Cengiz Alğan
Libya’nın 42 yıllık diktatörü Kaddafi’nin ‘isyancılar’ tarafından yakalanıp öldürüldükten sonra oğlu Mutassım ve Silahlı Kuvvetler Komutanı Ebubekir Yunus ile birlikte Misrata’da bir soğuk hava deposunda halka teşhir edilen naaşları bana –hâşâ huzurdan, benzetmek gibi olmasın- cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün naaşının sergilenme hikâyesini hatırlattı. Ata’nın, her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının kafasına mıh gibi kazınmış bir ‘an’ olarak 10 Kasım 1938 günü saat dokuzu beş geçe Dolmabahçe’de ebedi uykusuna dalışından ebedi istirahatgâhına defnedildiği 10 Kasım 1953’e kadar geçirdiği tam 15 yıl, Türkiye’nin uluslaşma, uluslaşırken benimsenen milliyetçilik ve ölümünden sonra da ihtiyaç duyulan mitsel önder kültü konusuna kafa yoranlar için ilginç bir zaman dilimidir.
Christopher Wilson, “Anıtkabir’de Ulusal Kimlik ve Belleğin Temsili” (Nasıl Hatırlıyoruz?, Leyla Neyzi, İş Bankası Kültür Yayınları içinde, sf. 150-186) adlı makalesini şu cümlelerle açar:
“Anıtkabir, Mustafa Kemal Atatürk’ün naaşının son yatış yeri olmasının ötesinde bir kamu yapısı, bir ulusal sahne ve Türkiye Cumhuriyeti’nin umut ve ideallerinin simgesidir. Kurgulanan Türk tarihini, bağımsızlık mücadelesini ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu betimleyen, açıklayan, vurgulayan, anlatı tarzında bir mekânsal deneyim yaratmak için heykeller, rölyefler, yer döşemeleri ve hatta tavan motifleri kullanılmıştır. Anıtkabir, sadece bir kişiyi değil bütün Türkiye’yi temsil eden müşterek bir abidedir.”
Dokuzu beş geçe
Atatürk’ün naaşının Dolmabahçe’deki Ana Tören Salonu’nda sergilendiği üç gün boyunca yaklaşık 500 bin kişi katafalkı ziyaret etti. Katafalkla birlikte cenaze törenindeki sembolizm (bayrağa sarılı tabut, nöbette duran altı asker, kemalizmin altı okunu temsil eden altı meşale ve çiçek düzenlemeleri) Atatürk’ün naaşını barındıran daha sonraki yapılarda ve naaşın nakledilişlerinde de devam etti.
Ankara’ya nakledilmeden önce, altı at tarafından çekilen (altı oka atfen) bir top arabasına yüklenen cenaze Chopin’in Cenaze Marşı eşliğinde Dolmabahçe Sarayı’ndan (buradan doğrudan bir gemiye bindirilmek yerine) Sarayburnu’na kadar bir geçit töreniyle halkın seyrine açıldı. Buradan Zafer isimli torpil gemisine yüklenerek Marmara’da demirli Yavuz zırhlısına aktarıldı. Çeşitli ülkelerin savaş gemilerinin de katılımıyla gerçekleştirilen top atışlarının ardından tekrar Zafer’e yüklenerek İzmit’e hareket etti. İzmit’te çiçek, bayrak ve çelenklerle süslenmiş bir trene aktarılan naaş sabah 10’da Ankara’ya vardı. Gece yolculuğu sırasında da istasyonlar oldukça kalabalıktı. Ankara’da cenazeyi Cumhurbaşkanı İnönü ve beraberindeki kalabalık heyet karşıladı ve meclis binası önünde duran katafalka götürülmek üzere bir top arabasına yükledi. Buradaki katafalkın etrafında da dört general ve iki er (yine altı oka gönderme) nöbet tutuyordu.
