Doğan Tarkan
Devrimci bir muhalefetin dayanacağı temelleri tartışabilmek için önce AKP’nin nasıl bir siyasî örgütlenme olduğunu tartışmak gerekir. Bu parti kimilerince faşist, kimilerince şeriatçı, kimilerince ikisinin karışımı olarak İslamcı faşist olarak nitelenmektedir. Bunlar anlamsız iddialardır. Bu tespitlere dayanarak yapılan muhalefet hareketleri hükümeti zayıflatacağına güçlendirmektedir.
AKP, 28 Şubat’ın arkasından İslamcı partiden kopan kadroların ANAP ve kısmen de DYP’nin çöküşünden kopan kadrolarla birleşmesinden oluştu. Muhafazakâr olduğu açık. Kadrolarının ağırlıklı olarak dindar kişilerden oluştuğu da açık. Ancak AKP ne şeriatçı bir parti olarak nitelenebilir, ne de faşist. AKP, ANAP’tan sonra yeni liberalizmi en iyi uygulayan siyasî partidir. En belirgin özelliği budur. Bu nedenle kimi zaman kimi noktalarda bazı kesimleri ile çatışmasına rağmen egemen sınıfın en geniş kesimlerinin desteğine sahiptir ve gücü esas olarak buradan gelmektedir.
Askerî vesayete karşı
AKP’nin ikinci özelliği askerî vesayete karşı olmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden itibaren askerî vesayet altındadır. İlk dönemleri açık bir tek parti diktatörlüğüdür, ardından 1950’de tek parti diktatörlüğünün siyasî örgütü CHP’nin, DP karşısında 1950 seçimlerinde ağır bir yenilgi almasıyla başlayan kısmî sivilleşme 1960 darbesi ile kesildi.
27 Mayıs darbesi yeni bir anayasa yaptı. Bu anayasa bir yandan bazı özgürlüklerin kapısını bir ölçüde açarken, diğer yandan askerî vesayeti çok partili demokrasi ortamında sürdürecek kurumsal yapıları oluşturdu. 12 Mart darbesi, 1960 anayasasının kimi özgürlükçü yanlarını törpüleyip ortadan kaldırırken, 1960-70 arasında gelişen işçi hareketinin ve sosyalist hareketin de önünü kesti. 1980 anayasası ise askerî vesayetin kurumlarını düzenleyip güçlendirdi, sosyalistlere ve işçi hareketine çok ağır darbeler indirdi. Daha sonraki 28 Şubat ve 27 Nisan müdahaleleri ise askerî vesayeti korumayı amaçlamaktaydı.
AKP’yi oluşturan kadrolar, bütün bu süreçte askerî vesayetle birincil planda olmasa da çatışan ve zaman zaman da işbirliği içinde olan kadrolar. Her askerî darbe ve özellikle 28 Şubat ve 27 Nisan müdahaleleri muhafazakâr kadroları da hedef aldı.
İktidara gelen AKP için askerî vesayetle mücadele birincil hedef değildi. Nitekim iktidarlarının ilk yıllarında tek bir adım dahi atmadılar, ta ki Ergenekon soruşturması başlayıncaya kadar.
Ergenekon Davası’nı Balyoz tutuklamaları ve davası izledi. Son olarak da eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ yargılanmak üzere tutuklandı.
Tutarsız muhalefet
Kemalistler ve ulusalcı sosyalistler Ergenekon ve onu izleyen davaları AKP hükümetinin bir oyunu, kendi derin devletini kurma çabası olarak gördü ve bu nedenle açıkça darbe planlayan, devlet olanaklarını kullanarak halkın seçtiği hükümetleri yıpratmayı ve sonuç olarak da askerî bir müdahale ile devirmeyi planlayanların yargılanmasına karşı çıktı. Bu tutumu alanların esas derdi, Ergenekon ve Balyoz Davaları’nın AKP hükümetini güçlendirmesiydi. Oysa dikkatli bir bakış AKP’nin bu soruşturmaları ve davaları hızlandırmadığını, genişlemesine olanak vermediğini görecektir. Gerek soruşturmalar ve operasyonlar, gerek davalar hükümetin ciddi bir desteğine sahip değildir.
Ne var ki, AKP karşıtı muhalefet askerî vesayetin zayıflamasına yol açan bu gelişmeler karşısında o denli tutarsız bir tavır aldı ki, sonucunda AKP büyük halk yığınlarının gözünde demokrasiyi savunan örgüt haline geldi, muhalefet ise demokrasiye karşı askerî vesayeti savunan güç oldu. Açıkçası, AKP’yi “demokrat” yapan AKP’ye muhalefet edenler oldu.
