Şenol Karakaş
12 Eylül referandumundan sonra, Türk solunun saflarında, tedavisi ne mümkün ne de gerekli olan bir yarılma yaşandı. “Hayır” diyen solun bir kısmı, nefret ve öfke yüklü dil ve eylemlerinin ardından, referandumda “Evet” ya da “Yetmez ama evet” diyen sosyalistleri ve demokratları moda ifadesiyle “liberal” olmakla suçlarken, ulusalcılığın güvenli limanına demir attı. O demirin oradan çekileceği yönünde hiçbir işaret görünmüyor.
Stalinizm ve kemalizmin garip bir birleşimi olan bu sol, AKP’nin daha da güçlenmesine zemin yaratmakla kalmış olmadı, vülger ve ekonomist bir sosyalizm anlayışına ulusalcı renkler katarak, Ermeni soykırımı, Kürt sorunu, siyasal İslam, kozmik oda, yeni anayasa ve Arap Baharı gibi bir dizi sahici siyasal başlıkta, ya siyasal alandan geriye çekildi ya da sosyal reformların ve sıradan insanların devrimci öne çıkışının karşısında yer aldı. Ergenekon davasını sulandırmak isteyenlerin aynı zamanda Kaddafi ve Esad’ı anti emparyalizm adına desteklediğini görmek ne güzel!
Tesadüf olamaz!
Son seçimlerde, bu solun örtük ya da açık bir CHP destekçiliği yapmasını de ekleyince, “Bu kadarı tesadüf olamaz” diyenler çoğaldı. “Tesadüf değilse, hangi tarihsel koşullar solun bir kesimini bu hale getirdi?” sorusu sorulmaya başlandı. Taraf gazetesinde Murat Belge de bu soruya yanıt vermek üzere bir dizi yazı yazdı.
Belge, “Antagonistik çelişki” makalesinde şunları söylüyor: “‘Mantıken’ ve ‘tarihen’ aslında birbirini dışlamamalı. Böyle bir durum varsa, bunun açıklaması, tarihen olan hakkında bilgimizin eksik, yanlış vb. olduğu, bu eksik, yanlış bilgilerle kurduğumuz mantığın da bizi yanılttığıdır. Bu durumda nereye bakarız? ‘Teori’ye mi, ‘ampirik gerçeklik’e mi? Ben ikinciye bakarım.”
Ve Belge bakmaya başlıyor. Başlıyor ama, ampirik gerçeklere bakarken, esas olarak Marksizm ve işçi sınıfı ilişkisini, Marx ve Engels’in işçi sınıfına biçtikleri rolün doğrulanıp doğrulanmadığını değerlendirmeye başladığında, “bütün bu sorulara o alışıldık köhne cevapları vermeye devam edersek, bu işin bir çıkışı da bulunamaz” demiş olmasına rağmen, ne yazık ki, çıkış bulunamayacak bir analiz alanına geçiş yapıyor.
Belge, işçi sınıfının bugün nasıl bir tavır sergilediğini sorup “‘insanlığın geleceğini kuracak’ bir bilinçlilik, bir ortak irade, bir özgüven göremiyorum. Tersine, birçok yerde, ırkçılık dâhil, pek çok faşizan davranış görebiliyorum” yanıtını veriyor. Bunun nedeni işçi sınıfının emperyalizmden rüşvet alması ise, Marx ve Engels’in işçi sınıfına dair anlattıkları her şeyin yanlış çıkacağını ekliyor, kendisinin böyle düşünmediğini vurgulayarak.
Bu tartışmada iki başlık özellikle önemli: 1. Marx’tan sonra üretim düzeyinde ve dolayısıyla işçi sınıfının şekillenmesinde yaşanan öngörülemeyen değişimler, 2. Yaşanmış sosyalizm deneylerinin ve güncel siyasal gelişmelerin, ırkçılık gibi yaygınlık kazanan tehlikeli siyasî akımların Marx ve Engels’i, dolayısıyla marksizmi, bir dizi soruyu yeniden sormamızı gerektirecek şekilde yanlışlaması.
