Bülent Somay
“Ayrımcılık” kelimesini kullandığımızda, daha baştan bir açmazla karşılaşırız: “Fark” zaten varolan, aslında varolmasında hayır olan bir şey değil midir? Birbirimizden farklıyız, iyi ki de öyleyiz; ya birörnek, birbirinden farksız, rengi, biçimi, inancı ve yaşantısı aynı bir kalabalık olsaydık?
Ancak işin bir de öbür yönü var: Fark her zaman farktan ibaret değil, mutlaka yanında bir hiyerarşik ilişkiyi, bir iktidar ilişkisini de taşıyarak geliyor. Dolayısıyla farka evet demek, aslında insanlık kültürünün binyıllar boyunca yarattığı hiyerarşi ve iktidar ilişkilerine de boyun eğmek anlamına gelebilir.
Hem farkı olumlayıp hem de farktan türeyen ayrımcılığa (yani farklı birimler arasındaki iktidar ve hiyerarşi ilişkilerine) hayır demek, “farklı” bir düşünce biçimini, ikircikli/ikideğerli bir düşünceyi zorunlu kılar. Gündelik tartışmalarımızın ikide bir gelip saplandığı çıkmazlar ise, bu ikircikli düşüncenin becerilememesinden, fark ile ayrımcılığın karıştırılmasından kaynaklanır.
Bir örnekle ilerleyelim: Ben, kadınların örtünmesi gerektiğine inanmıyorum, namus, ahlak ve edep gibi kavramların giyimde değil kişilikte, iç dünyada aranması gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu düşüncemden yola çıkarak kadınların ille de örtünmemesi gerektiğine de inanmıyorum. Örtünmenin gerekliliğine inananlarla inanmayanlar arasında bir “fark” var ve bu meşru, anlamlı bir fark; tartışmaya açık olduğu sürece de bilgi ve inanç dünyamızı zenginleştirmeye hizmet edebilir. Ancak buradan hareketle politik otoritenin örtünmeyi yasaklaması (ya da zorunlu kılması) tasarruflarına varamayız: Örtünmeyi yasaklamak (ya da zorunlu ilan etmek) farkı ortadan kaldırmayı hedefleyen, ayrımcı bir politikadır. O yüzden ben her ne kadar örtünmeye inanmasam da, örtünme hakkını sonuna kadar savunurum. Aynı şekilde örtünmeye inanan birinin de örtünmeme hakkını sonuna kadar savunmasını beklerim. Bu beklentim karşılıksız kalabilir, o ayrı. Bu benim etik bir tasarrufumdur ve etik davranışlar quid pro quo (karşılıklılık) ilkesine göre oluşmaz.
Ayrımcılık hayatımızın her köşesine, aslında farkın olduğu her yere sinmiş bir düşünce/davranış biçimi. Ayrıca yalnızca politik iktidarlara özgü de değil: İktidar ilişkilerinin hüküm sürdüğü tüm bireyler, cemaatler ve toplumsal gruplar arası ilişkilerde de geçerli. Nazizm anti-semitizmi resmî devlet politikası haline getirdi; ama Avrupa’da bundan çok önceleri de, gündelik hayatın alışkanlıklarına sinmiş, kültürel, ama zaman zaman da şiddete dönüşen bir anti-semitizm hüküm sürüyordu. Osmanlı’da ve Türkiye’de anti-semitizm hiçbir zaman resmî devlet politikası olmadı; ama biz her “Korkak Yahudi” dediğimizde, bireyler arası ilişkilerde anti-semitizmi yeniden ürettik. 19. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı Devleti’nde ırkçı bir Ermeni düşmanlığı görülmedi; peki 1915’teki katliam birdenbire, hiçbir ideolojik, vicdanî ve duygusal öncülü olmadan mı ortaya çıktı? Müslüman/Türk Osmanlı tebaı (istisnalar dışında) nasıl oldu da düne kadar “komşu” ve “arkadaş” saydığı Ermeni cemaatinin yüz binlerle topraklarından sürülüp katledilmesini dilsiz bir şekilde izledi?
