Behçet Çelik
Geçtiğimiz günlerde BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Başbakan’a bir kitap gönderdi. İlk anda bu kitabın güncel bir kitap olduğu ve Demirtaş’ın Başbakan’ın dikkatini kitapta ele alınan konulara çekmeyi amaçladığı sanılabilir. Oysa, 1990’lar anlatılıyor kitapta. Aradan geçen 20 yıla yakın zamanda içeriğinin güncelliğini yitirmiş olması umulurdu; ne yazık ki böyle olmadı. Aksine, kitapta anlatılanların giderek daha da güncel olma riskiyle karşı karşıyayız. Demirtaş da bu riske -90’lar kâbusunun yeniden yaşanması riskine- dikkat çekmek için bu kitabı göndermiş olmalı.
Bu kitabın altbaşlığı olan “90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak”taki “Güneydoğu’da” kelimesini görmediğimizde son yılların popüler nostalji kitaplarından biriyle karşı karşıya olduğumuz izlenimi doğabilir. Ne de olsa çocukluğu hatırlamanın biraz buruk, çokça tatlı bir yanı var. Yeniden o yaşlarda olamayacağımız için içimiz burulur, ama konu çocukluk yıllarımızdan açıldığında anlatacak bir dolu şey buluveririz. Karşımızdakiyle aynı şeyleri, diyelim bir sakız markasını, bir oyunu, bir televizyon dizisini hatırlıyorsak o yılları birlikte geçirmiş gibi oluruz, birbirimizin hafızasını tetiklemeye çalışırız. “Bak bir de şey vardı o zamanlar, bildin mi?” Son yıllarda internet forumlarında ya da sosyal ağlarda çocukluklarından benzer şeyler hatırlayanların birbirlerini bulup bitmek bilmez muhabbetlere giriştiklerine sıklıkla tanık oluyoruz. Haliyle hatırlananlar da çoğunlukla o yaşlardaki çocukların dünyalarına ait şeyler oluyor. Bu muhabbetler zaman içinde televizyon dizilerine, talk-show’lara yansıdıkça sanki bütün Türkiye’nin ortak bir geçmişi varmış yanılsaması çıkıyor ortaya. Bütün çocuklar 80’lerin ikinci yarısında ve 90’larda aynı oyunları oynayıp aynı televizyon dizileri seyretmiş, aynı modaları takip etmeye çabalamış, benzer şarkılar dinlemiş gibi.
“Ortak geçmiş” dediğimiz şey “ortak kader” gibi kurgusal, hayal ve imal edilmiş bir şey aslında. Ne var ki, aynı toplumsal kesimden sürekli aynı ya da benzeşen kişiler konuştukça bu hayali ortaklık gerçek zannedilmeye başlıyor; klişeler, ezberler yaşananların önüne geçiyor. Demirtaş’ın Başbakan’a gönderdiği, Rojin Canan Akın ile Funda Danışman’ın hazırladığı Bildiğin Gibi Değil/90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak, çocuklukları aynı ülkenin doğusunda geçmiş olanların öbür çocuklardan çok farklı şeyler yaşadıkları gerçeğiyle yüzleştiriyor bizi. Bu çocukların hatırladıkları şeyler de -Batı’dakilerin çocukluk hikâyelerinin benzeşmesi gibi- birbirine bir hayli benziyor. Çarpıcı bir başka nokta var burada. Varlıklı biriyle yoksul biri çocukluklarını düşündüklerinde çok da benzer şeyler hatırlamaz. Biri tatilde yurtdışına gitmiş, öbürü ailesinin geçimi için çalışmak zorunda kalmıştır vs. Bildiğin Gibi Değil’deki çocukların da bazısı varlıklı ailelerden geliyor, bazısı ise çok yoksul; aşiretlerin önde gelen ailelerinden olanlar da var içlerinde, sürekli/düzenli işi olmayan aile büyükleriyle birlikte çocuk yaşta Batı illerine çalışmaya gitmek zorunda olanlar da. Yine de anlattıkları şeylerin büyük bölümünün ortak/benzeş olması, Türkiye’nin güneydoğusuyla ilgili sorunun bazılarınca ifade edildiği gibi sadece azgelişmişlikle ilgili ya da ekonomik nedenleri olmadığını, zengin-yoksul (ağa-köylü) ayrımını dikey olarak kesen başka bir sorunun varlığını bir kez daha hatırlatıyor. Örneğin, dedesi devletle ortak çalışmış bir milis olan Wanbetan’ın gördüğü ve tanık olduğu zulme ne ailesinin geçmişi ne babasının ekonomik imkânları ve devlet güçleri nezdindeki itibarı engel olabiliyor.
