Teyfur Erdoğdu
Osmanlı mimarî cephe ve (Fatih, Selim, Kanuni ve Abdülmecid gibi padişahların) sikke kabartmaları, Anadolu Türkmenlerinin hayvan biçimli mezar taşları hariç tutulacak olursa (ki bunların bağımsız ögeler olmamaları ve zaman/mekân ile kurdukları irtibatların mahiyetleri sebebiyle heykel olarak adlandırılmaları zordur), bildiğim kadarıyla Mısır dışındaki Osmanlı Müslümanlarının yaptırdığı ilk heykel Padişah Abdülaziz’in (1830-76) 1871’de Charles F. Fuller’a sipariş ettiği mermerden kendi büstü ve at üstündeki bronzdan heykelidir.[1]
Abdülaziz heykelini sipariş eder etmesine, ama Pertevniyal Valide Sultan’ın (1812-83) bu işten rahatsız olması yüzünden heykeli için görüntü (pose) dahi veremez. Sonuçta, Süvari Abdülaziz heykeli hattızatında meydana dikilmek için çok küçük boyutlarda olduğundan muayede salonuna yerleştirilir. Burada herhangi bir sorun yoktur. Ancak 1864’te Fransa’dan getirtilen ve meydan heykeli de olabilecek evsaftaki yirmi dört hayvanın sadece Beylerbeyi Sarayı’nın bahçesine konulmasında kamuoyundan çekinme etkili olmuş mudur, araştırılası bir konudur.
Yine aynı padişahın yaptırttığı Osman Gazi’den kendisine kadarki tüm Osmanlı hükümdarlarının fildişinden büst-levha karışımı heykelimsilerini, kabartmalı madalyaları, nişanları, II. Abdülhamid (1842-1918) döneminde Şam’da dikilen ve Raimondo D’Aronco’ya yaptırılan üzerinde Hamidiye Camii’nin küçük bir numunesi bulunan Telgraf Anıtı’nı[2] ve Hayfa’daki dört iyon sütun üzeri kaideye kabartılan lokomotif tezyinli Hicaz Demiryolu Anıtı’nı (ki bunların da yukarıda sayılan sebeplerle heykel olduklarını söylemek yine müşkildir) saymazsak, imparatorlukta Müslümanların yaptıracağı bir sonraki heykel için 1915-16’yı beklemek gerekir. Bu seferki, Sivas Valisi Muammer Bey (1874-1928) tarafından Hafik (Koçhisar) İlçesi’nde diktirilen ve heykeltıraşı Ermeni asıllı Osmanlı vatandaşı Keverek Usta olan Osman Gazi’nin uzun yüzü ve sivri sakalı ile Sokrat’a benzeyen büstüdür. Açılışta ilginç şekilde Sivas müftisi de hazır bulunur. Sözkonusu büst, tekele sahip olan Atatürk heykellerine belki de, sayıca olmasa bile manevî bakımdan, rakip olabilir düşüncesiyle 1936-37 yılında Vali Nazmi Toker tarafından yıktırılarak Sivas Atatürk Kongre ve Etnografya Müzesi’nin mahzenine atılır.[3] Netice: M. Kemal heykeli Osman Gazi’ninkini dövmüştür.
Benim naçiz vücudum elbet bir gün heykel olacaktır!
Cumhuriyet devrine geldiğimizde “Müslümanlar” nezdinde heykelciliğin bariz şekilde arttığını görürüz. Nitekim M. Kemal, 22 Ocak 1923’te Bursa Şark Sineması’nda heykel ile ilgili yaptığı konuşmada izlenecek yol hakkında ipuçları verir:
“Dünyada mütemeddin, müterakki ve mütekâmil olmak isteyen herhangi bir millet, behemehal heykel yapacak ve heykeltıraş yetiştirecektir… Münevver ve dindar olan milletimiz terakkinin esbabından biri olan heykeltıraşlığı azami derecede ilerletecek ve memleketimizin her köşesi ecdadımızın ve bundan sonra yetişecek evlatlarımızın hatıratını güzel heykellerle dünyaya ilan edecektir…”[4]
Ecdadımızın denirken artık niyeyse heykellerin neredeyse tamamı M. Kemal’inkilere hasredilir. Sonuçta heykeli dikilecek bir sürü ecdadımız/atamız varken (belki de ben var sanarak yanılıyorumdur) sadece Atatürk’ün heykelleri dikilir ve yukarıda gördüğümüz gibi başka bir “atamızın” heykeli de hunharca yerinden sökülerek bir kenara atılır. O halde M. Kemal’in sözlerini ve o dönemde yapılanları düz mantıkla okuduğumuzda ister istemez şu iki neticeye varırız: Tek bir atamız var, o da Atatürk. Bu yüzden ne kadar Atatürk heykeli o kadar terakki. Bakmayın siz bugünlerde dikilen farklı farklı “ata”larımızın heykellerine. Onların hepsi elbette ki “inşa ve icat edilmiş” atalarımızdır.
