Mahmut Mutman
“Nostalji” denilen hissiyatı kapitalizmin garip ve özgün dinamiğine bağlayabiliriz: Kapitalizm, bireyselliği ve tekilliği ne kadar ortadan kaldırır ve toplumsal hayatın çeşitliliğini ne kadar metalaştırır ve tekdüze hale getirirse, o kadar farka ihtiyaç duyar. Mesele bir fark imgesi yaratmak olunca da, geçmişin “başka”lığı verimli bir kaynaktır.
Geçmiş dönemler, alışkanlıklar, modalar ya da kültürler, zamansal uzaklığı korunan ama aynı anda bu uzaklığın insanda hep bir yakınlık hissi duyuracağı türden imgelerle dolaşıma sokulur. Nostaljinin kurguladığı “fark”, tam da bu “uzak-yakınlık” hissinde olsa gerek; uzakta kalan ama sıcak, samimi bir imge. Bu da bize “nostalji” sözcüğünün kökeninde yatan “sıla”, “yuva hasreti” anlamının vaadetme gücünü ve özellikle yabancılaşmış bir dünyada nostaljik söylemin “performatif” (dünyayı betimlemekten ziyade dünyada bir iş yapan, icrai) yönünü gösteriyor. Bu anlamda bir Osmanlı nostaljisi, son yirmi yılda oluşan Türk kültür sanayiinin yarattığı günlük tüketim kültürünün zaten bir parçası: Cemil İpekçi’nin moda tasarımlarından lokanta dekorasyonuna ve televizyon dizilerine kadar. Dolayısıyla bugünlerde “yeni Osmanlıcılık” denilen şeye ideolojik ve siyasal bir akım olarak bakmadan önce, belki de bu küçük noktayı hatırlamamız gerekiyor: Nostaljik hissiyat (geçmişi idealize etme, geçmişe dönme, vb.) zaten her zaman modernliğin ayrılmaz bir parçası olmuştur.
Osmanlı çok-kültürcülüğü
Siyasal düzeye gelince, Osmanlı’da çekici olan nedir? Ulusçuluk çok-etnisiteli, çok-kültürlü toplumu yadsımaya dayandığına, ulusçuluğun krizi hem ulusal hem de bölgesel düzeyde giderek belirgin hale geldiğine ve sorunlara bir yanıt veremediğine göre, “Osmanlı”nın model olarak belirmesinin sebebi bir ulus-devlet olmamasıdır.
Yeni Osmanlıcılığın ideolojik kaynağı AKP’nin İslamî ideolojisinde ve yer yer kullandığı “uygarlık” kavramında bulunabilir; ama nereden kaynaklanırsa kaynaklansın asıl pratik anlamı “Osmanlı çok-kültürcülüğü” diyebileceğimiz siyasal ve yönetsel modeldir. “Çok-kültürcülük” ne Batı’nın icadıdır ne de dünyadaki tek çok-kültürcülük örneği modern Batılı liberal hukuk devletinin çok-kültürcülüğüdür. Tarihçilerin “Osmanlı millet sistemi” dediği düzenlemenin çok-kültürcü bir idarî sistem ve yaşama tarzı olduğu gayet açık.* Osmanlı tarihçisi Aron Rodrigue, Batı ve Osmanlı çok-kültürcülükleri arasındaki farkı gayet güzel açıklamaktadır: Batı sisteminde, kültürel, dinsel veya etnik fark, kültürler dışı ve üstü olduğu varsayılan bir “evrensellik” normuna göre konumlanır. Osmanlı sisteminde ise, bu özgül anlamda herhangi bir evrensel norm yoktur. Hakim dinî gurup olan Müslüman cemaati, kendini diğer dinsel ve etnik cemaatlerden üstün görür (örneğin mahkemede Müslüman olmayanların bir yerine iki tanık getirmeleri gibi uygulamaları düşünün); ama onlara kültürlerin ve dinlerin üstünde evrensel bir norm sunmaz, ne de kendini böyle bir normun ardında saklar. Dolayısıyla İslamiyeti yaymaya çalışsa bile, Batı sömürgeciliğinde gördüğümüzün tersine, Müslüman olmayanların kendi kurallarıyla kendi başlarına yaşamalarına karışmaz ve her cemaat kendi içinde kendi işlerini ve hayatını düzenler. Rodrigue, Osmanlı hoşgörüsüne “evrenselliği olmayan fark” adını vermektedir.
