Barış Uzun
“Her büyük servetin arkasında bir suç gizlidir.”
Honore Balzac
“Kapitalist sistemin ekonomiye dinamizm, yaratıcılık sağlayan yanlarını tutarken ahlaki boyutu da unutmamak gidilecek tek doğru yön gibi görünüyor. Bunu Gülen Cemaati‘nin gönüllü bağış sistemi şu an yapıyor gibi gözüküyor.
En büyük tehlike bu ahlakı unutma eğiliminin yaygınlaşması ve bu tür insanların öne çıkmalarıdır. Buna AKP de cemaat de dikkat etmeliler ve ahlaki boyutu unutup da ön plana çıkmaya başlayan zenginlere prim vermemeliler.”
Yukarıdaki satırlar Serdar Turgut’un Habertürk gazetesinde yayımlanan 14 Kasım tarihli “Gülen Cemaati ve AKP’yi bekleyen büyük tehlike” başlıklı yazısından. Son zamanlarda bu “ahlaklı kapitalizm” hususunda kalem oynatanların sayısında bir artış gözlemleniyor. Belli ki yansıttığı dindar görüntü ile kültürel kodları kadim TÜSİAD sermayesinden farklı olan yeni sermaye sınıfımız ilgileri gün geçtikçe daha çok üzerine çekiyor. Çekiyor ki, bu akılları verenler sadece Serdar Turgut ile sınırlı kalmıyor. Medyada yer edinmiş bir kesim bu yeni sermaye sınıfı için gönüllü danışmanlık ve ideologluk yapmaya azmetmiş durumda. ‘Ahlaklı Kapitalizm’ şeklinde ifade olunan oksimoronu şimdilik bir tarafa bırakarak bu gürbüzleşmekte olan yeni sermaye sınıfımızın bir robot resmini çizmeye çalışalım.
Yeni dindar zenginler
Müslüman kimliğinin serbet piyasa sisteminin aktörleri arasında bir tür kartvizit olarak öne çıkıp görünürlük kazanması sadece ülkemizle sınırlı olan bir fenomen değil. Esasen fenomen sadece bundan da ibaret değil. Bir bütün olarak İslam coğrafyası, sonu bir türlü kapitalizme varamayan toplumsal-kültürel ve iktisadî yapısından ötürü, kapitalist garp için günümüze değin kısmen bir “öteki” olarak kalmaya devam etmiştir. Gelgelelim, özellikle son 20-30 yıl içinde bu kendi gibi kalma durumunun parçalandığı bir tarihsel eşikteyiz. Reel Sosyalizm ile müsemma aşırı devletçi ve otoriter karşı kampın yıkılışıyla beraber “Hür Dünya” ülkeleri ve dahil oldukları iktisadî yapı zincirlerinden boşanarak açamadığı kapıları açmaya, giremediği coğrafyalara girmeye başladı. İletişim sistemlerinin dünya insanları arasındaki işitsel, görsel ve kültürel bariyerleri kaldırmaya başlaması da bu yayılma sürecine ek bir ivme kazandırarak eşlik etti. Artık dünya, bir tür “küresel köy” olmuştur. Nicedir küresel kapitalist ilişkilerin tam nüfuz edemediği İslam coğrafyası ise artık vakumun içine çekilmeye, içerilmeye hazırdır. Küreselleşme çağında müslüman dünyanın geleneksel yaşam tarzları, içerdiği kültürel-ahlakî unsurlarla birlikte silikleşmekte, farklılıklar yerini küresel “aynı”lıklara bırakmaktadır. Karşı karşıya olunan, durdurulamazlık hissi uyandıran bir değişim sürecidir. Durdurulamazlık hissi tarafından ihata edilen Müslüman ise, çaresiz eski İslamcı paradigmasını tavan arasına kaldırarak değişime dahil olur.
Bu değişimin amiral gemisinde piyasa mekanizmalarına (tabii ki yine bu değişimin ürünlerinden biri olarak) büyüyen aktörler olarak dahil olan Müslüman işadamları vardır. Tabii ki bu dahil oluş sürecinde Müslümanlar az da olsa kendi değer dünyalarından bir şeyleri yanlarında getirecektir ya da hiç yoktan “mış gibi” yapacaktır.
