Doğan Tarkan
Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin (ÖDP) düzenlediği bir toplantıda Suriye’deki gelişmeler tartışılmış. Toplantı hakkındaki bilgileri BirGün gazetesinden Ahmet Meriç Şenyüz’ün yazısından öğrendim. İlginç bir toplantı olmuş doğrusu.
Konuşmacıların bir kısmı “Suriye’de devrim oluyor” derken, ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, BirGün Dış Politika Editörü İbrahim Varlı, Faik Bulut ve Cumhuriyet ve Sol Portal yazarı Mustafa Kemal Erdemol buna karşı çıkmış. Toplantıyı ve konuşmaları aktaran Şenyüz de Suriye’de devrim olduğu fikrine karşı çıkıyor.
İlk konuşmayı ÖDP Genel Başkanı Alper Taş yapmış ve “Emperyalizmin bölgedeki planlarını da, muhalefetin bazı haklı taleplerini de göz ardı etmemeli” demiş. Doğru, çeşitli emperyalist güçlerin ve alt emperyalistlerin bölgede ve tek tek Ortadoğu ülkeleri üzerinde elbette planları vardır. Ama diğer konuşmacıların yaptığı gibi gelişmeleri ’emperyalizmin planlarına’ bağlamak yanlış. Onlara göre “her şey emperyalizmin tertibi”.
Suriye’de ve diğer Arap ülkelerinde “Devrim olmadı” diyenlerin ilk hatası soyut, genel bir “emperyalizmden” bahsetmeleri. Onlara göre tek bir emperyalizm var, o da herhalde ABD emperyalizmi. Oysa ABD’nin yanı sıra bazı Avrupa ülkeleri, Rusya ve Çin de emperyalist ülkeler ve bölgeye dönük çıkarları ve dolayısıyla planları var. İran, Türkiye, Suudi Arabistan gibi alt emperyalist ülkelerin de bölgeyle ilgili planları var elbet.
Ancak Tunus’ta başlayan ve bütün bölgeye, ardından dünyanın birçok başka yerine yayılan dalga, emperyalist planların bir ürünü değil, tam tersine emperyalist çıkarlara karşı halkların, emekçilerin mücadelesinin sonucu.
Açık ki emperyalistler Tunus ve Mısır devrimleri başladığında mevcut diktatörleri destekliyordu. Siyasî desteğin yanı sıra pratik, fiili destek vermeyi de önerdiler. Bu ülkelerde iktidardaki güçler son ana kadar diktatörlere sadık kaldı.
Ancak aşağıdan yükselen dalganın önüne geçilemeyeceği anlaşıldığında, hem emperyalist güçler hem yerel egemen güçler diktatörü harcamayı kabul etti, ayaklananları destekler göründüler. Eski rejimin önde gelenlerinin bir kısmı birer birer muhalefete katıldı ve bir kısmı -az yıpranmış unsurları- yeniden iktidara getirildi.
Tunus ve Mısır’ın ardından pratik biraz farklı gelişti. Libya, Yemen ve Bahreyn’de özgürlük isteyenlere karşı aşırı şiddet kullanıldı. Tunus ve Mısır’da gösterilere esas olarak polisle müdahale edilirken, bu ülkelerde ordu devreye sokuldu. Daha sonra Suriye’de de aynı şey gerçekleşti.
Bir dizi ülkede ise, diktatörler ve krallar derhal reform silahına sarıldı. Ücretler yükseldi, sosyal yardımlar arttı, özgürlükler bir ölçüde çoğaldı. Petrol gelirinin çok küçük bir kısmı halka verildi. Fas, Ürdün ve Cezayir’de egemen güçler bu yolu seçti. Suudi Arabistan kralı bile çok büyük miktarlarda para dağıtarak adeta rüşvet verdi.
Özetlersek, emperyalist güçler önce halk hareketine, aşağıdan yükselen harekete karşı çıktı, sonradan müdahale ederek devreye girdiler. Yani yaşananlar emperyalizmin bölgedeki planı değil, tam tersine emperyalizme rağmen halkın özgürlük isteyen hareketiydi.