Kabahati devletlere ya da siyasî iktidarlara atıp içimizi rahatlatmayalım: Ayrımcılık gündelik yaşantımızın her çatlağına sızar, her davranışımıza siner. O yüzden, farkı sonuna kadar kabullenip ayrımcılığa daha ilk anından karşı çıkan ikircikli davranış etiği, nesnel, eşitlikçi ve özgürlükçü düşüncenin kaçınılmaz önşartıdır.
Dışlayıcı Muhafazakârlık ve İçermeci Liberalizm
Bu tartışmayı etnisite, toplumsal cinsiyet ve cinsel tercih/yönelim açılarından zenginleştirmek mümkün, ki yeri geldikçe bu örnekleri de vereceğim. Ancak şimdi konumuz açısından çok önemli bir “fark”ı belirtmem gerek: Ayrımcılık her zaman aynı ayrımcılık değildir; esas olarak iki temel makamı vardır. Bunlardan birincisi dışlayıcı/muhafazakâr ayrımcılıktır ki, ifadesini ABD’deki siyahlara karşı (İç Savaşın sonundan 1960’lara kadarki) segregation anlayışında, Yahudilerin gettolaştırılmasında, Güney Afrika Apartheid’ında ve her türden soykırımda bulur.
Diğer anlayış ise içermeci/liberal ayrımcılıktır ki, her türden asimilasyoncu anlayış (örneğin İngilizlerin Kelt uluslara, Türklerin Kürtlere karşı uyguladığı politikalar) bu kategoriye girer.
Ancak daha baştan şu noktaya dikkat etmemiz gerek: Bu iki anlayışı birbirinden ayırmak, birini diğerine tercih etmek, ya da birinin diğerinden “nesnel olarak” daha iyi/çağdaş/kabullenilebilir/masum olduğunu iddia etmek anlamına gelmez.
“Ayrımcılık” dediğimizde bu terim İngilizce segregation kelimesinin doğrudan çevirisi imiş gibi tınlıyor ve bu yüzden de sadece dışlayıcı/muhafazakâr tutuma denk düşüyormuş gibi görünüyor. Oysa “ayrımcılık” kavramını baştan beri kullandığım biçimde tanımladığımızda bu sakınca da ortadan kalkar: Ayrımcılık, her türlü fark ya da ötekilik ilişkisini bir iktidar ilişkisine, bir hiyerarşi meselesine dönüştüren kültürel/politik tutumun adıdır. Bu haliyle, farkı ortadan kaldırıp birörneklik yaratmayı hedefler, ancak bu imkânsız olduğu için de farklı olanı, aşağıda kalan ötekiyi sürekli bir baskı altında tutmak durumunda kalır. Bu baskı madunu efendinin diliyle konuşmaya zorlayıp içerme ya da hepten susturup dışta bırakma biçimlerini alabilir, ki bu iki tutum yukarıda tanımlamaya çalıştığım ikili yapıya tam olarak denk düşer.
Erkeklerin kadınlara karşı binlerce yıldır sürdürdüğü ayrımcılık, kadınların eve kapatılması, zorla örtülmesi, hak ve özgürlüklerden yoksun bırakılması biçiminde ortaya çıktığında, bu dışlayıcı/muhafazakâr ayrımcılıktır. Ancak kadınlar görece daha serbest koşullarda yaşıyor ve erkeklere has birçok hak ve özgürlükten yararlanıyorsa, bu, ayrımcılığın sona erdiğini göstermez; tersine, aile içi şiddet, tecavüz, taciz gibi birçok yeni belaya maruz kaldıklarını, ancak bunlara erkek dili konuşan, erkek davranış kalıplarını benimseyen, “eksik erkekler” olarak tahammül etmek zorunda kaldıklarını gösterir, ki bu da açıkça içermeci/liberal ayrımcılıktır. Bu ikinci ayrımcılık türünde hem fiziksel ve/veya psikolojik şiddete maruz kalma durumu tümüyle ortadan kalkmamışır, ama hem de efendinin dilini ve varoluşunu kabullenmeniz, onun gibi olmanız beklenmektedir.
