Beşir Ayvazoğlu
Lise yıllarında elime nasılsa İktisat Sosyolojisi Bakımından Sosyalizm (1965) adında bir kitap geçmişti. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun o yıllarda pek de anlamadan okuduğum bu kalın kitabının dipnotlarından birinde, Nâzım Hikmet’in Mehmed Âkif ve İstiklâl Marşı’ndan söz ettiği şu mısraları zikrediliyordu:
Saat beşe on var
Kırk dakika sonra şafak sökecek
“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzel al sancak”
Bilmem ki nasıl anlatsam,
Âkif, inanmış adam,
büyük şair!
Yıllar sonra, şairlerin başka şairler hakkındaki şiirlerine merak sardım ve bu şiirleri bir antoloji hazırlamak amacıyla toplamaya başladım. Tabii aklıma ilk gelen şiir, Nâzım’ın Âkif için yazdıklarıydı. Cevdet Kudret tarafından hazırlanan ve 1968 yılında Bilgi Yayınevi’nce yayımlanan Kuva-yı Milliye’de söz konusu mısraları buldum, fakat net bir şekilde hatırladığım “büyük şair” mısraı yoktu. Herhalde hâfızam beni yanıltıyor diye düşünerek o tarihte üzerinde durmamıştım. Ancak daha sonra bir vesileyle aynı eserin Kurtuluş Savaşı Destanı (1965)[1] adıyla yapılan ilk baskısında ve Nâzım Hikmet’in bir ses kaydında yer alan “büyük şair” mısraının büyük şairliği Mehmet Âkif’e yakıştıramayanlar tarafından sansür edildiğini öğrendim. Hayretler içinde kalmıştım.
Bırakın büyük şairliği, şairlik bile Âkif’e çok görülmüştür. Bu yargıya onun şiirinden değil, etnik menşeinden ve dünya görüşünden hareketle varıldığını ayrıca belirtmeye gerek var mı?
Âkif’i şair olmadığını iddia ederek edebiyat kanonunun dışına çıkarma kampanyasını başlatanlar, Tevfik Fikret’le giriştiği kavgada, İsmail Hikmet Ertaylan gibi, Fikret’in yanında yer alarak ona savaş açanlardır. Âkif, aslen Arnavut olduğu ve İslâm’ın kavmiyet görüşünden yola çıkarak hiçbir kavmin diğerinden üstün olmadığını söylediği için de milliyetçiler tarafından dışlanmıştı. İsmail Habib Sevük, Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi’nde, İkinci Safahat’tan “Arab’ın Türk’e, Laz’ın Çerkez’e yahut Kürd’e/Acem’in Çinli’ye rüçhanı mı varmış? Nerde?” mısralarının geçtiği bölümü naklettikten sonra “Zavallı!” diyordu, “devayı maraz, marazı deva gibi görüyor!”[2]
Cumhuriyet’in ilanından sonra yeni rejimin sözcülüğünü üstlenen Falih Rıfkı ve onun gibi düşünenler de Âkif’i inkılâplara muhalif olduğu gerekçesiyle düşman bellemişlerdi; “Hadi sen, kumda biraz oyna!” diyerek açıkça kapıyı gösteriyorlardı.
Âkif’e düşman olmak için gerekçe çoktu; müthiş bir sorumluluk duygusuyla, halis şiirin taştığı iç dünyasının kepenklerini kapatıp faltaşı gibi açılmış gözlerini, inanılmaz bir dikkat ve tecessüsle dış dünyaya çevirdiği, yani mesela Ahmet Haşim gibi yazmadığı için de dünya kadar düşmanı vardı. Nurullah Ataç diyordu ki: “Âkif’in, bir insan olarak kıymeti ne olursa olsun, bir şair sayılması hayli zor işlerdendir. Hele onda fikir aramak, fikre hürmetsizlik olur. Din şairi, din filozofu değil, mahalle kahvesi hatibi.”
Aslında Âkif, yazdıklarının çağdaşlarınca şiir olarak kabul edilmediğini biliyordu, ama bu umurunda değildi. O, nazmın ifade ve tesir gücünü kullanarak doğru bildiklerini haykırmaya devam edecekti. Ara sıra kulağına çalınan eleştirileri kendi kendisiyle alay etmek için vesile addediyor, mesela şöyle mısralar yazıyordu:
Mevzun düşürür saçmayı bir saçma adam var,
Manzum sayıklar gibi manzume sayıklar!
