallelerde yaşayanların kente ve şu anda yaşadıkları mahallelere yerleşme deneyimleri İstanbul’un kentleşme tarihine ve farklı dönemlerde uygulanan sanayi ve konut politikalarına ışık tutmakta; aynı zamanda bugün “işgalci” ya da “yok” sayılarak kentsel dönüşüm uygulamalarının mağdurları haline gelen toplumsal kesimlerin haklarına işaret etmektedir.
Araştırma kapsamında incelenen altı mahallenin ortak özelliklerinden en önemlisi dar gelirli kesimlerin konut alanları olmalarıdır. Mahallelerin üçü 1970’li ve 1980’li yıllarda gelişmiş gecekondu mahalleleridir. Başıbüyük (Maltepe), Derbent (Sarıyer) ve Aydınlı (Tuzla) sosyal, mekânsal ve kültürel özellikleriyle birbirlerinden farklılaşan üç gecekondu bölgesidir. Başıbüyük ve Derbent, aşırı değerlenen kent toprağına yeni yatırım ve yapılaşma baskısıyla kentsel dönüşüme konu olmaktadır. Aydınlı’daki en önemli gelişme ise Tuzla’da kurulan organize sanayi bölgeleri ve bunu takiben gecekondu ve apartman biçimindeki konut yapılaşmasıdır. Bu mahalle TOKİ’nin dar gelirli kesimler için inşa ettiği toplu konut alanları ve lüks konut siteleri ile çevrilmiş durumdadır.
Diğer üç mahalleden birincisi, kentsel sit alanında yer alan Tarlabaşı semtinde yenileme alanı ilan edilen dokuz adayı kapsamaktadır. Dar gelirli kesimler açısından gecekondu yapımı dışında bir başka seçenek de kentin merkezî alanlarındaki yıpranmış konut alanlarına kiracı olarak yerleşmektir. 1990’lara kadar geçici bir barınma olanağı sağlayan bu alanlar giderek kalıcı bir nitelik kazanmış ve kent yoksulluğunun yığıldığı alanlara dönüşmüştür. Araştırma yaptığımız bu bölgede yaşayanların %64’ü kiracıdır. Tarihî konut dokusunun olduğu bu bölgede yapılacak yıkımlar, getirilen yeni işlevler, mahalle halkının tahliyesi ve mülk sahiplerine yönelik hukuksuz uygulamalar ciddi bir muhalefete yol açmış olsa da, bugün bölgede dönüşüm uygulaması başlamış durumdadır.
Mahallelerden bir diğeri olan Tozkoparan (Güngören) gecekondu önleme bölgesi uygulamalarına örnek teşkil eder. 1960’lardan sonra gecekondu önleme bölgesi uygulamaları ve işçi kooperatifleri İstanbul’da sınırlı da olsa dar gelirli kesimler için bir konut seçeneği olabilmiştir. Bu mahalle 1960’ların sonlarına doğru yerleşime açılmış ve bu dönemde kent içindeki yıkımlarda evlerini kaybetmiş ya da gecekonduda yaşamakta olan dar gelirli kesimler borçlandırılarak mahalleye yerleştirilmiştir.
Buradaki dönüşüm, binaların yıpranması ve depreme dayanıksızlık üzerinden meşrulaştırılırken, mahallede yaşayanların TOKİ’nin yaptığı yüksek yoğunluklu toplu konutlara taşınması hedeflenmektedir.
Son mahalle ise TOKİ’nin yaptığı toplu konutların yoğun olarak yer aldığı Bezirganbahçe’dir (Küçükçekmece). İstanbul’daki kentsel dönüşüm uygulamalarının ilk örneklerini teşkil eden Ayazma ve Tepeüstü’nden ayrılmak zorunda kalanlar bu alana yerleştirilmiştir.
Mülksüzleşme süreci
Araştırma sonuçları, ekonomik ve toplumsal gerçeklikler göz önüne alınmadan yapılan uygulamaların başarı şansı olmadığını gösteriyor. Sulukule, Bezirganbahçe gibi çokça tartışılan TOKİ projelerinde bu durum açıkça görülüyor. İlk kentsel dönüşüm uygulamalarının en güçsüz ve en dar gelirli toplumsal kesimlerin konut alanlarında yapıldığı ve kişilerin gönderildikleri yerlerde tutunamayarak kente kiracı olarak geri döndükleri biliniyor. Yani bir “mülksüzleşme” süreci yaşanıyor. Bezirganbahçe’ye yerleştirilen 1400 aileden yarısına yakını evlerini kaybetmiş durumda. Sulukule’den Taşoluk’taki TOKİ konutlarına gönderilen ailelerden sadece iki tanesi burada kalmaya direnebiliyor.