Bizzat araştırmadım, Sevan Nişanyan’ın yalancısıyım, onun tespitine göre 20. yüzyılda, yaşarken adı caddelere verilen ve heykelleri dikilen sadece iki lider varmış: Biri Stalin’miş, diğeri M. Kemal.[5] Bu arada, Türkiye halkı en fakir zamanlarını yaşıyorken talimatname ile illerden paralar toplayıp M. Kemal heykellerinin yapılması için merkeze gönderildiğini de belirtmeliyim.[6]
M. Kemal’in yukarıdaki nutkuna yıllar sonra basından da cevap gelir: “Büyük tehlike günlerinde vatanın her tarafında yükselen heykellerin çevresinde Türk halkı toplanacak, Onun [M. Kemal] kalabalıklar üstünde hükümran olacak sesi ve ilhamı memleketi zafere ve halasa götürecektir.”[7]
Neticede, başlayacak olan bu heykel furyasının ilk meyvesi, fikri bizzat M. Kemal tarafından ortaya konan ve 30 Ağustos 1924’te açılan Mimar Kadir ile taş ustası Arif Hikmet [Koyunoğlu] beylerin eseri olan Kütahya Dumlupınar’daki Şehit Sancaktar Mehmetçik Anıtı’nı[8] saymazsak (ki onun da yüzü M. Kemal’in yüzünü çokça andırmaktadır), Avusturyalı Heinrich Krippel’e yaptırılan ve 3 Ekim 1926’da İstanbul Sarayburnu’nda açılan M. Kemal heykelidir.
Heykelde millilik tartışması
Dikilen birçok M. Kemal heykelinin tıraşçıları Krippel gibi dünya çapında isim yapmış ecnebiler (Pietro Canonica, Anton Hanak, Rudolf Belling ve Josef Thorak) olmasına rağmen, bu heykeltıraşların verdikleri eserlerin birçoğu sanatsal yönden başını Ar Dergisi’nin çektiği dönemin “sanat erbabı”nca başarısızlıkla suçlanır.[9] Bunun altında yatan sebep belki de heykel pastasından pay kapamamanın verdiği kızgınlık olabilir. Sebep her ne olursa olsun, varolan rahatsızlığın dile getirilişi oldukça dikkat çekicidir (Ahmed Haşim, Zühtü Müridoğlu ve Nurullah Berk): Bir sanatkâr, ecnebi ise sadece bu yüzden Cumhuriyet ile ortaya konan temel ilkeleri ve Garb’ın tazyikine karşı yapılan bu Türk hamlesini tam olarak hissedemez, bunlardan neşet eden heyecanı içinde duyamaz ve yine bu yüzden eserine bunları hakettiği bir duygu ile aktaramaz. Haşim sözüne şöyle devam eder: “Eğer millî heykel sanatçımız yok diyorsak, büyük anıt ve heykel dikilecek yerde, bugün için bir mermer kütlesi ya da bir külçe bronz koyalım ve altına ‘Türk sanatçısı yetişinceye kadar’ diye yazalım.”[10] Bu, ‘bir ecnebiye heykel yaptıracağımıza hiç yaptırmayalım’ demenin bir başka yoludur aslında. Heykeltıraş Kenan [Yontu(n)ç] Bey de (1904-95) 1928 yılında Maarif Vekili Mustafa Necati Bey’in M. Kemal’e “Paşam heykeltıraş Canonica’ya bütün vilayetlerimiz için heykelinizi yaptıracağız. Bir anlaşmaya varıyoruz” demesi üzerine “Paşam… izin verirseniz sizin heykellerinizi, biz Türk sanatçıları yapalım… İlerde yetişecekler, içlerinden gelecek sevgiyle sizi ebedileştireceklerdir… bizim ediplerimiz, şairlerimiz zayıftır diye bu büyük hamaset destanını D’Annunzio’ya mı yazdıralım?” deyince M. Kemal “Çocuk doğru söylüyor… Bu işi durdurun, bizimkiler yapsın” diye emir verir[11] ve Türk heykeltıraşları da o gün bugündür M. Kemal heykellerinden nemalanmaya ve tıraş işi içinde yer almaya başlar.