Eşcinsellere mutlaka cehennemde yanacak günahkârlar muamelesi yaptığınızda, bu dışlayıcı/muhafazakâr ayrımcılıktır. Bu türden bir ayrımcılığa ABD’nin Evangelistleri ve Güneyli muhafazakârları arasında da rastlamak mümkündür, Türkiye’nin neo-liberal yeni İslamcıları arasında da. Ancak eşcinsellere “şefkatle” (hatta “empatiyle”) yaklaşır ve tedavisi ergeç birgün bulunacak bir hastalıktan muzdarip olduklarını iddia ederseniz, çok daha “sevimli” ve “insanca” göründüğünüzü zannedebilirsiniz; ancak bu bile sizi içermeci/liberal ayrımcı olmaktan kurtarmayacaktır.
Türkiye’deki gayrimüslim azınlıkları eğitim, dil ve gündelik yaşama dair kültürel adetler konusunda serbest bırakıp, bu durumu uluslararası anlaşmalar yoluyla güvence altına alır, ancak toplumun politik ve bürokratik (ve tabii askerî) kademelerinden dışlarsanız, bu dışlayıcı/muhafazakâr ayrımcılıktır. Nitekim bu ayrımcılık gerçek yüzünü 1915 tehcir ve katliamında, çeşitli Rum mübadelelerinde, Varlık Vergisi uygulamasında ve 6-7 Eylül olaylarında göstermiştir. Ama Kürtleri toplumsal yaşamın her kademesinde içerip, Başbakan, Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı bile yaparak, yalnızca dillerini konuşmalarını ve Kürt kimliklerini ifade etmelerini engellerseniz, bu içermeci/liberal ayrımcılıktır. Bu yolla hiç Kürt öldürmeyebilir, Kürtleri yurtlarından sürmeyebilir ve gettolaştırmayabilirsiniz, ancak onların “Kürt” olma haklarını ellerinden almış, dillerini ve kültürlerini imha etmiş olursunuz.
İngilizler İskoçlara karşı hiçbir zaman dışlayıcı/muhafazakâr bir politika gütmediler; aksine onları her zaman “Büyük Britanya”nın kurucu ve ayrılmaz bir parçası olarak kabul ettiler. Tabii zaman zaman alevlenen ayaklanmalar ve bağımsızlık kalkışmaları sırasında onlarla savaştılar, ayaklanmaları bastırıken çok İskoç da öldürdüler bu arada. Ama İskoç oldukları için değil, devlete karşı ayaklandıkları için. (Bu öykü giderek tanıdık gelmeye başlamıyor mu?) İskoçlar hâlâ zaman zaman bağımsızlık istermiş gibi yapıyor; uluslararası futbol karşılaşmalarına ayrı bir takım olarak katılabiliyorlar. Bir önceki Birleşik Krallık Başbakanı (Gordon Brown) özbeöz İskoç’tu. Ayrıca İskoçlar isterlerse dillerini de özgürce konuşabilir… Ama ne yazık ki artık konuşacak bir dilleri yok. Tüm İskoçya’da hâlâ Gaelic bilen insanlar ancak binlerle sayılabiliyor. 1915’ten beri bağımsız bir devlet olan İrlanda Cumhuriyeti’nde de öyle (onların da anadilleri Gaelic).
Dışlayıcı/muhafazakâr ayrımcılar, eşcinsellere karşı daha baştan açık bir düşmanca tutum benimser. Muhafazakâr ayrımcılara kalsa, eşcinsellere özel kıyafetler giydirilip damgalanmaları, “normal” vatandaşların kullandığı kamusal alanlara girişlerinin yasaklanması gerekir. Onlara göre eşcinseller cinsel kimliklerini bir yandan teşhir etmeli (ki onları “ayırabilelim”), ama bir yandan da iyice gizlemelidir (ki gözümüzü rahatsız etmesin, ar-haya duygularımızı zedelemesinler). Tutarsız tabii, ama zaten muhafazakâr düşünce tutarlılığıyla ünlü değildir.