Altıncı Safahat’ın, yani Âsım’ın hemen başlarında Köse İmam’la Hocazâde (Âkif) arasındaki muhavere bu bakımdan ilgi çekicidir. Şairlik hakkında çekişe çekişe konuşurlarken Köse İmam, onun şiiri savunmasını mânâsız bulur ve “Sana şair diyen, oğlum, seni gördüm yalnız!” deyiverir.
Bana sorarsanız, Âkif, saçmayı mevzun düşürerek manzume sayıklayan değil, kendine göre meseleleri, sancıları ve dâvâsı olan bir şairdi; nesir heyecanı için yetersiz, şiir öfkesi ve isyanı için dar geliyordu. Çare ikisinin arasında, hatta konvansiyonel dile daha yakın duran bir dildi, Safahat’ın dili… Eğer şiiri sadece bir çeşit büyü olarak görür, şiirle nesrin sınırlarını kesin bir biçimde birbirinden ayırırsanız, doğru, Safahat’taki metinlerin çoğu şiir sayılmaz. Ancak bu kriterin kullanılması halinde Tevfik Fikret, Yahya Kemal ve Nâzım Hikmet’in şiirleri de ciddi yaralar alacaktır.
Ülke büyük felaketlerle boğuşur ve hızla yok oluşa sürüklenirken Türk şiirinin lâl kesilmesi, uzun süre sadece Âkif’in sesinin duyulması, şiirimizin konvansiyonel dili ihmal etmesi yüzündedir. Cephede bizzat bulunan Ahmet Haşim, Çanakkale’yi yazmadı, istese de yazamazdı. Çanakkale’deki destansı mücadeleyi anlatmaları için cepheye gönderilen şairlerin yazdıklarıyla 1921 yılında İstiklâl Marşı yarışmasına gönderilen şiirler, inanılmaz derecede kötüdür.
Yazdıklarının o tarihlerde Ahmet Haşim gibi şairlerin savundukları mânâda şiir olmadığını çok iyi bilen Mehmed Âkif, bir şiirinde “Safahat’ımda, evet, şi’r arayan hiç bulamaz” diyor, başka bir şiirinde yurduna bir “bir hoşca sadâ” duyuramamış olmaktan yakınıyordu. Öyleyse nedir Safahat’takiler? Kendisine sorarsanız “Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder!” Bu yakınma, tamamen onun karakteri ve ahlâk anlayışıyla ilgiliydi; ülkesine, halkına ve İslâm’a yeterince hizmet edemediğini düşündüğü için şirini bütünüyle dâvâsının ve toplumun emrine vermişti.
Âkif, içinde yaşadığı kültür muhitinin şiiri olduğu için çocukluk yıllarından itibaren divan şiiriyle yoğrulmuş, mükemmel Arapça ve Farsçasıyla büyük Arap ve İran şairlerini de derinliğine okumuştu; bu bakımdan şiirin ne olduğunu bilmiyor olması düşünülemezdi. O halde neden mesela divan şiirinden süzülmüş bir şiir yerine, mensur da söylenebilecek fikirleri manzum söylemek için onca emek sarf etti?
Şunu unutmamak gerekir: Âkif, gözlerini edebiyat âlemine açtığı zaman, bu âlemde Muallim Nâcî saltanat sürüyor, taraftarlarıyla birlikte divan şiirinin içi boşalmış teşbihlerini, mecazlarını, mazmunlarını müsrifçe kullanıyordu. Bu grubun, sıkışınca tasavvufa sığınsa da eski şiiri bir “mey ü mahbub” şiiri haline getirmesi, babası İpekli Tahir Efendi’nin rahle-i tedrisinde sıkı bir ahlâkçı olarak yetişen Âkif’i bir süre sonra rahatsız etmeye başlamış ve kafasında bazı sorular uyandırmıştı. Bu sorulardan biri de şu idi: Bizim ediplerimiz niçin tabiata daha yakın duran Arap edebiyatından değil de, İran edebiyatından etkilenmişlerdir? İran ve Arap edebiyatları arasında yaptığı kısa karşılaştırmada, İran şairlerinin ve onları örnek alan Osmanlı şairlerinin dış dünyayı gördükleri gibi tasvire yanaşmadıklarını, bunu âdeta şiire aykırı gördüklerini fark eden Âkif’in “Tasvir” başlıklı yazısında ele aldığı bu meseleye yaklaşımı dikkat çekicidir: Eğer ilk şairlerimiz İran edebiyatıyla uğraştıkları kadar, eski Arap şiiriyle uğraşmış olsalardı yahut daha sonra yetişen ediplerimiz, Batı edebiyatına bîgâne kalmasalardı, bugün bizim edebiyatımızda da dikkate değer tasvir örnekleri bulunurdu: “Vâ esefâ ki divanlarımızdaki tasvirler baştanbaşa hayâlîdir. Bahar, hazan, gurup, tulu’ gibi elvâh-ı kudret bile etraflı bir surette tasvir olunmamıştır.”