“Millî” bir heykelin başına gelenler[12]
Türkiye’de heykeli dikilmeye layık görülen -tabii ki M. Kemal öldükten sonra- nadir millî kahramanlarımızdan biri de 1889 Çamlık Köyü (Havran-Balıkesir) doğumlu Topçu Onbaşısı Seyyid’dir. Türkiye’de taş olmak herkese nasip olmayan bir mertebedir. Nedir Seyyid Onbaşı’nın heykelinin dikilmesine vesile olan hikâye?
Çamlık köylü Seyyid, 1909 Nisan’ında askere alınır. Ardından 1912’de Balkan Savaşı’na gönderilir. Savaş biter, ama terhis edilmez. Topçu eri olarak Çanakkale’ye sevkedilir.
Çanakkale’de savaş tüm hızıyla devam ederken İngilizler Ocean, Albion, Irresistible, Majestik, Triumph ve Vengeance’tan müteşekkil bir filoyla 1 Mart 1915’te Çanakkale Boğazı’na girer ve kıyılarla kaleleri topa tutmaya başlar. Tarihler 18 Mart’ı gösterdiğinde ahval felaketi işaret etmektedir. Rumeli Mecidiye Tabyası’nda ayakta tek bir top kalmıştır. Onun da kaldıracı bozuktur. Bu esnada sahneye Seyyid Onbaşı çıkar ve kimine göre bir dönem hamallık yaptığı iddiasıyla yük taşımaya alışık olmasından, kimine göreyse iman gücü sayesinde tamı tamına 215 okkalık (276 kiloluk) top mermisini üç hamlede sırtına alır, mermi ile beraber 5-6 basamak çıktıktan sonra mermiyi topa yerleştirir. Ateşlemeyle İngilizlerin en büyük zırhlısı Ocean yara alır. Ardından da Nusret’in döşediği mayınlara çarparak Morto Koyu’nda boğazın serin sularına gömülür. Bu hadise üzerine İngiliz ve Fransız gemileri boğazı geçemeyeceklerini düşünerek tornistan yapar ve savaş böylece biter. Kısaca, bu tek insan, savaşın gidişatını birden bire Türkler lehine değiştirmiştir. Bu yüzden de Yunan tanrılarına yakışan Übermensch hikâyesiyle Onbaşı’nın heykeli dikilmeye layık görülür.
Çanakkale’nin Eceabat İlçesi’nin Kilitbahir Köyü Rumeli Mecidiye Tabyası’nda heykeli dikilmiştir Seyyid’imin dikilmesine, ama asıl hikâyesi bundan sonra başlamaktadır. Heykel dikildikten sonra altı yılda altı kez şekil değiştirir. Netice: Fotoğraf karesinde önde hep aynı ebleh suratlı turist, arkada farklı heykelleri ile Übermensch Seyyid Onbaşı görülür.
Bu değişikliklerde koca mermi bir kucağa bir sırta oturtulur, Seyyid bir Marmara’ya bir Ege’ye bakar. Arada Seyyid’e kellik yakıştırılmadığı için kafasına bir kep kondurulur çıkarılır. En sonunda ise heykel “tarihi gerçeklere” uysun diye mahkemeler açılır ve bugünki şekline kavuşturulur.
