Şenol Karakaş
AKP bir burjuva partisidir. Bu, AKP ile ilgili hem çok şey açıklayan hem de hiçbir şey açıklamayan bir tespit.
Bir yandan çok şey açıklıyor: AKP liderliğini nobranlığını, İdris Naim Şahin’i, 2023 projesi süslemesiyle anlatılan büyük sermayenin hedefleri doğrultusunda adım adım ilerleyişin acısını işçi sınıfından çıkartışını, KCK tutuklamalarını, herbiri bir diğerinden iddialı açılımların kofluğunu, askerî harcamalarda dünyanın on beşincisi olmasını, “Afedersiniz Rum” özlü nefret söylemini, umarsız kentsel dönüşüm hırsına eklenmiş benzersiz bir inşaat patlaması faciasını, nükleer santral kurma hırsını, KESK’e yönelik özel gıcığını, hemen tüm akarsuların tepesine hidroelektrik santral kurma tutkusunu… Liste daha da uzatılabilir. İşsizlik eklenebilir, gelir adaletsizliği eklenebilir, yine sermayenin ihtiyaçlarına cevap veren bizzat Başbakan’ın dillendirdiği “üç çocuk” perspektifi eklenebilir.
AKP’nin burjuva partisi olması, bu listeyle kanıtlanıyor. Ama bir dizi başka gelişme ve bu gelişmelere ulusalcı cenahın verdiği tepkiler, AKP’nin karakteri konusunda politik bir muamma yaratıyor. Özellikle ilk dönem icraatları arasında yer alan Kıbrıs politikasının statükocu devlet çizgisinden farklı olması gibi. 2007’de bir askerî muhtıraya muhatap olması gibi örneğin. Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmaya çalışılması, parlamenter çoğunluğundan yola çıkarak istediği kişiyi cumhurbaşkanı seçtirme hakkının gasp edilmeye çalışılması ya da azınlık vakıflarına ve okullarına ilişkin kısıtlı da olsa demokratik iyileştirmeler geliştirmesi gibi.
AKP’nin karakteri konusunda kafa karışıklığı yaratan en önemli hadise ise, Ergenekon tutuklamaları ve dava süreci. Cunta girişimlerinin, genelkurmay başkanlarının, hatta 4 Nisan’da gerçekleştiği gibi 12 Eylül darbesinin muzaffer komutanlarının AKP’nin iktidar olduğu dönemde yargılanması kafa karışıklığını daha da şiddetlendiriyor.
AK Parti’nin “anormalliği”
Bu kafa karışıklığından kurtulmanın ilk yolu, AKP’ye dair üretilmiş olan tüm çarpıtılmış kodlardan kurtulmak. Bu kodların ortak özelliği, AKP’yi anormal olarak tarif edilmesi. Olağanın dışında bir parti olarak en önemli AKP kodlaması, bu partinin özel bir gündemi olduğu hissini de uyandıran, AKP’nin şeriatçılığı.
Şeriatçı kodlamasının yetmediği yerde, devreye AKP’nin faşizmi giriyor.
Yine de AKP’liler sevinmeli bu kodlamalara. Çünkü daha fenası var sırada: AKP’nin emperyalizmin işbirlikçisi olduğunu vurgulayan BOP eşbaşkanlığı ayrı bir tanım. Sırada ise cemaatlerle anormal bir ilişkisi olduğunu da kapsayarak üretilen ‘sivil vesayet’ kurucusu olarak AKP var. Kendi rejimini kuran AKP, kendi derin devletini kuran AKP, otoriter eğilimlerin yeni kalesi olarak AKP.
Bir partiyi, üstelik yüzde 50 oranında oy alan bir partiyi, sınıfsal kökenlerinden kopartarak tanımlaya çalışan bu kodlamalar, yıllardır hayalî düşmanlar yaratıyor. Bu yüzden, AKP’yi anlamaya çalışırken öncelikle 2001 Şubat krizi ya da tarihe Kara Çarşamba olarak geçen sarsıcı süreçten başlamak bir zorunluluk.
Durduk yere gökten düşmedi bu AKP. 12 Eylül darbesinden sonra 2000’li yılların başına kadar, kısacası Özal döneminden sonra Türkiye ekonomik ve siyasal kriz içerisinde debelendi, durdu. Toplumda 12 Eylül darbesinin etkilerinden sıyrılmak yönünde başlayan değişim isteği, Kürt silahlı mücadelesinin şiddetlenmesi, Kürt hareketinin yığınsallaşması, askerî vesayetin su götürmez ağırlığı, faili meçhuller gibi bir dizi gelişmeyle paralel ilerledi, ama bu değişim isteğine parlamenter yanıt, her seferinde egemen sınıfın siyasal bölünmüşlüğünün bir ifadesi olarak okunması gereken koalisyon hükümetleri oldu. DSP-ANAP-MHP koalisyonu, koalisyonlar döneminin sonu oldu. Kara Çarşamba, o güne kadar Cumhuriyet tarihinde yaşanan en büyük ekonomik kriz olarak sisteme çok büyük bir şiddetle çarptı. Halk bir gecede yüzde 25 fakirleşti. Gecelik faizler %7500 seviyelerine tırmandı, borsa çöktü. Haftalarca gösteriler, protestolar ve çatışmalar yaşandı.