“BU MUDUR KARDEŞLİK?”
Bunlar elbette yeni değil, on yıllardır Türkiye’de sıkça dile getiriliyor; Kürtlerin Kürt oldukları için ezildikleri, yok sayıldıkları, katledildikleri, zulüm gördükleri… Akın ile Danışman’ın görüştüğü katılımcıların anlattıkları olaylar bir başka yalanın örtüsünü sıyırıyor. Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda 90’lar boyunca “istenmeyen” şeyler yaşandığından kimsenin kuşkusu yok artık, ama yaşananların masum halkı değil teröristleri ve yandaşlarını hedef almış olduğu yalanı Batı’da bir hayli müşteri buluyor. Kitapta çocukluk ve gençlik hatıraları olarak anlatılanlarsa 90’larda yaşananların nasıl büyük ve yaygın bir zulüm olduğunun farkına varmamızı sağlıyor.
Geçen sene Habur’daki kamptan bir grup Türkiye’ye geldiğinde yaşanan tartışmalar o kadar öne çıktı ki, “Bu insanlar ne zaman Türkiye’den gittiler, neden on yıla yakın zamandır BM kampında yaşamayı yeğliyorlar?” sorusu pek gündeme gelemedi. Bir mülteci kampındaki hayatı (üstelik iç savaş yaşanan Irak’taki bir kampı, dikkatinizi çekerim) yeğleyenlerin başlarına ne gelmişti? Üstelik bu gelenler öyle teröriste falan da benzemiyorlardı, yaşlılar, kadınlar, çocuklar vardı aralarında. 1984 doğumlu Nuvin’in anlattıkları yaşanan felaketin zaman ve mekân ötesi bir hal aldığını gösteriyor, onun ve ailesinin K. Irak’a gitmeden önce yaşadıkları kadar, BM kampında yaşadıkları da acılarla ve zorluklarla dolu. Nuvin’in hayat çizgisi 2006’da döndükten sonra da pek değişmiyor. Aynı davadan üç kez yargılanıyor, aylarca haksız yere tutuklu kalıyor. Şöyle sesleniyor Nuvin söyleşinin sonunda: “Biz kardeşiz, diyorlar, ama ortada bir kardeşlik görmüyoruz. Bize hayvan muamelesi yapılıyor. Ben küçüklüğümden beri rezillik içindeyim. Açlık, susuzluk ve sefalet içinde geçti ömrüm. Bu mudur kardeşlik?”
Bildiğin Gibi Değil’in bir başka önemli yönü de görüşülen kişilerin sadece başlarına gelenleri anlatmıyor olmaları. Katılımcılar yaşadıkları acıların, gördükleri zulmün iç dünyalarında nelere yol açtığına da az ya da çok değiniyor. Çoğunun belirli bir yaşa geldikten sonra dönüp çocukluklarına baktıklarında bir yandan da kendilerini tarttıkları anlaşılıyor. Neyi neden yaptıklarının, başlarına gelenlere hangi dönemlerde nasıl tepkiler verdiklerinin üzerinde bir hayli düşündükleri anlaşılıyor. Belli ki, kimsenin el uzatmadığı zamanlar boyunca kendilerini sağaltmanın bir yolunu aramışlar. Çektikleri acıların iç dünyalarında bıraktığı tortuları, izleri kendi tutum ve davranışlarında fark ettikçe bunlara birer mim koyup üzerinde düşünüp taşınmışlar.