Dönüştürülmesi hedeflenen mahallelerde yıllar içinde gelişmiş sosyal ilişkiler ve yardımlaşma ağları, yaşamı kolaylaştıran ve günlük yaşamın pahasını azaltan unsurlardır. Bu mahallelerde kira ödemeyerek ya da düşük kiralarla yaşam stratejilerini geliştirmiş aileler açısından, yeni konutlarda para ödemek zorunda kalınması, ulaşım maliyetlerinin artması ve yakıt ve aidat paralarının eklenmesi ciddi bir ödeme güçlüğüne yol açıyor. Çok sınırlı kaynaklarla yaşamlarını sürdüren kesimler için çoğunlukla bu paraları ödemek imkânsız haoluyor. Özellikle iş kayıplarının yaşandığı kriz dönemlerinde bu durum çok daha ağır yaşanıyor.
Banka borçlarını ödemeye devam ederek bu konut alanlarında kalmaya direnenler ise ciddi bir “yoksullaşma” ile karşı karşıya kalmakta ve pahasını eğitim alamayan, genç yaşta çalışmaya başlayan genç nesiller ödemekte… Bezirganbahçe bugün saha araştırması yaptığımız mahalleler içinde en düşük eğitim düzeyine sahip bireylere ve en düşük hane gelirlerine sahip mahalle olarak öne çıkıyor. Bunun yanı sıra, bu dönüşüm uygulamalarında tek tip bir model olarak geliştirilen ve çoğunlukla TOKİ tarafından gerçekleştirilen toplu konut uygulamaları, hem inşaat kalitesi ve mimari özellikleri hem de sunduğu yaşam kalitesi açısından ciddi sorunlara sahip.
Kentlerde toplumsal yaşamın evrimine bakıldığında, konuta erişimden çalışma imkânlarına kadar hayatın pek çok alanının enformel ilişkilerle sürdürüldüğü bilinmektedir. Konuta erişimde borçlanmalar enformel alanda idare edilebilir durumdadır; oysa kentsel dönüşüm her durumda bankaya borçlanmayı dayatmaktadır. Banka gibi formel kanallar yoluyla borçlanma, iş güvencesi olmayan kesimler açısından sürdürülebilir olmaktan uzaktır. Dışardan bakıldığında kira düzeyinde olduğu söylenen bu borç yükünün neden ödenemediği anlaşılamazken, içerden bakıldığında her ailenin öznel hikâyesinde yirmi yıllık dönem içinde borcun ödenemediği bir üç ay olacaktır.
Gerçekçi ve adaletli bir barınma hakkı
Devletin sağladığı sosyal güvencenin çok sınırlı olduğu ve yaşam stratejilerinin bu koşullara göre uyarlandığı bir kent yaşamında, konut alanının kentsel dönüşüm projeleri ile formel bir çerçeveye oturulabilmesi, diğer koşullarda bir değişim olmadığı sürece neredeyse imkânsızdır. Özellikle çalışma imkânlarının daha sınırlı, işsizliğin ve güvencesizliğin çok daha fazla olduğu bu dönemde bu dönüşüm uygulamaları bu mahallelerde yaşayanlar açısından ciddi bir çözümsüzlük yaratacaktır.
Araştırmamızın bulguları benzer olumsuz gelişmelerin dar gelirli toplumsal kesimlerin yaşadığı bütün dönüşüm alanlarında yaşanacağını açıkça göstermektedir. Konut sorunu dar gelirli kesimlerin sorunudur; bu kesimlerin barınma sorununu çözmek bütün dünyada en önemli gündem maddelerinden biri haline gelmiş, hem uluslararası kuruluşlar, hem de devletler bu konuda çözüm oluşturabilecek farklı politika önerilerini tartışmaya başlamıştır. Barınma sorununun çözümü için uygulanan mevcut politikaların başarısız olduğu kabul edilmektedir.
Yaşanan ödeme güçlükleri ve mağduriyetler karşısında, plandışı gelişmiş konut alanlarını yıkmak yerine farklı çözümlerle iyileştirmek ve kamu kaynaklarını devreye sokmak daha başarılı görülen bir uygulama biçimidir. Bu konu sadece basit bir fiziksel yenileme, insanları başka alanlara taşıma ve borçlandırma meselesi olmaktan çok uzaktır. Gerçekçi ve adaletli bir “barınma hakkı”ndan söz ediyorsak, toplumsal gerçekliğin bütün boyutlarıyla yüzleşmek gerekmektedir.
[1] TÜBİTAK tarafından desteklenen “İstanbul’da Eski Kent Merkezleri ve Gecekondu Mahallelerinde Kentsel Dönüşüm ve Sosyo-Mekânsal Değişim” adlı araştırma projesi, Haziran 2008-Ekim 2010.