Katafalkın bir cami önünden ziyade Meclis Binası önündeki konumu da Atatürk’ün cenaze törenini Doğu’dan çok Batı geleneği içine yerleştirmiş oluyordu. 20 Kasım’da tüm gün halka sergilenen cenaze 21 Kasım sabahı yeniden bir top arabasına yüklenerek 15 yıl yatacağı Etnografya Müzesi’ne götürüldü. Katafalktan Müze’ye giden en uzun yol seçilmiş, tören alabildiğine uzatılmış, böylece etkileyiciliği ve kalıcılığı vurgulanmıştı. Genç Cumhuriyet Atatürk’ün naaşını Etnografya Müzesi’ne koyarak kendi kurucusu ve yaratıcısını müzenin sergilerinden biri olarak sunmuş oluyordu.
Ölümünden tam 15 yıl sonra 10 Kasım 1953 günü Ankara sokaklarını son bir kez daha gezerek halen yatıyor olduğu Anıtkabir’deki Şeref Holü’ne vardı. Bu defaki aktarım yas havası içinde değildi. Aksine, neredeyse bir kutlama biçimindeydi. Bir önceki seferinde altışar kişilik sıralar halinde dizilmiş 96 askerin taşıdığı cenaze bu kez yine altışar kişilik ama 138 asker tarafından taşındı. Tören alayı bu defa da yolu olabildiğince uzattı. Ama Harbiye Bandosu bu defa cenaze marşını çalmıyordu. Ölüm saati olan dokuzu beş geçeyi haber veren top atışı, harbiye öğrencilerinin fırlattığı ışıklar, Atatürk portresine bezeli bir bayrak taşıyan uçaklardan atılan küçük paraşütlere bağlı çiçeklerle cenaze töreninden çok karnaval havası vardı.
“Halkım beni unutmadığı sürece istediği yere gömebilir”
Mustafa Kemal’in ölmeden önce böyle söylediği rivayet ediliyor. Ankara Çiftliği’nde bir sohbet sırasında tasarımcı müdür Tahsin Bey’e şöyle der Atatürk:
“Şu küçük tepede bana küçük ve güzel bir mezar yapılabilir. Dört yanı ve üstü kapalı olmasın. Açıklardan esen rüzgâr bana yurdun her yanından haber getirir gibi, kabrimin üstünde dolaşsın. Kapıya bir yazıt konulsun. Üzerine ‘Gençliğe Söylevim’ yazılsın. Orası yol uğrağıdır. Her geçen, her zaman okusun”
Oraya gömülmeyecektir, ama bir anıt mezar yeri belirlemek de kolay olmayacaktır. 6 Aralık 1938’de Anıtkabir’in yapımı için, aralarında generaller, bakanlar, müsteşarlar, yüksek öğretim müdürleri ve Alman mimarların bulunduğu bir ‘yer belirleme komitesi’ toplanır. Ankara’nın çeşitli bölgelerinden yerler aday gösterilir, sonunda Rasattepe’de karar kılınır. Burası o dönem bütün Ankara’dan görülebilmektedir. Meclis’te yer konusu tartışılırken Balıkesir milletvekili Süreyya Örgeevren’in Rasattepe’nin uygunluğunu açıklarken kullandığı argüman Atatürk imgesinin ikonlaştırılmasının belki de zirve noktasıdır:
“Rasattepe, … bir ucu Dikmen’de öteki ucu Etlik’te olan bir hilalin tam ortasında, bir yıldız gibidir. Ankara hilalin gövdesidir. Anıtkabir’in burada yapılması kabul edilirse… Türkiye’nin başkenti olan Ankara kollarını açmış Atatürk’ü kucaklamış olacaktır. Atatürk’ü böylece bayrağımızdaki yarım ayın yıldızının ortasına yatırmış olacağız. Atatürk, bayrağımızla sembolik olarak birleşmiş olacaktır”.
Bir simgesel olgu daha vardı. Rasattepe eski bir Frig tümülüsüydü ve Atatürk’ün mozolesinin inşasından önce kazılmıştı. 1943-44’te yapılan kazılarda, çoğu Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne götürülen çok sayıda Osmanlı öncesi arkeolojik buluntu çıkarılmıştı. Bu, 1932’den beri savunulan Türk Tarih Tezi açısından önemliydi. Rasattepe’nin konumu Türklere kazılardan elde edilen eserlerle mitsel tarihleri için fiziksel malzeme sağlamanın yanı sıra simgesel malzemeyi de sağladı. Türklerin atası Atatürk hem simgesel hem de gerçek manada Friglerin üstünde yatacaktı.