Kitapta sadece yaşanan siyasî baskı ve zulüm anlatılmıyor. Aile içi ilişkilere, kadın-erkek ilişkisine ve gündelik hayata dair dikkat çekici ayrıntılar da aktarıyor katılımcılar. Avsiya’nın şu sözleriyse o yılların genel atmosferinin çarpıcı bir ifadesi: “Buralarda öğlen vakitleri insanın içine hüzün düşerdi. Akşamı ve yarını düşünürdün. Yarın sabaha kim kalkar, kim ölür, kim yaralanır diye. Bu yüzden hiç akşam olsun istemezdim.”
BAŞKALARININ ACILARINA TANIK OLMAK
Katılımcıların çoğu kendi başlarına gelenlerden daha beterini çekmiş olanlara tanıklık etmiş. Kimi babasının, kimi kardeşinin, arkadaşının ya da sadece aynı anda aynı işkencehanede bulunan bir başkasının başına gelenleri gördüklerinde kendi çektiği acıların çok da önemli olmadığını düşündüklerini ifade ediyor. Çektikleri fiziksel acının yanı sıra, daha zor durumdaki bir başkasının acısına engel olamamanın, eli kolu bağlı kalmanın ruhsal acısını duyduklarından, bu ikincisinin yarattığı tahribatın azımsanmayacak ölçüde olduğundan satır aralarında söz ediyorlar. (Tam da bu nedenle, başkalarının acılarıyla acıları katmerlendiği için çektikleri acıları görmezden gelmiş olanları anlamakta zorlanıyorlar.) Ağız birliği etmişçesine bütün katılımcılar, söz barışmak ve affetmek (güncel bir deyimle “helalleşmek” de denebilir) bahislerine gelince, barışacaklarını ama affedemeyeceklerini söylüyor çoğunlukla. Aznavurê, affedebilmesi için toprak altındakilerin çıkmasının, geçmişinin geri verilmesinin gerektiğini söylüyor örneğin. Xêzek unutamayacağı için affedemeyeceğini, Stililê ancak unutabilirse affedebileceğini söylüyor, Şêyhan ise öldürülen babası aklına geldiğinde affedemeyeceğini belirtiyor.
Bütün bu yaşadıklarına ve affetmelerinin imkânsızlığının farkında olmalarına rağmen barışmaktan yana olduklarının altını ısrarla çiziyor katılımcılar. Kendilerine bu acıları bizzat yaşatanları, katilleri, katliam emirlerini verenleri, işkencecileri ise affedemeyeceklerini, onların hak ettikleri cezalara çarptırıldığını görmek istediklerini vurguluyorlar. Başlarına gelenlere, çektikleri acılara gözlerini kapatanlara ise sitem ediyorlar. Bir ülkenin bir bölümünü böylesi bir savaş sarmış, evler, köyler yanar, insanlar kendilerini neyin beklediğini bilmeden yollara düşmüş, sürülmüşken ülkenin öbür yarısındakilerin bu yaşananlara kayıtsız kalmış olmasını anlamakta zorlandıkları anlaşılıyor. Barış konusunda çok umutsuz değiller, ama barışabilmeleri için bugüne kadar duyulmayan seslerinin duyulması gerektiği ifade ediyorlar. Empati bekliyorlar, basit bir şey istiyorlar, kendinizi bizim yerimize koyun, yedi yaşına kadar işitmediğiniz bir dilde eğitim almaya zorlansanız, bütün köyünüz meydanda toplanıp üzerlerine kurşunlar yağdırılsa, en sevdiğiniz insanlar güpegündüz sokak ortasında öldürülse, katilleri yıllarca bulunmasa, küçücük bir çocukken bulduğu mayının patlamasıyla ölen arkadaşlarınız olsa, onların ölümüne tanık olmuş olsanız, çatışmaların sona erdiği dönemlerde, ülkenin öbür ucunda kutlama için atılan havai fişeklerin sesiyle o günlerin yeniden geldiği korkusuyla ürperecek kadar sinirleriniz harap olmuşsa ne yapardınız, bunu sorun kendinize, diyorlar.