Bu ilginç ve özgün siyasal ve kültürel sistem de tarih içinde dönüşüme uğradı. Osmanlı hakim sınıfı, 19. yüzyıla gelindiğinde oluşan yeni dünya koşullarında, yeni bir düzenlemeye gitmek ve çeşitli “milletlerini” ortak bir Osmanlı yurttaşlığı çerçevesinde birleştirmek istedi. Bir yandan Avrupa’nın yeni emperyal güçlerinin “Doğu sorunu” adı altında Osmanlı üzerine geliştirdikleri program, öte yandan kaçınılmaz biçimde oluşan milliyetçilikler (Osmanlı’ya karşı milliyetçi isyanlarda Avrupa devletlerinin rolü muhakkak vardı, ama aynı zamanda gerçek demokrasi ve özgürlük talepleriyle de ilgiliydiler) gibi karmaşık nedenler sonucu bu proje çalışmadı. Zaten 18. yüzyılın sonundan itibaren Avrupa devletler sistemine fiilen girmiş olan Osmanlı bir süre sonra kendini paradoksal bir konumda buldu. Düyun-u Umumiye gibi kurumlarla bir yandan ekonomik olarak yarı-sömürge haline gelirken, öte yandan yükselen milliyetçilikler karşısında adeta modern emperyal bir konumda kaldı. “Devleti kurtarma” mantığının Osmanlı seçkinlerini sürüklediği çılgın milliyetçiliği ve yol açtığı utanç verici felaketi anlatmama gerek yok.
Bu özetlediğim öykünün bizi şimdilik ilgilendiren tarafı şu ki, modernliğe girişle ne geleneksel millet sistemi yaşayabildi, ne de modern uyarlaması. Yanlış anlaşılmasın, amacım, düzçizgisel bir tarihsel ilerleme modelini haklı çıkarmak değil, çünkü bizzat o model sözkonusu tarihin içinde rol oynamış bir ideolojidir. Osmanlı sisteminin özgünlüğünü incelemeli, elbette tarihten örnek almalı ve ders çıkarmalıyız! Ama, öncelikle, her tarihsel örneğin ayrıntılı biçimde tartışılması ve seçici olunması gerektiğini, hiçbir sistemin düz bir “modelleme” ile yeniden kurulamayacağını idrak vekabuletmemiz gerekir.
“Yeni Osmanlıcılığın”, iki tane pratik bağlantı noktası var. Sırasıyla bunlara bakalım.
“Kürt” Sorunu: İki Siyaset Tarzı
Ulusçuluk etnik gurupları baskı altına aldığına ve sorunlara yol açtığına göre, karşıtlık uyandıran Türk kimliği yerine geçmişte böyle bir “günah” işlememiş Müslüman kimliği Kürt sorununa çare değil mi? Zaten İslamiyetin bizzat öğretisinde ırkçılığa karşı açık seçik önermeler vardır. Buna bir de Türkiye’de değişik Müslüman cemaatlerin yaygın örgütlülüğü gibi araçsal bir gerçekliği ekleyin… Yeni Türkiye demokrasisinde Türkler ve Kürtleri biraraya getirecek köprü Müslümanlık olabilir. Bu gayet akla yakın duruyor, ama bazı koşullarla. Öncelikle Müslümanlığı kimlikçi ve özselci biçimde düşünmezsek; yani, örneğin İslami öğretinin ırkçılığa karşı olmasından gerçek tarihte ve toplumda Müslümanların hiç ırkçılık yapmadığı ve yapmayacağı gibi düz sonuçlar çıkarmazsak. İkincisi, Kürtlüğe (örneğin Kürtçe diline) Kürtlerin ihtiyacı olduğunu unutmazsak ve tüm ulusal-etnik kimlikleri aynılaştıran bir başka düzlüğe kapılmazsak.
Bunları tamamlayan, çok önemli üçüncü bir koşul ekleyelim: Müslümanlık veya Osmanlılık gibi kimlikler kendi başına hiçbir şeyin sihirli çözümü olamayacağı ve demokratik bir dönüşüm 200 yıldır yapıldığı gibi yukarıdan, yasaları değiştirmekle olup bitmeyeceği için, toplumu değiştirecek gerçek bir problemi ve hedefi masaya koymak, gündem oluşturmak gerekir. Sorun, “demokrasi eksikliği” gibi muğlak terimlerle tanımlanamaz. Özeleştiri yapılacaksa doğru dürüst yapılmalıdır. Bu sorunun adı ırkçılıktır, Türkiye’de bal gibi vardır ve soruna adını vermeyen, dolayısıyla uğraşacak bir problem, dönüştürecek bir davranış tarzı tanımlamayan her türlü yukarıdan yasal reform çabası başarısız kalır. Sorun devam eder.
Milliyetçiliğe bir başka kimlikle veya kimlik tarzıyla verilecek yanıt çalışmaz, karşınızdakini de kimlikçi mantığın içine çekersiniz, yani kısır döngü sürer. İzlenecek politika “kimlik” politikası değil, “sorun” politikasıdır. O sorunun adı ırkçılıktır ve Türkiye’de olmadığını söylemek çok ama çok ciddi bir yanılgıdır. Bu yanılgının pahasını her gün daha çok kanla ödüyoruz.
