Berk Efe Altınal
Bir seneden fazla oldu, bir ilköğretim okulu öğrencisinin başörtüsü ile okula girmek istemesi üzerine basında bir yığın yazı çıktı. Belki artık hatırlamıyorsunuz bile, gündeme hızla girdi ve gündemden hızla çıktı. İslamî duyarlılıklara sahip gazeteler dahi olayı provokasyon olarak değerlendirdi. Cumhuriyetçi kesim ise, bunun şeriat yönünde taleplerini gittikçe arttıranların çabaları olarak değerlendirdi. Dolayısıyla bir kez daha tartışılabilecek olan konuların en azı tartışıldı.
Oysa bu olay, belli bir zamanlamayla yapılan bir provokasyon değildi. Haksözhaber gibi haber sitelerini takip ediyorsanız, bu konuda taleplerin ve mağduriyetlerin muhafazakâr kesim için oldukça güncel bir mevzu olduğunu bilirsiniz. Bu talebi ana akım medya belli bir zamanda belli amaçlarla seslendirmiş olabilir. Ancak bu, talebin kendisinin içini boşaltmaz.
İlke olarak, Millî Eğitim Bakanlığının, eğer ilköğretimi TC vatandaşlarına zorunlu tutuyorsa (tıpkı askerlik gibi), okulun kapısına gelen herhangi bir öğrenciyi, inançlarından, giyim kuşamından veya herhangi başka bir sebepten dolayı geri çevirmesi gibi bir hakkın söz konusu olamayacağını söyleyerek başlamak isterim. MEB, ilköğretim ‘görevini’ yerine getirmek isteyen veya ilköğretim hakkından faydalanmak isteyen her vatandaşa bu eğitimi vermekle yükümlüdür.
Öte yandan ben zorunlu eğitime karşıyım.
Zorunlu Eğitim ve Beden
İlköğretim okullarındaki sekiz yıllık zorunlu eğitimden geçen hemen hemen hepimiz görünümümüzle ilgili sorunlar yaşamışızdır. İlköğretim ve lise dönemi, üniformalar, saç boyunun, etek boyunun sürekli kontrol edildiği, sıraya geçmek, düzene girmek gibi bedeni ve görünümü disiplin altına almak üzere müdürler ve yöneticiler tarafından ciddi emek harcandığı bir dönemdir.
Liselerde politika yapan sol gruplar için giyim kuşam üzerinden eylemler sürdürmek küçük burjuva görünebilir. Sözgelimi, bir erkek öğrencinin “Ben uzun saçımla da eğitim alma hakkına sahibim” demesi ya da tek tip üniformalardan şikâyet etmesi alışılagelmiş bir şeydir, ancak kolay kolay kolektif bir mücadeleye dönüşmez. Dönüşmemesinin sebebi, bu karşı çıkışın psikolojize edilmesidir, karşı çıkış ergenlik isyanı olarak görünür ve apolitize edilir. Oysa bu baskı da, bu karşı çıkış da politiktir.
Millî Eğitim Bakanlığı’nın bu konuda yayınladığı kanun, kılık kıyafet yönetmeliğinin amacını üç maddede anlatıyor:
Bu Yönetmeliğin amaçları, her derece türdeki okullarda;
a. Yönetici, öğretmen ve diğer görevlilerle, öğrencilerin, Atatürk İnkılap ve ilkelerine uygun, uygar, aşırılıklara kaçmayan ve sade bir kılık kıyafatte olmalarını sağlamaktır.
b. Kılık kıyafette birlik, bütünlük, uyum ve düzen sağlamaktır.
c. Öğrencilere kılık kıyafet yönünden toplumumuzun özelliklerine uygun tavır, tutum ve alışkanlıklar kazandırmaktır.
(http://mevzuat.meb.gov.tr/html/52.html)
Sekiz yıllık zorunlu eğitim, sekiz yıl boyunca devletin yalnızca zihinlerimiz üzerinde kontrol sahibi olmasından ibaret değil. Elbette, sekiz yıl (ve devamında) devlet, tek taraflı ve tartışılamaz biçimde doğru bilgi olarak aktardığı bir yığın bilgiyle (mesela çarpık milliyetçi tarih dersleri, tek mehzep odaklı din dersleri, yaratıcılık karşıtı resim dersleri gibi) zihnimiz, düşünme biçimimiz ve yaratıcılığımız üzerinde hegamonya kurarken, bir yandan da bedenlerimiz üzerinde kontrol kurar; haftanın beş günü nasıl giyineceğimizi ve nasıl davranacağımızı kontrol eder.