Konu harici de olsa meraklıları için belirteyim ki Seyyid Onbaşı’nın aynı mevkiin yamacında tıraşçısı Serkan Suphi Ertuğrul olan ve Mart 2011’de açılan bir anıt içinde de farklı bir heykeli daha bulunur.
Übermensch Millî kahramanın metalaşarak milletlerarasılaşması
Übermensch Onbaşı’nın hatırasının paraya tahvili de elbette gecikmez. Heykelin hemen yanıbaşında ve Çanakkale’nin muhtelif yerlerinde satışa sunulan Onbaşı’nın alçıdan bibloları kısa zamanda muteber hediyelik eşyalar arasında ilk sıraya yerleşir. Bunun üzerine paranın kokusunu içlerine daha çok çekmek isteyen hediyelik eşya üreticileriyle satıcıları maliyetleri düşürmek için bibloların imalatını devlet kapitalizminin hâkim olduğu Çin’e ısmarlar. Firmalar ve seyyar satıcılar iyi para kazandıkları için Çin işi bibloların “gerçeğe uygunluğu” konusunu umursamazken “gerçeği” tüm çıplaklığıyla bilen halk ve belediyecilerden yavaş yavaş şikâyet sesleri yükselmeye başlayınca Eceabat Kaymakamlığı işe büyük bir ciddiyetle el atar ve Onsekiz Mart ve Mimar Sinan üniversiteleri ile birlikte Onbaşı’nın “gerçeğe” uygun biblosunu yaptırmak için kolları sıvar: Bir tasarım yarışması düzenlenir ve sonuçta on kadar “gerçeğe” uygun ürün elde edilir.
Sonuç yerine hasbi bir öneri
Bence bu yarışma ile iktifa edilmemelidir. Bunun üstüne bir de TSE’nin 23.03.2004 tarih ve TS 13074 numaralı kararı ile Atatürk heykelleri için kabul ettiği birörnekliğin (standard) benzerlerini önce bu heykelimize ve onun biblolarına daha sonra da Türkiye’deki tüm heykellere getirmelidir. Hatta bu arada bu iş için Zihni Sinir de TSE’de istihdam edilse hiç fena olmaz. Çok daha da iyi sonuçlar elde edilir eminim.
[2] M. Nicoletti, D’Aronco Architetto, Milan 1982, figür 60.
[3] Heykelin yıkılmadan önceki bir fotoğrafı ve hikâyesi için bkz. Osman Ergin, “Türkiye’de dikilen ilk heykel” Tarih Dünyası, II/14, 1950: 586-590; Gültekin Elibal, Atatürk ve resim heykel, İstanbul 1973: 47-49.
[4] Atatürk’ün söylev ve demeçleri, Ankara 1989, II: 70.
[5] Sevan Nişanyan, Yanlış cumhuriyet, İstanbul 2008: 127-130.
[6] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 11231/150-34/30.18.1.2/20.39.14/07.06.1931.
[7] Vakit Gazetesi, 5 Kasım 1927.
[8] A. T. Altıner v.d., “Arif Hikmet Koyunoğlu”, Arkitekt, 4, 1991: 35.
[9] Ar Dergisi, 5, 1937: 4, 6-7, 10-12.
[10] “Milli abidelerimizi kimler yapacak? Heykeltıraş Zühtü B. ne diyor?”, Milliyet Gazetesi, 3 Mart 1935; Zühtü Müridoğlu “Abidecilik”, Ar Dergisi, 5, 1937: 4; Nurullah Berk, Türk heykeltıraşları, İstanbul 1937: 60-61; “Abideler meselesi ve münevverlerimiz”, Ar Dergisi, 5, 1937: 10-12. Bu arada burada Mithat Cemal Kuntay’ın aynı hislerle Heykeltıraş Canonica’yı kınadığı Kanonika başlıklı şiiri de hatırlanmalıdır.
[11] Kenan Yontunç “Atatürk konuştu: “İşte benim””, Sanat Çevresi, 1, 1978: 9-10; S.K. “Atatürk’ün poz verdiği Türk heykeltıraş”, Türkiyemiz, 34, 1981: 19-20.
[12] Yazının buradan sonrası Volkan Marttin’in bu konuya dikkat çekmesi sayesinde oluşmuştur. Kendisine içten teşekkürü borç bilirim.