Anıtkabir yarışması
Mozolenin tasarımı için 1 Mart 1941 günü bir yarışma açıldığı duyuruldu. Hükümetin yazdığı yarışma bildirisi yapılacak mozolede aranan özellikleri belirtirken Türk’ün Ata’sına bağlılığını sonsuza kadar sürdürmesi gereğini vurguluyordu. 1. Madde’de “Her Türk’ün kalbinde yaşıyan bu büyük adamın eserlerini ebediyete mal edecek ve Türk kalbinin ATA’sına bağlılığını bütün kuvvet ve azamaet ile ifade edecek olan Anıt Kabir…” deniliyor; 3. Madde’de “Bu abide ATA’nın; asker Mustafa Kemal, Devlet Reisi Gazi M. Kemal, büyük siyasî, ilim adamı, büyük mütefekkir ve nihayet yapıcı ve yaratıcı büyük dehanın vasıflarının kudret ve kabiliyetinin timsali olacaktır” vurgularıyla Atatürk neredeyse tanrılaştırılıyor; 5. Madde’de “Atatürk’ün ismi ve şahsiyeti altında Türk milleti sembolize edilmiştir” denilerek de yapılacak anıtın sadece bir mezar değil başlı başına ulusal bir simge olması isteniyordu.
Sonraları kemalizmin Kâbe’si olacak Anıtkabir için açılan mimarî yarışma için 20’si Almanya ve İtalya’dan olmak üzere (o yıllarda Mussolini faşizminin ve Hitler Nazizminin iktidarda olduğunu hatırlatmakla yetinelim) 50 başvuru yapıldı. Alman mimar Paul Bonatz başkanlığındaki jürinin ve o dönem yayınlanan mimarlık dergisi Arkitekt’in başvuran eserlere dair değerlendirmeleri de Türk devletinin sembolizm açısından Anıtkabir’e yüklediği anlamları sergiliyordu. Selçuklu veya Osmanlı (yani Doğu) mimarîsinden özellikler taşıyan eserler reddedilirken, rejimin kendisine ‘muasır medeniyet’ olarak hedef seçtiği Batı mimarîsinin özelliklerini taşıyan eserler beğenilmişti. Nihayetinde iki Türk mimarın Helenistik bir tapınak izlenimi veren tasarımları yarışmayı kazandı. Mimarlar Onat ve Arda şöyle diyordu:
“… Türk milletinin skolastikten uyanma, Ortaçağ’dan kurtulma yolunda yaptığı devrimin Büyük Önder için kurmak istediğimiz anıtın, O’nun getirdiği yeni ruhu ifade etmesini istedik. Batılılaşma yolunda en büyük hamlemizi yapan Ata’nın Anıtkabirini, bir sultan veya veli türbesi ruhundan tamamen ayrı, yedi bin yıllık bir medeniyetin, rasyonel çizgilerine dayanan klasik bir ruh içinde kurmak istedik.”
Tek adamlığı tartışılmaz bir lider için o hayattayken sarf edilse anlaşılabilir olacak bütün bu yüceltme ifadelerinin ölümünden epey sonra da kullanılması, ulusça arkamızı yaslayacağımız milli ikonun bugün bile tapınılan bir yarı tanrı olmasını sağlamaya yaramıştır.
Yarışma bildirisinin 2. Madde’sinde dile getirilen “…yüzbinlerce Türk’ün ATA’sının önünde eğilerek tazimini sunması…” amacı da gerçekleşmiş görünmektedir. Genelkurmay Başkanlığı Anıtkabir Komutanlığı resmî sitesinde verilen ziyaretçi sayıları bu durumu kanıtlamaya yeter. Verilere göre 2006’da sekiz, 2007’de on üç, 2008’de altı, 2009’da dokuz, 2010’da beş buçuk milyon kişi Anıtkabir’i ziyaret etmiştir. 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos, 10 Kasım gibi ‘millî günler’de askerler ve okul çocuklarının götürülmesi sonucu ziyaretçi sayısı artış gösteriyor tabii. 2007’deki ‘Cumhuriyet mitingleri’ ve 27 Nisan muhtırası günlerinde de Anıtkabir’in cazibesi artmıştır. Cübbesini kapanın kendi çözemediği sorunlar konusunda ‘Ata’ya şikâyete’ gittiği dönemlerde de artışlar söz konusu.