İkinci sınıf casus romanları
Emperyalizm ne kadar güçlü olursa olsun, milyonları, işçi sınıfının hemen hemen tümünü harekete geçirebilme yeteneğine sahip değildir. Emperyalistler hiçbir zaman işçi sınıfını yığınlar halinde harekete geçirmez. Bazı solcuların tersine, kapitalist sınıf ve emperyalistler, işçi sınıfının kitlesel hareketinin kendileri için nasıl bir tehlike olduğunu iyi bilir. Kitlesel bir hareketin bir aşamadan sonra kontrol edilemez olduğunu bilirler. Ortadoğu ülkelerinde halkları, işçi sınıfını emperyalistlerin planlarının harekete geçirdiğini söylemek, sadece ikinci sınıf casus romanları yazanların düşünebileceği bir kurgudur.
Toplantıda BirGün gazetesinin Dış Politika Editörü İbrahim Varlı “Polonya’da da sosyalizmin işçi hareketiyle tasfiye edildiğine” değinmiş. Toplantıyı aktaran Şenyüz bunu “önemli bir tespit” olarak görüyor.
Polonya’da ne oldu?
Anlaşılan, Varlı ile Şenyüz Polonya’da “sosyalizmin” nasıl yıkıldığını bilmiyor. Onlar bilmese de, Polonya’da aslında ‘tek parti’ rejimi bile değil, bir askerî diktatörlük vardı.
General Jaruzelski, Dayanışma Sendikası’nın güçlenmesinin önlenemediğini görerek SSCB destekli bir darbe yapmıştı. Askerî rejim Dayanışma’yı yasadışı ilan etmiş, önderliğini hapse atmış, ama sendikanın milyonlarca işçiyi örgütlemesini önleyememişti. Askerî rejim, seçimler yapmak ve ilk kez bu seçimlere iktidar partisi ve onun kukla cephe ortakları dışında partilerin de katılmasına razı olmak zorunda kaldı. Eğer seçimler yapılmasaydı, Polonya işçi sınıfı ayaklanacak ve aşağıdan bir hareketin başarısı ile rejimi yıkacaktı.
Bu, Polonya egemen sınıfı için çok daha büyük bir tehlikeydi ve bu nedenle seçimler yapıldı. Dayanışma Sendikası’nın sınırlı yerlerde seçimlere katılmasına izin verildi; ama Dayanışma girdiği her yerde seçimleri açık farkla kazandı. Bunun üzerine bütün Polonya’da seçimler yapıldı ve rejim değişti. İşçi sınıfı daha sonra Doğu Avrupa’nın diğer stalinist rejimlerini de alaşağı etti. Ama örgütsüz, politik bilinçten yoksun oldukları için, yıktıklarının yerine neyin geçirilmesi gerektiğini tam bilmedikleri için, ‘piyasa ekonomisi’ devlet kapitalizminin yerini aldı.
Polonya’da ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde rejimleri işçi sınıfı hareketi değiştirdi. Bunun emperyalizmin oyunu olduğunu düşünmek için emperyalizmden, kapitalist devletten hiç anlamamak gerekir. Nitekim Varlı ile Şenyüz’ün anlamadığı belli.
Toplantının bir başka ulusalcı sosyalisti, Mustafa Kemal Erdemol, “Arap Baharı” deyiminin ayaklananlar tarafından yaratılmadığını söylüyor. Doğrudur, ayaklanan emekçiler “Biz bahar yaşıyoruz” demez. Çok romantik olmazlar. Onlar “Halk bu iktidarı değiştirecek”, “Diktatörlere ölüm” diye bağırıyorlardı ve bazı ülkelerde slogan hâlâ aynı.
Erdemol, “İran’ı düşürmek için yapılan bir girişim söz konusu” diyor. Aynı İran ve üstelik Suriye’de Esad rejimi, Mısır’da, Tunus’ta ayaklananlardan yanaydı. Bunu nasıl açıklıyor acaba Erdemol?