Liberal/içermeci ayrımcılar ise muhafazakâr/dışlayıcıların bu çağdışı tutumlarına çok kızar. Onlar eşcinselleri eşit haklara sahip bireyler olarak toplumsal hayata katmaktan yanadır. Yeter ki eşcinseller hadlerini bilsin, eşcinselliklerini yatak odalarında saklayıp gündelik hayatta biz “normaller” gibi davransınlar. Üstümüze varmasınlar. Tamam biz homofobiğiz, ama eşcinseller de bizim homofobimizi gıcıklayacak “aşırı, abartılı” davranışlardan kaçınsın. Farklı olsunlar, ama bizim gibi olsunlar. Birarada yaşayalım, ama fazla dokunmayalım birbirimize; mesafemizi koruyalım – ne olur ne olmaz.
Ayrımcılık ve Çokkültürcülük
Bu son tarif ettiğim tavır aslında her türden “çokkültürcü” liberal anlayışın da özünü teşkil eder. Çokkültürcülük 20. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıktı: Bir zamanların sömürge ülkelerinin insanları, eski sömürgeci ülkelere akın etmeye başladığında, başta ucuz işgücü olarak hüsn-ü kabul gördüler, ama acilen de gettolaştırıldılar. Ancak eski sömürgeci ile göçmen artık birbirlerinden binlerce kilometre uzakta değildi; yan yana, bir mahalle ötede yaşamaya başlamışlardı. Bu da onların kültürlerinin, gündelik yaşam alışkanlıklarının ve hatta dilerinin hergün karşı karşıya gelmesi anlamını taşıyordu. Eski sömürgeci Avrupa ülkelerinin önünde iki seçenek vardı: Ya gettolaşmayı sürdürecek ve bunu şiddet yoluyla sağlama alacaklardı ya da bu göçmenleri kısmen asimile edeceklerdi. Buradaki kilit kavram tabii ki kısmen: Tümüyle asimilasyon, etnik, kültürel ve dilsel nedenlerle mümkün değildi; göçmenlerin çoğu Avrupalıya “benziyorlardı, ama tam olarak değil”. Avrupalının dilini yoğun bir aksanla konuşuyorlardı ve onun kılığına girseler de ona itici, hatta iğrenç gelen bazı kültürel adetlerinden (örneğin kamusal alanda kurban kesmek gibi) vazgeçmek niyetinde değillerdi.
Liberal Avrupa (muhafazakâr dirence rağmen) dişini sıkarak bu göçmen kalabalığına tahammül etmeye razı oldu. Bu tahammülün adını da “çokkültürcülük” koydu. Çokkültürcü anlayışa göre farklı kültürel geçmişlerden gelen cemaatler, aynı şehir çatısı altında, ancak farklı mahallelerde yaşayacak, birbirlerine tahammül edecek, ancak karışmayacaklardı. Liberal Avrupa’nın umudu, modernitenin (yani kapitalizmin) dayanılmaz cazibesinin uzun vadede bu sorunu kendiliğinden çözeceği yolundaydı. Uzun vadede bütün göçmenler tabii ki asimile olacaktı. Ama bu, Avrupa’da yaşayan herkesin kucaklaşıp kardeş olacağı anlamına gelmiyordu. Eski sömürgeci ile göçmen arasındaki fark yok olmayacak, başka ve daha eski bir farka tercüme olacaktı sadece: Bu daha eski fark ise sınıf farkından başka bir şey değil.
Göçmenlerin, yani Avrupa’daki ötekilerin çok küçük ve ayrıcalıklı bir bölümü, kapitalizm içinde yolunu bulmayı en iyi beceren, sömürgeci efendinin dilini en iyi konuşan, ona en benzer giyinen, onun adetlerini en sadakatle kabullenen kesimi, hakim sınıf saflarına geçecek, geri kalan büyük çoğunluk ise yeni işçi sınıfını oluşturacaktı. Bu proje büyük ölçüde de tuttu.