Devrimin öznesi
Belge, “Proletarya ve geleceğin dünyası” yazısında, Marx’ın işçi sınıfını devrimin öznesi olarak görmesinin hem doğru hem yanlış olduğunu söylüyor. Marx’ın dönemi açısından doğru olduğunu, ama aradan geçen zamanda, esas olarak üretim sürecinde ilişkiler değiştiği ve taylorist ve fordist üretim yöntemleri devreye girdiği için işçi sınıfının durumunun değiştiğini söylüyor. Bu iddia Murat Belge’nin tartışmasının en zayıf yanını oluşturuyor. Zira, dünyada 2009 rakamlarına göre, 270 milyon sanayi işçisi var. Bunların yüzde 40’ı gelişmiş OECD ülkelerinde, yüzde 15’i Çin’de, yüzde 15’i Latin Amerika’da, yüzde 15’i eskiden SSCB’yi oluşturan ülkelerde, yüzde 10’u Asya’da ve yüzde 5’i Afrika’da. Bu, sadece sanayide çalışan ücretli emekçilerin sayısı. 1990’lı yıllarda yapılan bir araştırmaya göre, dünyada üçte biri sanayi sektöründe çalışan 700 milyon ücretli işçi ailesi var. Aileleriyle birlikte 2 milyardan daha fazla sayıda insan, işçi olarak yaşamak zorunda. Dünya nüfusunun üçte biri ücretli emekçi. Bu sayıya tarım işçilerini, topraksız köylüleri ve işsizleri eklediğimizde, dünya nüfusunun yarısının yaşamak için ellerinde emek güçlerinden başka satacak hiçbir malı olmayan insanlardan, yani işçilerden oluştuğu açığa çıkar. Türkiye’de ise 2007 rakamlarıyla istihdam edilenler içinde 11 milyon 683 bin kişi, çalışanların yüzde 51.4’ü, ücretli işçi. Marx’ın işçi tarifini, yaşamak için emek gücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayanlar olarak özetleyebiliriz. Kapitalizmin sihiri, üretim ve yeniden üretim sürecinde sermayenin kendisine verdiği değerden daha fazla değer üretebilen bir metanın, yani emek gücünün var olmasında. Kapitalist çağın, emek gücünün alınıp satılan bir meta olarak tarih sahnesine çıkmasıyla belirginlik kazandığının altını çizmek gerekir.
İşçi sınıfının üretim araçları karşısındaki konumu bir şey, işçi sınıfının kendi iç şekillenmesi farklı bir şey. Taylorizm sınıf mücadelesinde işçi sınıfının üretim süreci üzerindeki bilgisini ve dolayısıyla kontrolünü, işçileri üretim sürecinin en basit dişlisi haline getirerek elinden alırken, fordizm, piyasalara kitlesel üretimi, yoğun emek sömürüsüne dayalı sermaye birikimini hâkim hale getirerek, yeniden üretim süreçlerinin, diğer bir deyişle hizmet sektörünün de hızla gelişmesine neden oldu. İşçi sınıfı değişti mi? Evet! İşçi sınıfının iç yapısı değişti mi? Bu sorunun da yanıtı evet! Ama ücretli emekçiler nüfusunun Marx’ın öngörülerinin de ötesinde patlamalı bir şekilde artıp artmadığı sorusunun yanıtı da evet!
Belge, Marx’ın üretim sürecinde işçinin yerini alan robotları kuşkusuz öngöremediğini şöyle anlatıyor: “Herhangi metanın üretiminde kafa emeğinin payı sürekli artarken kol emeğinin payı sürekli azaldı. Bu gidişin bir aşamasında proletaryanın yerini alacak robotlar yapılmaya başlandı ve şimdi bu da epey ileri aşamalara geldi.” “Proletaryanın yerini alacak robotlar”, bir efsane. Eski bir efsane. Bu efsane, şu soruya yanıt vermekten bir hayli uzak: İşçinin yerini, bir an kabul edelim ki, robotlar aldı! Bu durumda, artı değer sömürüsünün kaynağı, kârın kaynağı ne olacak? Kapitalist sistemin, sermaye birikiminin sürekliliği için emek gücünün karşılığı ödenmemiş kısmı dışında bir kâr kaynağı varsa, Marx’ın kapitalist üretim sürecinin eleştirel bir tahlilinden derhal vazgeçmek, yepyeni koşullarda yaşadığımızı ilan ederek, bu koşulları analiz etmek için çaba göstermek gerekir. Bu ise “kol emeğinin payı azalırken kafa emeğinin payı arttı” sonucundan tümüyle başka bir sonuca götürür bizi. Bu sonuçta ise işçi sınıfının nasıl ve neden öldüğünü, gücünü yitirdiğini, örneğin Marx’ın kapitalizm analizini çürüten ya da aşan bir başka analizle kanıtlamak gerekiyor. Sistemin hâlâ sermaye birikimi, rekabet ve kâr güdüsüyle hareket ettiği düşünülüyor ama buna rağmen işçi sınıfının zayıfladığı, yok olduğu ya da biçim veya nitelik değiştirdiği iddia ediliyorsa, meta üretiminin ve genişlemiş meta üretiminin, paranın sermayeye nasıl dönüştüğünün ve tüm bu mekanizmanın içinde kârın nasıl ve nereden elde edildiğinin kanıtlanması gerekir.