Yanıt çok basit. Emperyalist güçlerle birlikte, bir alt emperyalist güç olan İran’ın bölgede planları, hesapları, çıkarları var. Ancak ‘Suriye düşerse sıra İran’a gelir’, oradan da emperyalistler Pasifik’e kadar uzanır fikri gene kötü casus romanı yazarlığı gibi; ama bu defa ikinci sınıf bile değil. Oysa, Suriye’nin İran ile yakınlığı, Lübnan, Irak ve bölgenin diğer Şii nüfusları ile ilişkisi, bir müdahale halinde bütün bu güçlerin harekete geçme olasılığı, dış müdahaleyi imkânsızlaştırmasa da hayli zorlaştırmaktadır. Bu nedenle süreç Suriye’de bir dış müdahaleden çok iç savaşa doğru evrilmektedir.
Faik Bulut da “Emperyalistler Suriye’ye İran’ı devirmek için bu kadar yükleniyor” demiş. Emperyalistler Suriye’ye gerçekten yükleniyor mu, bu ayrı bir soru, ama Suriye’de ve diğer Arap ülkelerinde olanları ‘devrim değil’ diye yorumlayanlar halkların mücadelesine, kararlılığına, taleplerine hiç bakmıyor.
Ortadoğu’da milyonlar harekete geçiyor
Bütün Ortadoğu ülkelerinde halklar özgürlük için, yeni liberal politikaların durdurulması için harekete geçiyor. Hareket denince öyle 5-10 bin kişilik gösterilerden değil, milyonların hareketinden bahsediyoruz. Bir iki gösteriden değil, haftalarca, aylarca hergün yapılan gösterilerden bahsediyoruz. Polis copu ve biber gazından değil; tüfeklerden, tanklardan bahsediyoruz. Tutuklulardan, yaralılardan değil; yüzlerce, binlerce ölüden bahsediyoruz. Önce bu hareketlerin niceliğini kavramak gerekir. Bu denli büyük yığınlar harekete geçince onları durdurmak çok zor, hatta imkânsızdır. Bu nedenle emperyalizmin muteber adamı olan Yemen diktatörü bile kaçmak zorunda kaldı.
Bahreyn’e, Körfez ülkelerinin orduları müdahale etti. Hareket şimdilik geri çekildi, ama yarın ne olacağı belli değil.
Bu denli büyük yığın hareketleri, katılanların değişmesine yol açar. Yıllarca diktatörlüklerin ağır baskısı altında yaşayan emekçiler, içine girdikleri mücadele sürecinde değişmeye, politikleşmeye, örgütlenmeye ve giderek daha somut talepler üretmeye başlar. Nitekim bütün büyük devrimlerde bu yaşanmıştır ve Ortadoğu’da da aynısı yaşanmaktadır. Örgütler, sendikalar doğmaktadır, muazzam bir tartışma ortamı yaratılmaktadır, kadınlar özgürleşmenin anlamını daha somut olarak kavramaktadır.
Kadınların durumunun değişmediğini göstermek için “Mübarek zamanında mecliste daha fazla kadın vardı” diyen ulusalcı Türk sosyalisti, kadınların bu ülkelerde yaşadıklarını anlamaktan tamamen uzak.
“Ama Mısır’da gene generaller var iktidarda” diyen ulusalcı sosyalist kafanın da işçi ve emekçilerin yaşadığı değişimi, bir yıldır süren mücadeleleri görmesi, anlaması mümkün değil.
Bu bakışların nedeni, devrim anlayışında yatıyor. Ulusalcılar devrimi aşağıdan bir süreç olarak değil, yukarıdan bir süreç olarak görür; devrimi büyük yığınların, işçi sınıfının büyük kesimlerinin kendi eylemi olarak değil, işçi sınıfı ve halk adına davranan kendi partilerinin eylemi olarak tasavvur eder. Devimci değil, ikameci ve darbecidirler.
Toplantının en başında Alper Taş’ın söyleyip toplantıyı aktaran Şenyüz’ün çok beğendiği saptamaya dönersek, Taş “Muhalefetin bazı talepleri de göz ardı edilemez, bazı talepleri de yanlıştır” diyor.