Ortadoğu: Demokratik bir birlik mi, emperyal oyun mu?
Siyasal ve ideolojik bir oluşum olarak “Yeni Osmanlıcılık”, aynı zamanda kapitalizmin tarihsel konjonktürüne bağlanabilir. Ulusçuluğun ideolojik etkililiğini giderek yitirdiği günümüzde, hızla gelişmekte olan ve hayli girişken Türkiye kapitalizminin bölgesel rolünü oynayabilmek için yeni bir ideolojik şekillenmeye ihtiyacı var. Bu noktada solun yapacağı eleştiri, Fransa’nınLibyaile ilişkisi konusunda yönelttiği eleştiriden farklı değil. Öte yandan bölgesel birlikler (ki bu konuda öncülüğü, başarısızlığa uğramış dursa bile AB projesiyle Avrupa yaptı) hiç de küçümsenmemesi gereken oluşumlar. Ortadoğu da kendi içinde demokratik bir birlik ve dayanışma ağı niçin kurmasın?
AKP liderliği, tam da “fundamentalist” yoldan gitmediği için bu konuda öncü rolü üstlenmeye namzet. Yeni Osmanlıcılık burada bir kez daha devreye girmektedir. Unutmayalım ki, “fundamentalizm” de geçmişle bir ilişki kurma yoludur.Eğergeçmişteki temellerin ve ilkelerin, “başlangıçta varolan söz”ün olduğu gibi ve saf biçimde yeniden kurulacağına inanmıyorsam, geçmişle ilişkim nasıl olacak? Bu gerçek bir soru. Eğer bir Osmanlıcılık sözkonusuysa, bu hiç kuşkusuz hazır ve nazır, orada duran bir yanıt gibi ele alınamaz ve AKP için de bir soru teşkil ediyor olmalıdır.
Örneğin siyasal İslamî yaklaşımın bazı kesimleri içinde bir rol oynadığını (adeta bir yanıt teşkil ettiğini) bildiğimiz “uygarlık” kavramı ne dereceye kadar açıklayıcı bir kavram olabilir? Uygarlık Batı’nın da önemli bir kavramı oldu; hatta Huntington gibi İslam karşıtı kuramcıların en temel kavramlarından biri oldu. Nasıl kullanmalı bu iki yanı keskin kavramı, özellikle yabancı dildeki karşılığının “civility” yani “sivillik” olduğunu anımsarsak? Osmanlı çok-kültürcülüğü ve Osmanlı yurttaşlığı tarihsel örnekleri konusunda çok daha ciddi analitik ve kritik araştırmaya ihtiyaç var. Unutmayalım ki, Osmanlı’ya karşı isyan eden sadece Sırplar ve Yunanlılar değildi, Araplar da isyan etti. Arap isyanında İngiliz rolü kuşkusuz önemliydi (“Arap Lawrence”ı hatırlayın); ama kimse de durduk yere, basitçe kışkırtmaya gelip isyan etmez. Tüm bu tarihi basit bir emperyal oyun gibi gören, işi gerçek sorunları ve Arap halkının iradesini hiçlemeye vardıran bir yaklaşım, sadece daha büyük emperyal ağabeylerin bölgeden sorumlu ve elinde kala kala nostalji kalmış memuru haline gelme riskini alır.
“Yeni Osmanlıcılık” kararlaştırılmış, olmuş bitmiş değil, süreç halinde bir ideolojik oluşum. Bölgede, İsrail konusunda olduğu gibi, demokratik adımlar da atabilecek ama son halini almamış, halen açık ve belirsiz bir güçler alanında boy gösteren yeni bir eğilim. Kanımca fark Osmanlı’nın dönüşünde değil, bu dönüşün içinde neyin, hangi tarihin ve nasıl döndüğünde.
* Yine de bu çok az dile getirilmiş bir nokta olduğu için bu konuda öncü iki metne referans vermek istiyorum: Osmanlı çok-kültürcülüğünden ilk sözeden, Amerikan, Hint ve Türk anayasaları karşılaştırması bağlamında Gayatri Chakravorty Spivak oldu. Bkz. “Scattered Speculations on the Question of Cultural Studies”, Outside in the Teaching Machine (New York ve Londra: Routledge, 1993), s. 255-284, özellikle, s. 264. Daha sonra Osmanlı Musevi cemaatlerin tarihçisi Aron Rodrigue, Nancy Reynolds ile mülakatında Osmanlı sisteminin hoş bir betimlemesini verdi: “Difference and Tolerance in the Ottoman Empire”, Stanford Electronic Humanities Review, 5: 1, 1996. Bu öncü metinler, konunun bilinmeye başlamasıyla birlikte tarihsel çalışmalara da yol açıyor. Örneğin, bkz. Karen Barkey: The Empire of Difference: Ottomans in Comparative Perspective (Cambridge University Press, 2008).