Etkisi son derece az olan ulusalcı sosyalistlerin kenardan yaptıkları muhalefet ise AKP’nin demokrat olmadığını anlatmayı amaçlamakta. Bir yandan Ergenekon ve Balyoz Davaları’nı karşı çıkıp ya da küçümseyip diğer yandan hükümetin her türlü anti demokratik adımını teşhir etme çabası tutarsızdır ve bu nedenle büyük yığınları etkilemekten uzaktır.
Kürt sorunu
Bütün bunlara Kürt sorununda alınan tutumları da eklemek gerekir. Açık ki Kürt sorunu gündemin en önemli, en belirleyici sorunudur. Bu sorun Kürt halkının talepleri doğrultusunda çözülmeden, Türkiye’de demokrasiye doğru bir adım atılması mümkün değildir.
AKP hükümeti bu konuda da ikili bir tutum sergiledi. Bir aşamada Kürt özgürlük hareketi ile yoğun görüşmelere başlayan hükümet, bunun sonucu olarak Kürtler tarafından yetersiz ama olumlu bulunan adımlar attı. Kısaca ‘demokratik açılım’ denen süreç bir umut oldu.
Ne var ki, Kürt özgürlük hareketi dışındaki muhalefet ve esas olarak da sol muhalefet bu aşamada barış için güçlü bir çıkış yapamadı, Türk halkının da barış istediğini, siyasî bir çözümden ve Kürt kimliğinin tanınmasından yana olduğunu gösteremedi ve bu arada açılım kapandı.
Hızla yeniden savaş ortamına girildi. AKP, Kürt hareketine karşı yoğun bir saldırı başlattı. Uzun bir süredir durmuş olan askerî operasyonlar yeniden başlarken binlerce Kürt siyasî aktivistinin tutuklanmasına neden olan KCK operasyonları hız kazandı. KCK operasyonları giderek büyük bir siyasî kampanyaya, adeta BDP’yi silmeyi amaçlayan bir kampanyaya dönüştü.
Yığınlara güven
Bugün muhalefetin dayanacağı toplumsal taban neresidir? Bu soru 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği referandumunda sonra daha da önem kazandı. Yukarıda anlatılan siyasî tutumlar referandumda iyice kristalleşti. Referandum karşımıza iki seçenek koydu, evet ya da hayır. Kürt özgürlük hareketi boykot tutumu alarak üçüncü bir seçeneği de ortaya sürdü ve Kürt bölgelerinde boykot tutumu halkın asıl tercihi oldu. Batı’da ise boykot tutumu geçersizdi.
Referandumda yüzde 58 evet, yüzde 42 hayır dedi. Evet oyları, Türkiye’nin yoksul, emekçi bölgelerinden, hayır oyları ise zengin bölgelerden geldi. Referandumun arkasından toplumdaki bölünme daha netleşti, siyasî güçler daha da keskin bir biçimde birbirlerinden ayrıştı. En keskin ayrılık ise solda yaşandı, yaşanıyor.
Başını ulusalcı sosyalist grupların çektiği bir kesim gelişmenin temelini yüzde 42 olarak gördü. Bu çok yanlış bir tespittir. Yüzde 42 esas olarak Türkiye’nin üst/orta sınıflarına ve zengin bölgelerine dayanmakta. Yüzde 42’yi kendilerine gelişilecek alan olarak görenler aynı zamanda bu 42’nin Kürt sorununda en aşırı Türk milliyetçisi kesim olduğunu da görmezlikten geliyor. Elbette ki yüzde 42 içinde bu tanımlamalara uymayan bir kesim de var, ama bu çok küçük bir bölümü oluşturmakta.
Yüzde 42’yi tercih edenler diğer taraftan özgürlükleri birinci tercih yapmış olan yüzde 58’i reddetmektedir. Yüzde 58’i küçümsemekte, alayla karşılamaktadırlar. Bu, işçi ve emekçilerin küçümsenmesi ve alayla karşılanmasıdır.
Öte yandan, yüzde 42’yi tercih edenler demokrasi, özgürlükler için ve askerî vesayete karşı verilen mücadeleyi de reddetmekte ve asıl önemli olanın emek mücadelesi olduğunu vurgulamaktadır.
Emeğin hakları için mücadele elbette önemli, ancak işçi ve emekçilerin özgürlük ve demokrasi için, askerî vesayete karşı tutumlarını küçümseyenlerin emeğin hakları için mücadele demeye pek hakları yok; hakları olmadığı gibi emekçi yığınlar arasında şansları da yok.
Türkiye’de emek hareketinin oldukça sınırlı, güçsüz olduğu sır değil. Bunun başlıca nedeni işçi hareketinin bir kesiminin başında olan Kemalist-ulusalcı ittifakının tutumlarıdır. Bu ittifak işçi sınıfı hareketini birleştirmek yerine bölmekte ve mücadele gücünü iyice düşürmektedir. Aynı zamanda özgürlükler ve demokrasi mücadelesinde de yanlış tarafta durarak işçi ve emekçi kesimlerden uzak düşmektedir. Bu nedenle DİSK ve KESK üye kaybeden, küçülen örgütlenmeler durumunda.