Acaba nedir bu yanlış talepler?
Esad rejiminin yıkılmasını istemek mi? “Esad’a ölüm” diye bağırmak mı? Ekmek istemek mi? Özgürlük istemek mi? Baas’ın 50 yıllık tek parti diktatörlüğünün son bulmasını istemek mi? Muhalefetin bazı talepleri göz ardı edilemezken, göz ardı edilebilecek olanları acaba hangileri?
Muhalefetin bazı talepleri göz ardı edilirken acaba Esad diktatörlüğünün bazı talep ve davranışları da haklı mı oluyor? Kentleri tanklarla bombalamak, 8.000 insanı katletmek, işkence ve devlet terörü gibi.
Esad rejimini aklamak
Aslında bu ifade sadece tutum almamak için kullanılmıştır. Yani Suriye Devrimi’nden yana görünmemek için. Esad rejimini biraz olsun aklamak için. Nitekim ÖDP’nin yakın dostu TKP, bütün gücüyle Esad rejiminin anti-emperyalist olduğunu anlatıyor. Bu, bütünüyle sahte bir iddia. Esad rejimi birinci Körfez Savaşı’nda ABD’nin yanına savaşacak güçler yollamıştır, Irak’ın işgali sırasında ABD-İngiltere müdahalesini desteklemiştir.
Sosyalistler, Esad rejimini, aynen işgal öncesinde Saddam diktatörlüğünü eleştirdikleri gibi eleştirir. Esad rejimine karşı ayaklanan ve 50 yıllık diktatörlüğün yıkılmasını isteyen, ‘yeni liberal politikalara son’ diyen halk hareketi elbette desteklenmelidir.
Laikçi Türk ulusalcı sosyalistleri, Ortadoğu devrimlerinden Müslüman Kardeşler’in kazançlı çıktığını ileri sürüyor. Mısır ve Tunus’ta gerçekten de Müslüman Kardeşler, politik İslamcı örgütler seçimleri kazandı. Ancak bu, Ortadoğu devrimlerinin tek kazançlı çıkan politik unsurunun Müslüman Kardeşler ve İslamcı gruplar olduğunu göstermez. Onların yanı sıra diktatörlüğe karşı mücadele eden bir dizi laik akım da kazançlıdır. Bu ülkelerde sol, sosyalistler, işçi hareketi, sendikalar da hızla güç kazanıyor.
Tunus ve Mısır’da yeni sendikalar ve yeni sosyalist örgütlenmeler var. Yeni bağımsız sendikalar kuruluyor. Kadınlar örgütleniyor. Bunları görmeden, Müslüman Kardeşler’in seçim kazanımlarına bakarak, süreçten sadece politik İslam’ın kazançlı çıktığını düşünmek büyük bir yanılgıdır. Böyle düşünenler sürecin sona erdiğini düşünüyor. Oysa devrimler sürüyor ve Ortadoğu daha yeni gelişmeler yaşayacak.
Son olarak; Arap Baharı sadece Ortadoğu ülkelerini sarmadı, tüm dünyaya yayıldı. Wisconsin’den Atina’ya, Afrika ülkelerinden Çin’e, Singapur ve Hong Kong’dan New York, Londra ve İspanya’ya kadar yayıldı. Her yerde işçiler ve emekçiler Arap Devrimleri ile kendi mücadeleleri arasında ilişki kuruyor.
Ulusalcı sosyalistler ise yıkılan “laik” diktatörlerin arkasından gözyaşı döküyor ya da yıkılmak üzere olanları savunmaya çalışıyor. Çok geç! Ortadoğu’da yeni bir dönem başladı.
Her şeyi Ortadoğu ülkelerinde işçi sınıflarının örgütlenmesinin hızı ve gücü belirleyecek.
Olumlu bir gelişme, sosyal devrime evrilecek; olumsuz, yetersiz bir gelişme ise devrimlerin sönümlenmesine yol açacak. Sosyalistlerin görevi, her koşulda işçi ve emekçilerin yanında yer almak olmalı…