Siyasî özne
Bu tartışmada garip bir yan var. Murat Belge işçi sınıfını görmüyor, hem de işçi sınıfının son 20 yılda en görünür olduğu bir dönemde. “‘İnsanlığın geleceğini kuracak’ bir bilinçlilik, bir ortak irade, bir özgüven göremiyorum” diyor, bunun yerine ırkçılık ve faşizan davranışlar görüyor. Irkçılık ve faşizan davranışların olmadığını söylemek yanlış olur. Ama şunlar neden görülemiyor: 1995’teki grevden geçtiğimiz ay örgütlenen greve kadar Fransa, genel grevlerle sarsılan Yunanistan, Wall Street işgalleri, Wisconsin direnişi, İtalya’da gelişen sınıf hareketi, Tunus ve Tahrir’de patlayan devrim, bu direnişlerdeki dayanışma, birlikte öğrenme ve geleceği birlikte kurmak yönündeki güçlü eğilimler; Mısır’da 2005’ten beri zor koşullarda örgütlenen işçi hareketi, 1999’da Seattle’da parlayan antikapitalist hareket; küresel kapitalizmin krizinin faturasını ödemek istemeyen öfkelilerle örgütlü işçi hareketinin zaman zaman buluşan hareketliliği, yepyeni bir kuşağın bir kez daha sahneye çıkışı, kadınların tüm hareket içinde, Tunus ve Mısır’da etkin bir siyasî özne olarak öne çıkması?
Kapitalizmin bütün sıvaları dökülürken, Zizek’in Wall Street gösterilerinde dediği gibi, henüz hareketin daha çok başındayken ama başlangıcında bile kapitalizm milyonlarca insan tarafından derin bir sorgulamaya mahkûm edilmişken, şimdi işçi sınıfının rolünü sorgulamanın zamanı mı? Avrupa ve Amerika’da göstericiler ellerinde Marx’ın kapitalizmi eleştiren dövizlerini taşırken, neden Marx sorgulanıyor? Bu soruların bir yanıtı Belge’nin şu görüşlerinde gizli: “‘Sosyalizm nerede, nasıl kuruldu?’ diyerek bakın çevrenize, bakalım işçi sınıfını nerede göreceksiniz: Çin’de mi, Vietnam’da mı, Küba’da mı? Nerede? En etkin varlık gösterdiği, Rusya’dır, 1917’dir. Ama savaş olmasa orada da işçi sınıfının devrim yapması pek düşünülemezdi. Ama bunların hepsinde bir ‘işçi sınıfı katılımı’nın olduğu varsayılırdı. Birkaç şehirde az sayıda işçi bulunabilen Çin’de de devrimin ‘işçi sınıfının ideolojik öncülüğünde’ gerçekleştiği söylendi – çünkü başka türlü bir önderliğinden söz etmek mümkün değildi.”