Yüzde 58’e bakan özgürlükçü sosyalistler ise her şeyden önce askerî vesayete karşı mücadelede başı çekmektedir. Kürt özgürlük hareketinden Ermeni sorununa kadar bütün demokrasi mücadelelerinde en önde yer almaktadır ve bu tutumları ile ulusalcı sosyalistlerle arasında derin bir uçurum oluşmuştur.
Özgürlükçü sosyalistler, basitçe, referandum tutumları ile büyük işçi ve emekçi yığınların yanındadır, darbelere karşı gerçekleştirdikleri sayısız yürüyüş, gösteri ve toplantı ile büyük emekçi yığınların yanındadır.
Muhalefetin ilk yapması gereken de budur. Demokrasi için mücadele etmeden, özgürlükleri savunmadan, darbelere ve darbecilere karşı açık bir tutum almadan işçi ve emekçilerin yanında yer alınamaz.
Devrimci muhalefet yapabilmenin ve iktidar partisini geriletebilmenin ilk adımı darbecilere, askerî vesayet karşı açık tutum alabilmektir. Toplumun yüzde 58’i açıkça, geri kalan yüzde 42’nin bir kısmı da üstü örtük bir biçimde darbelere karşı çıkmaktadır.
Bugünlerde yaşanan iki önemli gelişme karşısında gerek parlamenter muhalefetin gerek Türk solunun tutumu anlaşılır gibi değil. 12 Eylül’ün generalleri yargılanacak. Hem parlamenter muhalefet hem Türk solu sessiz. Eski genelkurmay başkanı darbecilik suçlaması ile tutuklandı, gene ses yok. Çıkan tek tük sesler ise endişelerini dile getirmekte. Duyulan endişe AKP’nin güç kazanmasıdır.
12 Eylül generalleri yargılandığı için veya bir darbeci general tutuklandığı için neden AKP güç kazansın? Bunu ancak darbelere karşı tutum almayan, darbe girişimlerini küçük gören bir tutum düşünebilir ve bu tutumun sahiplerinin büyük emekçi yığınlar nezdinde şansı yoktur.
Kürt sorununda tutum
Açık ki, bugün Kürt sorunu çözülmeden demokrasiye ve özgürlüklere ilişkin sorunlar da çözülemez.
Kürt sorunu asıl olarak Kürt halkının kimliğinin tanınması sorunudur. Bu gerçekleşmeden Kürt sorununun da çözülmesi mümkün değildir.
Kürt halkı kimliğini kazanmak için defalarca ayaklandı. Son ayaklanma ise 30 yılı aşkın bir süredir devam ediyor.
Başlangıçta bir eşkıya hareketi olarak tanımlanan Kürt hareketi bugün devlet kurumlarının muhatap kabul ettiği, görüştüğü bir noktaya ulaştı ve artık çözüm kaçınılmaz ölçüde yakın. Şimdi barışı kazanmak için bir dizi ön adımın atılması için mücadele büyük bir öneme sahip.
Askerî operasyonların ve KCK operasyonlarının durdurulması. KCK tutuklularının serbest bırakılması. Devlet kurumlarında Kürtçe konuşulmasının mümkün olması. Kürtçe eğitimin başlaması. Ve en önemlisi Kürt hareketinin önderi durumunda olan ve bu durumu devlet kurumları tarafından da kabul edilmiş olan Abdullah Öcalan’ın koşullarının düzeltilmesi.
Bu adımlar barışa giden yolu açacak, Kürt hareketinin de karşılığında adım atmasını sağlayacaktır. Bundan sonra tartışılacak olan konu dağdaki savaşçıların ve PKK’nin durumudur. PKK’ye yasal alanda mücadeleye katılma olanağı verilmeden, bunun için gerekli adımlar atılmadan açık ki sorun gene çözüme kavuşmayacaktır.
Kürtler ve tüm ezilenler için özgürlük isteyen, askerî vesayetin tüm kurumlarıyla ortadan kaldırılmasını savunan, gerçek demokrasi talep eden, bunları yaparken AKP’nin büyük sermaye yanlısı her türden politikasına karşı çıkan devrimci bir muhalefet kitleselleşebilir. AKP’nin ve onu var eden CHP-MHP’nin belirlediği siyasî denklemi bozabilir. Bu fikirde olan binlerce insan var, çözüm gerçek demokrasi, barış ve özgürlük isteyen binlerce aktivistin birlikte örgütlenmesinden geçiyor.