28 Şubat darbesiyle perçinlenen askerî vesayet/egemen sınıfın bölünmüşlüğü/parlamenter bölünmüşlük üçgeni, egemen sınıf açısından ürkütücü boyutlara ulaştı. Emek örgütlerinin gösterileriyle “esnaf eylemleri” adı verilen esas olarak işsiz kalan küçük işletme işçilerinin radikal eylemleri, orta sınıfların dağılma eğilimiyle birleştiğinde egemen sınıfın toplumu yönetmesini sağlayan tüm kayışlarda kopma ihtimali, aşağıda, milyonlarca yoksul arasında yaşanan öfkeyle aynı anda şekillendi.
AK Parti’nin üç adımı
Sınıflı toplumlarda ilk sözü egemen sınıflar söyler. Onun partileri, ordusu, polisi değil! Egemen sınıf açısından ideal olan ise iş yerlerindeki askerî disiplini gölgeleyecek olan sakin bir toplumsal yaşam ve dengeli siyasettir, ekonomik ve siyasî istikrardır. Bu da egemen sınıfların orta sınıfları ve orta sınıflar aracılığıyla mülksüz yığınları dengeli bir yaşamın sürekliliğine ikna etmesiyle mümkün oluyor. 21 Şubat krizi, işte tüm bu ikna araçlarının parçalandığı, belirsizliğin hüküm sürdüğü bir dönemin başlangıcı olarak siyasî krizi daha da şiddetlendirdi. Kriz sonrası yapılan seçimlerde, koalisyon hükümetinin en çok oy alan partisi, seçmenler tarafından eşi benzeri olmayan bir şekilde cezalandırıldı ve DSP yüzde 1,2 oy aldı. Diğer iki koalisyon partisi de seçim barajını aşamadı. AKP sanki uzaydan gelmiş gibi, yüzde 34,28 oranında oy alarak tek başına iktidar oldu.
AKP, 2002 seçimlerinden zaferle çıktığı andan beri üç adımı birden atmaya çalışıyor.İlki, askerî vesayetten paçasını kurtarma adımı. AKP’nin askerî vesayetle uzlaşabileceğini iddia edenler şurada yanılıyor: Askerlerin AKP ile uzlaşmak gibi bir niyetleri yok. İsmet Berkan’ın Asker Bize İktidarı Verir mi? kitabında özetlediği gibi, 28 Şubat’ın yarım kalmış darbesini tamamlamak isteyen cuntacılar sürekli darbe planı yapmaya, hatta bu planların somut adımlarını da atmaya başladılar. Balyoz davasında anlatılan hikâye, o yılların hikâyesidir.
AKP’nin askerî vesayetle kapışmak zorunda kalması, AKP liderliğinin bir devlet örgütlenmesi olarak orduyla sorunu olduğu anlamına gelmiyor. AKP, ordunun darbe yapmasına karşı, orduya karşı değil! Bu anaokulu bilgisinden mahrum olan mutat ulusalcı zevatın darbe girimlerine karşı toplumsal muhalefeti örgütlemeye çalışan “Yetmez ama Evet”çileri tek kalemde AKP’li ilan etmesi, olsa olsa AKP’ye hayalini bile kuramayacağı bir misyonu yüklemek anlamına gelir.
AKP’nin ilk seçimlerden sonra aynı anda attığın üç adımdan ikincisi, egemen sınıfın güvenini kazanmaya dönük oldu. Bunu, egemen sınıfın taşra bakkalı olarak değil de küresel düzeyde ciddiye alınan bir güç olma hedefine uygun olarak Avrupa Birliği üyeliği yönünde istekli hamleleri, bankacılık sistemini disiplin altına alan icraatları, orta sınıfları sakinleştirip egemen sınıfa yaklaştıran siyasetleri ve yeni liberal ekonomik programı aynen uygulamaya devam ettiğini kanıtlamasıyla yaptı. AKP’nin kapatılması gündeme geldiğinde Rahmi Koç’un AKP’yi de “yolda bulmadıklarını” söyleyerek sahiplenmesi, bu güvenin bir işaretiydi.
Bu iki adımın önemli bir ortak özelliği, PKK’nin de uzun süreli ateşkes ilan ettiği döneme rastlaması nedeniyle, toplumda bir sakinleşme, normalleşme ve geleceğe dair belirsizlikten önemli ölçüde kurtulmanın verdiği rahatlama duygusunun egemen sınıfın aradığı istikrara tekabül etmesidir. Bir Tokat mitinginde Erdoğan’ın “Zam yap, sen yap!” pankartıyla karşılanması atı alanın Üsküdar’ı çoktan geçtiğini gösteren trajik bir gösteriş olmanın ötesinde, halk yığınlarının bir önceki dönemin kaotik politik ortamından duyduğu derin rahatsızlığı da ifade ediyor.