Bu davranış şekli ise genellikle temellük etme olarak kendini dışa vuracaktır. Coca Cola kafirlerin yenilmez markası ise dert etmeye gerek yok, Mecca Cola da bizim mahallenin medar-ı iftiharıdır. Moda dünyasında da artık sadece Paris’li seküler, teşhirci ve ahlaktan nasipsiz modacılar değil, nihayet biz de varızdır elhamdülillah! Ala ve Hesna gibi muhafazakâr moda dergileri bu uğurda çarpışmaya hazırdır.
Nitekim Ala dergisinin kurucularından Burak Biber kendilerine yöneltilen “kapitalizme abdest aldırmak” eleştirilerine bu “dava bilinci” ile cevap verir: “Saçma sapan, ama eğer kapitalist dünyaya abdest aldırıp namaza başlamaya vesile olabilecekse, Allaha şükürler olsun, cihat ediyoruz demektir.”
Bu aynı zamanda, Müslümanların kavram dünyasında nasıl semantik oynamalar yapıldığının da bir göstergesidir. Artık Cihad ve hicap gibi İslamî kavramlar geleneksel bağlamlarından kopartılıp içleri boşaltılarak kendilerine tamamen yabancı bir dünyanın çağrışımları ile doldurulmuştur. Dışa açılan ve değişen, piyasa mekanizmalarının her yerde aynı olan oyunlarına dahil olan Müslüman, her şeyin İslamîsini icat etme hırsı ile artık piyasanın içinde “cihad etmektedir”.
Bu dışa açılma ve beraberindeki değişim süreci kendi içinde bir süreklilik ve kopuş ihtiva ediyor. Birikim modelleri, parçası olunan piyasa mekanizmaları, işçi-işveren ilişkileri, şirket ve işletme modelleri ve diğer unsurlar hemen hemen aynıdır. Yani kapitalizm aynı kapitalizmdir. Bu açıdan bir süreklilik söz konusudur. Müslüman zenginlerin kendilerine has bağış kültürü bu aynı oluş durumunda anlamlı bir değişikliği ifade etmemektedir. Zira yoksulların tepkilerini eritmek için yapılan aynî ve nakdî aktarımlar yeni bir şey değildir; Avrupalı ve Amerikalı sermaye sınıflarının eskilerde “işçi aristokrasisi” yaratmış olan kaşarlanmış yönteminin adi bir kopyasından ibarettir.
Kopuş ise Müslüman kimliği ve İslam algısındadır. Tüccar peygamber anlatısı etrafında gelişen yeni refah teolojisinde “sosyal adalet” gibi bir kavrama yer yoktur. Bu Müslüman yeni zenginler de, tıpkı seküler sınıfdaşları gibi “sosyal adalet” kavramına karşı aynı ölçüde allerji beslemektedir. Artık bu muhteremlerin zihninde “ilayı kelimetullah” yerine protestanvari bir bireysel başarı kültü vardır. Yine kendilerince cihad etmektedirler, ama artık feyiz kaynakları Mevdudi, Seyyid Kutub gibi klasik İslamcılığın inşacısı düşünürler yerine Amerikan işletme modelleri ve pazarlama teknikleri mucitleridir. Peki, bu metamorfoz geçirmiş İslamcı Müslümanların ahlaklı bir kapitalizm modeli yaratmaları mümkün mü? “Hiç olmazsa kapitalizme ahlak getirirler” diye kendimizi avutabilir miyiz ?
Ahlaklı kapitalizm mümkün mü ?
Sanırım “siyah süt olur mu?” sorusu bu soruyla aynı frekanstadır. Mesela çölde ağaç büyümeyeceğini anlayabilmek için derin bir botanik bilgisine sahip olmak gerekmez; sadece Allah vergisi bir ferasete sahip olmak yeterlidir. Yanlış bir sorunun doğru cevabı olamaz. Kapitalizm ontolojik olarak bu “ahlak” operasyonuna imkân vermemektedir. Varoluşunun içsel mantığında ve gelişim serüveninde derin bir ahlaksızlık bulunan bu sistem bazı kuldan utanmaz liberallerin ifade ettiği gibi masum bir olgu değildir.