İkonografinin başlangıcı
Yaratılmak istenen monolitik ulusun tek yönlü hafızasında kalıcı bir yer edinmeyi Atatürk’ün kendisinin hararetle istemiş olması göz önüne alınırsa, ölümünden sonra takınılan bu tavır pek de aşırı görülmeyebilir. Türkiye’de bir devlet başkanının kamusal alana dikilen ilk heykelini 3 Ekim 1926’da Sarayburnu’na diktiren bizzat Mustafa Kemal’dir. Bunu aynı yıl Konya ve 1927’de Ankara Ulus’taki heykel izlemiş ve o günden bugüne Türkiye’de heykel deyince akla gelen tek şey Atatürk heykelleri olagelmiştir. ‘Üç kıtaya hükmeden’ Osmanlı padişahlarının, bırakalım kamusal alana dikilmeyi, heykelleri bile yoktur (Beylerbeyi Sarayı’nın büyük salonuna konulan Abdülaziz’in atlı heykeli hariç).
Yaşarken kendi anıtlarını kendisi diktiren yegâne cumhuriyet lideri Atatürk’tür. Örneğin ilk Lenin heykelleri ölümünden iki yıl sonra stalinist rejim tarafından Lenin’i putlaştırıp kullanmak için dikilmiştir. Stalin’in kendi heykelleri de Atatürk’ünkilerden sonra başlar. Doğu Avrupa diktatörlüklerine dikilen Stalin heykelleri ölümünden hemen sonra Kruşçev tarafından kaldırılmıştır.
Aynı şekilde, Atatürk dışında paraların üzerine kendi resmini bastıran bir cumhuriyet liderine rastlanmaz. Çünkü devlet hazinesinin hükümdarın mülküyle özdeşleştirilmesi monarşilerin ayırt edici bir özelliğidir. Oysa Atatürk 5 Aralık 1927’de tedavüle çıkarılan ilk cumhuriyet banknotlarına resimlerini bastırmıştır. Türkiye’nin açtığı bu çığıra uyan bir başka Avrupa ülkesi yoktur. Mussolini, Hitler, Stalin, Franco, Metaxas veya Enver Hoca resimleri taşıyan banknot yoktur. Sovyet paralarına Lenin portresi ölümünden 30 yıl sonra basılmıştır.
Yer isimleri konusunda da Atatürk eşsizdir. Daha 1922 Eylül’ünde, ‘Yunan’ı denize henüz dökmüşken’, Nif, Kirmasti, Eğin ve Sinasos kasabaları, isimleri Kemalpaşa, Mustafakemalpaşa, Kemaliye ve Mustafapaşa olarak değiştirilen ilk yerleşim yerleri olmuştur. Buna benzer isimlerin sadece coğrafi yerlere değil okullardan kültür merkezlerine, sokaklardan meydanlara, gemilerden uçaklara, gökdelenlerden yer altı geçitlerine kadar sayısız noktaya verildiği hepimizin malûmudur.
Bugün bütün bir Türkiye nüfusunun ‘Kemalist Kişilik Bozukluğu’ ile malûl olmasına sebep olan eşsiz bir Atatürk kültü yaratılması onun ölümünden sonra veya ona rağmen gerçekleşmemiştir. Bu yolu açan bizzat Atatürk’ün kendisidir. Kendisinin başlatıp kurduğu rejimin devam ettirdiği tanrı-lider imgesi, dumura uğratılmış zihinlerimizde ‘millî’ bir kimlik ve hafıza inşa etmiş, gelecek nesillerimizin kimlik ve hafızalarını da daha onlar doğmadan ipotek altına almıştır. Kendilerini pek de orijinal fikirler üretmemiş olan Mustafa Kemal’den bir adım ileriye taşımakta zorlanan bugünkü kemalist zihinlerin, Dolmabahçe’de bugün de dokuzu beş geçede durmakta olan saat gibi sabit durmaklığı belki biraz da bundandır.