AK Parti ve değişim rüzgârı
Burada devreye AKP’nin atmaya çalıştığı üçüncü adım giriyor. Dünyada kapitalizme karşı öfkenin antikapitalist hareketle vücut bulduğu, savaşa karşı öfkenin milyonlarca insan katıldığı savaş karşıtı radikal koalisyonlarla örgütlendiği, 11 Eylül sonrasında ABD’de “benim adıma savaşma” kampanyasının gündemi belirlediği, Irak işgaline karşı tüm dünyada on milyonlarca insanın ayağa kalktığı dünyada, Türkiye’de de milyonlarca insan değişim arzuluyordu, geçmişin pisliklerinden ve krizin etkisinden kurtulmak istiyordu. AKP’nin, bu değişim isteğinin yarattığı rüzgârı arkasına aldığını göremeyenler, seçimlerde özellikle işçi ve emekçilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde AKP’nin aldığı oyları sadece makarna, beyaz eşya ve kömür “hediyeleri”ne bağlayanlar, AKP’ye karşı muhalefetin elinin kolunun bağlanmasına ve her seferinde sonuçları önceden belirlenmiş bir müsabakaya çıkılmasına neden oluyor.
AKP, burjuva politikasını normalleştiriyor. Taktığı ulusalcı gözlükler nedeniyle okuduğunu anlamaktan muzdarip olanlara, politikayı güzelleştirdiğinden değil, normalleştirdiğinden söz edildiğini bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Erdoğan’ın yeni liberal politikaları uygularken milyonlarca işçiden nasıl oy aldığı sorusunun yanıtı burada gizli. Yanıtın bir başka bölümü ise AKP’nin alternatifinin koalisyon hükümeti, hem de CHP-MHP koalisyonu ya da bir askerî darbe olarak görülmesinde yatıyor.
Özetle, anormal olan AKP değil. Cumhuriyetin, bir idamlar cumhuriyeti olması anormal olan. Ermeniler ve Kürtlerin mezarlığı olan bir cumhuriyet. Askerî darbeler cumhuriyeti. Kapatılan sendikalar cumhuriyeti. Laiklik maskesi altına gizlenen dini inançlar üzerinde şiddet uygulayan bir cumhuriyet. Askerler cumhuriyeti. Diktatörler cumhuriyeti. Başbakan asanlar cumhuriyeti. Deniz Gezmişleri asanların, Hrant Dink’i öldürenlerin, Varlık Vergisi’ni çıkartanların, 6-7 Eylül vahşetini planlayanların cumhuriyeti.
Çarpık kodlamaların sonucu
Bu cumhuriyetten kazanımı olan tek toplumsal kesim, Türk burjuvazisi. Burjuvazi açısından kazanımlarla dolu bir cumhuriyet bu. Burjuvazinin bekçiliğini yapan sivil-asker bürokrasi açısından da kazanımlarla dolu bir cumhuriyet. Bu sivil-asker bürokrasi, bu bürokrasinin güç aldığı sermayenin bazı blokları, bu cumhuriyetin kalıpları altında şekillenen merkez medya AKP’yi ve onun temsil ettiği kitleleri genetik olarak reddettiği için, AKP değişim isteyen insanların adresi olarak görülüyor. AKP liderliği demokrat olduğu için değil, burjuva politikasını normalleştirmezse yaşama imkânı olmadığı için, Dersim katliamı nedeniyle devlet adına özür diliyor. Sonra, burjuva politikasının normal olan sınırlarında, Uludere katliamının ardından komutanları selamlıyor, Kürt halkından özür dilemiyor. Ahmet Türk’e yumruk atılmasından sonra, istisnasız tüm emniyet çalışanlarını Newroz’a müdahaleden dolayı tebrik ediyor.
AKP hakkındaki çarpık kodlamalar, şeriatçı, cemaatçi, sivil vesayetçi olduğu iddiaları AKP liderliğini son derece memnun ediyordur. Bazı solcuların “Eğer AKP durdurulmazsa saltanat rejimi hortlayacak ya da ABD’nin planları doğrultusunda Türkiye’nin bağımsızlığı tasfiye edilecek” iddiaları o kadar anlamsız ki, geniş kitleler arasında yankı bulması tümüyle imkânsız. AKP’ye karşı tüm özgürlüklerin sınırsız ölçüde genişlemesi taleplerinin yerine “sol” tarafından bu türden cumhuriyet savunularının öne sürülmesi, AKP’ye karşı kazanma şansına sahip tek siyasetin, özgürlükçü bir sınıf mücadelesinin önüne köhnemiş barikatlar kuruyor. “Sol”un değişim isteyen tabanın yanında değil de cumhuriyetin, yani mevcut devletin yanında yer alması, AKP’nin karşısına anlamlı bir muhalefet inşa edilememesi sonucuna yol açıyor.