Sekiz yıllık eğitimin sonucunda ortaya ‘medenileşmiş bedenler’ ve ‘medenileşmiş zihinler’ çıkacağı varsayılmaktadır bu ideoloji tarafından. Amaç, yönetmelikte gayet açık biçimde belirtilmiştir.
Bu sekiz yıllık eğitim (ve şimdilerde zorunlulaştırılan ana sınıfı eğitimi), cinsiyet ayrımını da öğrendiğimiz yerdir. Üniforma kuralları ve oturma düzeni sınıfı “kızlar” ve “erkekler” olarak tam ortadan böler. Anasınıflarındaki pembe ve mavi üniformalar ile, ilkokuldaki cinsiyetli önlükler ile cinsiyetler arası farklar yerleştirilir.
Daha ileriki sınıflarda giyim kuşam üzerinden sürdürülen hegemonya devletin toplumsal cinsiyet rejimini de yansıtır. Erkeklerle ilgili kısacık bir madde varken, yönetmelik kadın öğrencilerin giyeceği üniformayı uzun uzun açıklar. Erkek öğrencileri askerlikteki gibi ‘üç numara’ olarak tabir edilen kısa saçlarla ve sakalsız bir yüzle kabul eder. Küpe gibi “kadınsı” aksesuarlar kabul edilmez.
Kadın öğrencilerden ise, “çağdaş” bir görünüm beklenir, ancak bu çağdaş görünüm kadınsılıklarını fazla ön plana çıkartmadıkları sürece meşru görülür. (Bu, yönetmelikte şöyle ifade edilir: “vücut hatlarını belli etmeyecek şekilde, yırtmaçsız, kolsuz ve diz kapağını örtecek boyda bir forma”). Bu, Cumhuriyet’in kadın kimliği anlatısıdır. Kadın başörtülü olmayacaktır, ama saçları açık da olmayacaktır; eteği bileğine kadar olamaz, ama dizinin üstünü de geçemez v.s. Bu, tanıdık “modern (batılı), ama ahlaklı” kadın imajıdır.
Devletin bu kontrol hakkı doğrudan da dile getirilen bir şey. Örneğin, 1 Kasım 2010 tarihli Radikal‘de, Binnaz Toprak isimli köşe yazarı, “Küçük yaşta, henüz reşit olmayan çocukların okullarda başlarını örtmelerine izin verilmesi de gündem dışı kalmalı. Çocukların yetiştirilmelerinden aile kadar devlet de sorumludur. Anne-babaların çocukları üzerindeki tasarruflarına her çağdaş devlet müdahale eder. Örneğin, aileleri tarafından kötü muameleye maruz kalan çocuklar aileden alınabiliyor” diye yazmış.
O halde, zorunlu eğitimin, yedi yaşındaki bir vatandaşı 15 yaşına gelene kadar makul vatandaş haline getirmek gibi bir görevi olduğunu da anlıyoruz buradan. Anadili Kürtçeyse, ona Türkçe öğretilir. Farklı bir dinî pratikle büyüdüyse, ona Hanefi-Sünni Türk-Müslüman dini öğretilir. Kız çocuklara ‘modern ama ahlaklı’ kadın olmak, erkek çocuklara ise ‘delikanlı ama efendi’ olmak öğretilir. Sanat iyidir, ama resim dersinde çizilecek resimlerin neyi anlatacağı müfredatla sabittir. Tabii, dindarlık devletin kabul ettiği sınırların dışına taşarsa, o da zımparalanır.
Hiperaktivite Söylemi ve Ergenlik İdeolojisi
Özellikle orta okul dönemlerinde öğrenciler giyim kuşam baskısına karşı taktikler geliştirmeye başlar. Bu baskı ergenliğe girmeye başladıkları düşünülerek arttırılmıştır. Artık kadın öğrencilerin giysilerine daha fazla dikkat edilir ve erkek öğrencilerle aynı sıralarda oturtulmaları istenmez olur.