Bu, dosdoğru bir stalinizm tartışması. Ekim devriminin kaderi tartışması. Belge, çok doğru bir soru soruyor. Çin, Vietnam ya da Küba’nın, sosyalizmle, işçi sınıfı iktidarıyla, Marksist sosyalizm anlayışıyla ama hepsinden önce 1917 Ekim devrimiyle, bu devrimi öznesi olan işçi sınıfının grevler, genel grevler ve ayaklanma sırasında şekillendirdiği Sovyet türü siyasal ve demokratik örgütlenmelerin iktidarıyla hiçbir benzerliği yok. Benzerlik, Ekim devriminin yenilgisinin üzerinde yükselen Rus bürokrasisinin tek parti despotizminin garantiye aldığı ve yine işçilerin bildiğimiz kapitalist sömürüye maruz kaldığı ekonomik kalkınmacılığa yaslanan toplumsal yapıda yatıyor. Bu toplumsal yapı, hangi işçi sınıfı eyleminin amacı olabilir, böyle bir toplumun ipuçları Marx, Engels, Rosa Lüksemburg, Gramsci, Lenin ya da Troçki’nin hangi öngörüsüyle, hangi analiziyle bağdaştırılabilir?
Stalinizm ile bolşevizm
Bu, stalinizmdir. Rusya’nın 1920’lerin ortalarından itibaren Stalin önderliğindeki bürokrasinin adım adım örgütlediği bir karşı devrimle devlet kapitalisti bir rejime dönüştüğünü açıklayan “Rusya’da devlet kapitalizmi teorisi” bu yüzden çok önemli. Stalinizm, aşağıdan sosyalizm geleneğinin kesintiye uğramasına neden oldu. İşçi sınıfının 1917 yılının devrimci kitlesel eylemleriyle elde ettiği tüm kazanımları gasp etmekle kalmadı stalinizm, aynı zamanda büyük bir maharetle kendisini leninizmin devamcısı olarak da ilan etti. Stalinist bürokrasi; milliyetçiliği, parti iktidarını ve devlet mülkiyetini sosyalizmin kuruluşunun vaz geçilmez öğeleri olarak kabul ettirdikçe, farklı ülkelerde milliyetçiliği, tepeden örgütlenmeyi, anti demokratik, kendi eylemini işçi hareketinin eyleminin yerine ikame etmeyi, ulusal devlet kapitalizmini geliştirmeyi sosyalizm mücadelesinin temel başlıkları olarak algılayan bir kuşak şekillendi.
Bu kuşak, stalinizmin sosyalizmden kopuş olduğunu; stalinizm ile bolşevizmi bir kan nehrinin birbirinden ayırdığını kavrayamadı. Yirminci yüzyıl, aynı zamanda, stalinizm ile küresel kapitalizmin küresel suç ortaklığının tarihidir. 1920’lerin sonlarına doğru Çin’de, Fransa’da, İspanya’da istisnasız her devrimci kitle hareketi stalinizmin egemenliği nedeniyle mağlup oldu. Bu hareketler belki yine yenilebilirdi, ama stalinizm yenilgiyi kaçınılmaz hale getirdi. Almanya’da ise Hitler’in iktidara giden yolu stalinist “sosyal faşizm” teorisiyle döşendi.
Kısacası, stalinizme karşı, özgürlükçü bir sosyalist muhalefet vardı. İşçi sınıfının direnişi de vardı. 1925-1927 yıllarında Çin’de gerçek bir işçi devrimi kazanım elde edebilirdi. 1933’te Almanya’da, 1936’da İspanya’da, aynı dönemde Fransa’da stalinizm, batı kapitalizminin suç ortaklığını leninizm maskesinin arkasına gizleyerek işçi hareketlerinin yenilgisini kolaylaştırdı. 1953’te Doğu Almanya’da, 1956’da Prag’da işçiler vardı. Ama iktidarda değillerdi, özgürlük için attıkları adımların bedelini ödeyen radikal muhalefetin öncülüğünü yapıyorlardı.
İşçi sınıfının hem değişen yapısını, hem de yapısı değişirken tarihin belirleyici gücünü taşıdığını görmek için, stalinizmin aşağıdan sosyalizm geleneğinin üzerine örttüğü milliyetçilik bayrağını çekip atmak gerekiyor. Kapitalist diktatörlüğün bir biçiminin sosyalizm tartışmalarında referans olarak kullanılması, çoğu kez tartışmanın başlamadan bitmesine neden oluyor. Murat Belge ne sosyalizmden vaz geçtiğini ne de işçi sınıfı bir kenara itmek gerektiğini söylüyor. Bunun için, bir başka gelenekle tartışmak gerekmiyor mu? Stalinizmin leninizmle hiçbir ideolojik, politik, genetik bağı olmadığını stalinizmin yeşermeye başladığı günden beri anlatan gelenekle.