Ancak hesapta olmayan bir şey ortaya çıktı: Yeni işçi sınıfı, Avrupa liberalizminin alışık olduğu 20. yüzyılın ikinci yarısının görece mülayim işçi sınıfından çok, 18. ve 19. yüzyıllardaki eski işçi sınıfına benziyordu; aşırı yoksulluk ve dışlanmışlık onu zaman zaman ölçüsüz ve denetimsiz bir isyana sürüklüyordu ve maalesef 21. yüzyıl Avrupa kapitalizmi bu tür bir isyanla başa çıkmak için yeterince donanımlı değildi.
Çokkültürcülük projesinin eleştirisinin bize gösterdiği en önemli gerçeklerden biri, dışlayıcı/muhafazakâr ayrımcılıkla içermeci/liberal ayrımcılığın, en temelde yapısal bir benzerliği olduğudur. Bu benzerlik ise ikisinin de birlik/birörneklik hedefi tarafından motive edilmekte olmalarıdır. Birincisi bu hedefe tüm yabancı/dışsal unsurlardan arınarak, onları temizleyerek varmaya çalışır, ikincisi ise yabancı/dışsal unsurları içerip kendisine benzeterek.
Ancak ikisinin de unuttuğu çok daha temel bir gerçek var: O yabancı unsurlar olmasa da, birlik zaten yoktu, hiçbir zaman olmamıştı. Tarihin başlangıcından beri, aile içinde kadın ve erkek arasındaki işbölümünün ortaya çıkmasından itibaren, toplum hiçbir zaman birlik/birörneklik içinde olmadı. Her zaman sınıf ayrımları ve sınıf mücadeleleri oldu. Dolayısıyla (olmaz ama, diyelim ki) yabancı, dışsal unsurlardan tümüyle arınmış bir toplum, eninde sonunda kendi sınıf mücadeleleriyle başbaşa kalacaktır. Aynı şekilde, yabancı, dışsal unsurları tümüyle sindirmeyi, içselleştirmeyi başarmış bir toplum ise, bu sindirdiklerini kendi içinde zaten varolan hiyerarşik farklara, iktidar ilişkilerine ve mücadelelere eşit ölçülerde dağıtmaktan başka bir şey yapmamış olacaktır.
Sonuç Olarak
Ayrımcılık, hangi politikayı izlerse izlesin, tedbirlerini daima dış tehdide, “öteki”ye karşı alır. Oysa varoluşunu sömürü üzerine, bir sınıfın başka bir sınıfı ezmesi üzerine inşa etmiş olan bir toplum için esas tehlike daima içeriden, kendi çelişkiler üzerine kurulmuş yapısından gelir. “Birlik” arayışı her zaman beyhude bir arayış oldu. Zorla birleştirmeye çalışanlar, parçaladılar; dışarı atmaya çalışanlar, içerideki (ya da zaten tümüyle dışarıdaki) tehditle başbaşa kaldılar; yutmaya çalışanlar, sonunda yutamayacakları kadar büyük bir parça ısırdıklarını farkettiler.
Sorun ayrımcılığın stratejilerinde değil, nihaî hedefinde. Yalnızca toplumsal bir hedef olarak değil, bir düşünme/kavrama metodolojisi olarak da “birlik” hedefi beyhudedir, her zaman birleştireyim derken parçalama, kurayım derken yıkma sonucunu doğurmuştur. Aklın yolu her zaman birden fazladır (ikircikli düşünce bu yüzden kaçınılmaz); birarada yaşamak ise ancak hiyerarşik olmayan, egemenlik ilişkilerine meydan vermeyen bir farkın kabullenilmesiyle mümkün.
Bu yazı İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji ve Eğitim Çalışmaları Birimi (SEÇBİR) tarafından yürütülen ve Global Dialogue ve Açık Toplum Vakfı tarafından desteklenen “Önyargılar, Kalıpyargılar ve Ayrımcılık: Eğitimsel ve Sosyolojik Perspektifler” Projesi için yazılmıştır. Yazı, proje başlığını taşıyan derleme kitapta ve www.secbir.org adresinde yayınlanacaktır. Dergimizde SEÇBİR’in izniyle yayınlanmıştır.