Tam da bu dönemde öğrenciler üzerlerinde artan baskıya direnişle tepki verdiklerinde, bu karşı çıkışları okul yönetimi ve ‘veliler’ tarafından geçici ergenlik isyanları olarak okunur. Oysa bu tepki politiktir ve baskının olduğu her yerdeki gibi burada da bir takım direniş taktikleri geliştirildiğini gözlemek zor değildir. Herhangi bir lise veya ilköğretim okulunda gençlerin bu tek tipliğe karşı nasıl taktikler geliştirdiğini gözlemek zor değildir.
Ancak bu ergenlik ideolojisi, bu taktikleri veya karşı çıkışları psikolojikleştirir. Politik olanı, hormonlara veya vücuttaki değişimlere atfederek içselleştirir, doğallaştırır. Doğallaştırma ve psikolojikleştirme, apolitizasyonun en önemli araçlarından biridir.
Hiperaktivite söylemi ise çok daha korkutucu sonuçlara sahiptir. Biyolojik ideolojinin bir türevidir hiperaktivite. Okulda uyum sağlamayan, direniş gösteren, medenileşmek istemeyen çocuklar, kısa süre sonra okulun rehber öğretmeni veya yönetimi tarafından yönlendirildiği bir psikiyatristten hiperaktif tanısı alacaktır. Bu tanının sonuçları vahimdir, bu çocuklar ilaçla uyutulur. Kimyasallarla zehirlenir. Medeniyetin baskısına karşı çıkan her insan gibi, onlar da psikiyatrinin ilaçları tarafından kontrol altına alınır.
28 Şubat ve İlköğretim Reformu
28 Şubat darbesinin en kalıcı icraatlarından biri zorunlu eğitimin beş yıldan sekiz yıla çıkarılması olmuştu. Bunun yapılmasının en önemli sebebi, o dönem İmam Hatip Liselerinin darbe hükümeti tarafından tehdit olarak görülmesiydi. Millî Güvenlik Kurulu, darbe sürecinde 18 temel talepte bulunmuştu ve sekiz yıllık eğitime geçilmesi bunlardan biriydi.
Pek çok muhafazakâr kasabada, özellikle dindar aileler kızlarını Ortaokul 1’den itibaren İmam Hatip Liselerine göndermeyi tercih ediyordu. Bu da, tam başörtüsünün kadınlarca kullanılmaya başlanacağı yıllarda, devletin bu geçişi kontrol etmesini engelliyordu. Kızlar 5. sınıftan sonra okula gitmeyebiliyor ya da İmam Hatip Lisesinde ailelerin gözünde daha meşru bir eğitim alıyordu.
Ortaokul kavramının ortadan kalkması ve ortaokulların ilköğretim adıyla ilkokullarla birleştirilmesi sonucu bu kritik dönem de kontrol altına alınmıştı devlet tarafından. Zorunlu eğitimin üç sene uzatılmasının altında yatan sebep buydu. Beş sene makul vatandaşlar yaratmaya yetmiyordu.
Demokratik bir zorunlu eğitim mümkün mü?
Yukarıdaki örnekten yola çıkarak şunu söyleyebilirim: Eğitimin zorunlu olması çok açık bir ulus devlet ideolojisine dayanıyor. Devlet, belli kalıpların içerisinde yaşayan ve düşünen nesiller üretmek için kullanıyor eğitimi.
Bugün pek çok demokratik hak talebi var. İnsanlar diyor ki, madem eğitim zorunlu, o halde en azından dinimizi tanıyın (hem Aleviler hem dindar Sünniler), dilimizi tanıyın (Kürtler), yaşam tarzımızı tanıyın.
Ben bugünkü ulus devlet paradigmasının Millî Eğitim Bakanlığı gibi bir kurumunun anadilde eğitim veya başörtüsü ile eğitim gibi talepleri karşılayamayacağını düşünüyorum. Bütün bunlar çok daha geniş bir paradigma değişikliği gerektiriyor. Ancak böylesi bir paradigma değişikliği moderniteyi, kemalist aydınlanmacılığı sorgulayan demokratik bir ülkede gerçekleşebilir.