Elbette, İslam meşru yollardan zenginleşmeye karşı olan, ticarî faaliyetleri şeytanlaştıran bir din de değildir. Ama ne kapitalizm ticarete indirgenebilir, ne de ona has olan birikim modellerinin 7. yüzyılın dünyasındakilerle bir alakası vardır. Zaman ve zemin çok farklıdır. İlkesel olarak İslam için zenginleşmenin ne yolla olduğu ve bireyin zenginliğinin hacmi birer sorunsaldır. Ellerinde ülke bütçelerine denk sermayeler birikmiş muazzam zenginlerin olduğu bugünün dünyasında daha ciddi bir sorunsaldır. Zira Allah Teala, hadsiz hesapsız bir zenginleşmeye ve bu zenginleşmenin sınıfsal uçurumları derinleştirmesine müsaade etmemektedir:
“Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın.” (Haşr Suresi, 7. ayet)
Yani İslam’a göre zenginleşme sınırları çizilebilen, kamu yararı için müdahele edilebilen bir olgudur. Kapitalizm ise, ülkelere göre kısmî farklılıklar oluşturan bütün varyantlarıyla aynı değişmez ilke üzerinde yükselir: Sermayenin dokunulmazlığı. Devletçi kapitalist modellerde de devlet, sermayenin büyüme sürecinin sınırlayıcısı değil bilakis yardımcısı ve aracı olmuştur. Ülkemizin devlet eliyle özenle yetiştirilmiş olan TÜSİADcı kadim sermaye sınıfı buna bir örnektir. Yeni dindar zenginlerimiz de yine devletin başındaki iktidar partisinin sunduğu imkânlardan (dolayısıyla devletten ) faydalanmayı ihmal etmemektedir. Onlar da tıpkı diğer patronlar gibi sendikal haklara karşı tahammülsüzdür. Onlar da taşeron zulmüne ortak olmaktadır. Onlar da kendi bankalarını kurmakta, ‘faizsiz bankacılık’ adı altında aynı finansal ağın parçası olmaktadır.
Hasılı, değişen bir şey yoktur. Yeni dindar zenginlerimiz de doğal olarak seküler sınıfdaşlarıyla aynı sınıfsal eğilimleri ve refleksleri taşımaktadır. Peki, biz onlara ahlaklı bir kapitalizm kuracaklar ümidiyle minnet mi etmeliyiz? Şüphesiz bu minnette bulunanlar varsa, büyük bir yanılmanın küçük kurbanları durumundalar.
İmkânsızlık yanılsaması
Basılı ve görsel medyaya bir göz gezdirin. Bize sunulan mümkünler dünyasında, eskinin mümkünatı olmayan, çoğunluğu bilimkurgu eserlerinde işlenmiş çok şey var. Milyon dolarlara sahip bir zenginseniz uzay seyahati yapabilirsiniz örneğin. Ya da estetik ameliyatlarla gençleşebilirsiniz. Hatta biogenetik ilahları tarafından ölümsüzleştirilebilirsiniz bile. Lakin bize ölümsüzlüğü vaad edebilecek kadar imkansız hayal edilenlere karşı cüretkâr olanlar, iş toplumsal ve iktisadi alana geldiğinde tam tersi bir tutum ortaya koyarlar. Zenginlere biraz daha fazla vergilendirmekten mi dem vurdunuz, “Mümkünü yok” derler, “sonra serbest rekabetin hali nice olur”. Devletin sağlık gibi en temel bir insan hakkını ücretsiz hale getirmesini mi istediniz, “O ne biçim şey öyle” derler, “devlet küçülmelidir, onu da piyasa aktörleri halleder”. Başka bir sistem istiyor ve kapitalizme karşı mısınız, o ise zaten ham bir hayalden ibaret. Ölümsüzlük bile mümkün, ama kapitalizmden kurtulmak mümkün değil!
Medya olanakları ile algıları manipüle eden sistemin sahipleri açık ki alternatif arayışlarına karşı psikolojik bir harekât yürütmektedir. Zira kapitalizm, sermayenin dokunulmazlığından taviz veremez. Sermayenin dokunulmazlığı ortadan kalktığı anda, piyasa aktörleri zenginleşme biçimlerinin kamu çıkarı için sıkı bir şekilde denetleneceğini ve bu zenginleşmenin haddinden fazlalaştığı noktada neşter yiyeceğini çok iyi bilmektedir. Zaten bu hırsları değil mi onları iklim felaketine rağmen bile milim değişmekten alıkoyan?
İnsanlık ise bu haddi aşmış bir avuç azınlığın lütfunu beklemeye yükümlü değil. Ne kapitalizm alternatifsiz, ne de biz çaresiziz.