HAKİKATLERİN ARAŞTIRILMASI
Barış için, kalıcı ve sürdürülebilir bir barış için, 90’lar boyunca neler yaşandığının tam olarak bilinmesi gerekiyor. Avsiya şöyle sesleniyor: “Benim tek isteğim insanların burada ne çektiğimizi bilmeleri. Batı’dakiler bu yaşadıklarımızı yaşasaydı herhalde dünyayı yakarlardı, diyorum. O yüzden bizi anlamalarını ve barış için bize destek vermelerini istiyorum.” Kendi yaşadıkları bir yana, tanık olduğu vahşetin ardından “Hazal’dan sonrası yoktu artık bizim için. Ülke anlamını yitirdi. Yani hukuk, anayasa her şey bitti” diyen Wanbetan’ın aklının almadığı insanın insana böyle bir vahşeti nasıl reva gördüğü kadar, insanların ilgisizliği aynı zamanda: “Biz neyiz, dünyanın neresindeyiz? Bu ülkenin insanları bizi niye görmüyor? Burada bu kadar kan akarken, bu kadar insan ölürken, bu küçücük çocuklar bunları yaşarken bu ülkenin insanları niye duymuyor bizi?”
Bildiğin Gibi Değil’de hayat hikâyelerini, başlarına gelen ya da tanık oldukları zulmü, haksızlığı anlatan katılımcıların çocukluk ve gençlik hatıraları fiziksel ve ruhsal acılarla dolu. Anlattıklarını art arda okudukça barış için atılacak adımlardan ilkinin gerçeklerin ortaya çıkması için çalışmak olduğu anlaşılıyor. Onların yaşadıklarını unutmaları imkânsız, ama uğradıkları zulme kayıtsız kalmayı bırakır, kafalarımızı gömdüğümüz kumdan çıkartıp işlenen suçların sorumlularının bulunması, bu acıları yaşatanların yanına kâr kalmaması için bir şeyler yapabilirsek, sadece onların acıları görülmüş, yaralarına bir insanın başka bir insanın acısına ortak olmasının mucizevî merhemi sürülmüş olmayacak, bundan sonra benzer acıların yaşanmasına da engel olunacaktır.
Ergenekon’un Fırat’ın doğusunda neler yaptığı konusu bu nedenle çok önemli. Hakikatlerin araştırılması için komisyonlar kurulması, 90’larda neler yaşandığının korkusuzca araştırılması bu yüzden şart. Bunlar, evet, bir yanıyla toplumsal-siyasal talepler, ama Bildiğin Gibi Değil’i okuduğumuzda anlıyoruz ki, bu taleplerin bireysel bir yanı da var; bireylerin altüst olmuş hayatlarının düzene girmesi, yaraların sarılması, sağalması için de bu taleplerin mutlaka hayata geçirilmesi gerekiyor. Savaşın yeniden tırmandığı, olası çatışma, katliam haberleri nedeniyle akşam bültenlerini yüreğimiz ağzımızda izlediğimiz bugünlerde, sadece savaşın neleri harap ettiğini hatırlattığı için değil, yaraların nasıl sarılacağı konusunda ipuçları da içermesi nedeniyle çok güncel bir kitap Bildiğin Gibi Değil.
( Bu yazının daha erken bir şekli 10 Temmuz 2011 tarihli Taraf gazetesi Kitap Eki’nde yayınlanmıştır.)