Zorunlu eğitimi dayatan, ulus devlet paradigmasıdır. Çünkü ulus devletin vatandaş tanımı homojendir. TC’nin kökeninde bulunan “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” hayalinin toplumsal temeli yok. Birbirinden çok farklı arka planlara sahip, farklı dilleri konuşan, dini ve dindarlığı farklı farklı yaşayan bir toplum var bu topraklarda ve üstelik neoliberalizmle beraber sınıfsal ayrımlar da gittikçe keskinleşiyor.
Böyleyken, ulus devlet, eğitimi tam da bu farklılıkları zımparalamak için kullanıyor. Hepimizi sıraya dizip okuttukları “Andımız” tam da buna hizmet eder.
Daha ilkokul sıralarından itibaren, Türk olduğumuza, Atatürk tarafından kurtarıldığımıza, Müslüman olduğumuza ama aynı zamanda “laik” bir hayat tarzının doğru olduğuna, yurdumuzun dört bir tarafının düşmanlarla çevrili olduğuna ikna ediliriz. Devletin parasız eğitim vermesinin altında yatan esas sebep hayır işi değil, işte böyle homojen bir toplumu yaratma idealidir.
Dolayısıyla, başörtüsü ile sekiz yıllık eğitim almak ya da Kürtçe eğitim almak ya da millî güvenlik dersinden ya da din dersinden muaf tutulmak gibi talepler, parasız eğitimin varlık sebebini ortadan kaldıracaktır. Eğitimin amacı tam da böyle taleplerde bulunmayan bir toplum yaratmaktır.
Zorunlu Eğitimin Vicdanî Reddi
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan her birey yedi yaşına geldiğinde ilköğretime başlamak zorunda, okullara kayıt yaptırmak ise ailelerin bir görevi. Anladığım kadarıyla, çocuğu okula kaydettirmeyen babaya (anneye değil) önce uyarı, daha sonra da hapis cezası öngörülmekte.
Ben olası çocuğumun 8 sene boyunca güne her sabah “Türküm, doğruyum, çalışkanım” ve “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diyerek başlamasını istemiyorum.
Ben çocuğumun “1915’te soykırım olmadı, ama Ermeni çeteler çok Türk öldürdüklerinden Suriye’deki güzel yerlere gönderildiler” gibi sözde-tarihî bilgiler öğrenmesini istemiyorum.
Ben çocuğumun dünyayı uluslar üzerinden okuyan ve Türklere bütün dünyanın düşman olduğunu, Yunanların korkunç insanlar olduğunu, misyonerlerin vatan haini olduğunu anlatan millî güvenlik derslerini almasını istemiyorum.
Ben çocuğumun sözde “din kültürü ve ahlak bilgisi” –gerçekte Devlet İslamı- dersinde ezberlediği surelerden not almasını ya da Hristiyanlığın ve Museviliğin kitaplarının bozulmuş kitaplar olduğu gibi önyargılı bilgilerle donanmasını istemiyorum.
Hiç bir çocuğun beyninin bu kan ve milliyetçilik, bu düşmanlık ve ayrımcılık dolu düşüncelerle zehirlenmesini istemiyorum. Dünyaya meraklı gözlerle bakan ve bir şeyler öğrenmek için heyecanlanan masum çocukların bu şekilde sömürülmesine karşı çıkıyorum.
Bu karşı çıkış, ulus devlet anlayışına ve kemalist modernleşme modeline bir karşı çıkışı beraberinde getiriyor. İnsanları birbirine benzetmeye çalışan, farklı olanı törpüleyen, törpüleyemediğini dışlayan ve hatta öldüren bu anlayışın bir aracı ve sonucudur zorunlu eğitim.
Dünyada öğrenilecek çok bilgi var ve çok farklı bakış açıları var. İnsanlığın ürettiği bilgi birikiminin muazzamlığı beni büyülüyor. Ancak çocuklara bir şeyler öğrettiğini düşündüğümüz okullar, onları bilginin ve dünyanın tek bir yorumuna mahkûm etmeye çalışıyor, onların elinden bütün bir insanlığın bilgisini alıp Cumhuriyet’in tekil dışlayıcı dünya görüşünü dayatıyor.
Zorunlu eğitim; okulları, demir parmaklıkları, kimyasal zehirleri ve eli sopalı müdür yardımcıları ile bugün modern ulus devletin en önemli, en acımasız silahlarından biri. Üstelik bu silahın namlusu henüz zihinleri zehirlenmemiş milyonlarca çocuğa dönük bir şekilde duruyor.