Aynı yazıda yer alan şu cümleler daha şaşırtıcıdır: “Edebiyatımızın tasvir hususunda bu kadar geri kalmasına bizde resmin fıkdanı da sebeb gösterilebilir. Eğer vaktile bizde de ressamlık olsaydı, belki şairlerimiz musavvirliğin kıymetini anlayarak biraz da bu türlü, yani gördükleri gibi yazmaya çalışırlardı.”
Kökleri eski Yunan’a ulaşan bu görüşe göre sanat tabiata ayna tutmaktır, dış dünyayı göründüğü gibi yansıtmaktır (mimesis). Rönesans döneminde yeniden karşımıza çıkan tabiata ayna tutma görüşü, XIX. yüzyılda natüralistler, XX. yüzyılda da sosyalist gerçekçiler tarafından benimsenir. Natüralistler, sanatın, tabiattaki gerçeklerin (nesnelerin ve olayların) aslına en uygun bir biçimde tasviri olduğunu, bu mânâda bir tasviri gerçekleştirmek için, tabiat ilimleriyle uğraşanların uyguladıkları tecrübî metodun sanat alanında da uygulanması gerektiğini iddia ediyorlardı. Sanatkâr kendi iç dünyasını eserinde hiçbir şekilde yansıtmamalıydı. Bu tarif, Âkif’in sanat anlayışını bire bir vermektedir: Gerçeği yansıtmak! Sanatın gayesi, Akif’e ve onun gibi düşünenlere göre, hiç değilse büyük acıların yaşandığı buhran dönemlerinde gerçeği, sadece gerçeği anlatmaktı:
Şudur benim cihanda en beğendiğim meslek
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!
diyen Âkif’e göre sanatın üç esası vardı: “Hayat, hakikat ve müşahede.”
Âkif, tabiata ayna tutmak, gerçeği bütün çıplaklığıyla yansıtma fikrini Fransız natüralistlerinden öğrenmişti. Hiç şüphesiz, natüralizmin felsefedeki karşılığının pozitivizm olduğunu, daha doğrusu sanatta natüralizmin arkasında pozitivizmin bulunduğunu biliyordu. Ancak şiir anlayışı bakımından yakın olduğu Tevfik Fikret gibi felsefî mânâda pozitivist değildi. Bana öyle geliyor ki, natüralizmin sınırlarına dayanan bir gerçekçilik, Âkif’e, İslâm dünyasının içinde çırpındığı sefaleti, meskeneti ve uğradığı felaketleri bütün çıplaklığıyla göz önüne sermek için çok elverişli görünmüştü. Zaman zaman “Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzârım” diye çırpınması, kepenklerini kapadığı iç dünyasındaki isyanların, kaynamaların, coşmaların, başka bir deyişle, bastırmaya çalıştığı mistisizmin bulabildiği boşluklardan kendini dışa vurmasıdır.
Peki, Âkif’in yazdıkları şiir değilse, nedir? Safahat’taki manzumelerden çoğunun bugün anladığımız mânâda şiir olmaması, onların değersiz olduğunu mu gösterir? Hayır, Âkif, içindeki asıl şiir cevherini dökememiş olmanın azabıyla, âdeta, bir heykeltıraş gibi, Türkçeyi büyük bir sabırla işlemiş benzersiz bir sanatkârdır. Çağdaşı hiçbir şair, İstanbul Türkçesinin girdisi çıktısıyla onun kadar didişmemiş, kullandığı dilin imkânlarını onun kadar derinlemesine araştırmamıştır. Âkif dilin bütün gizli kapaklı köşelerine girip çıkar, bütün yasak bölgelerinde dolaşır. Süleyman Nazif, Âsım’ın bir “mu’cize-i şi’r” ve “serapa letafet ve zarafet” olduğunu söyler ki, haklıdır.[3] Servet-i Fünun edebiyatının en önemli isimlerinden ve Tevfik Fikret’in hiç şüphesiz çok yakın dostlarından biri olan Cenab Şahabeddin de Âkif hakkında -kendisine bir manzumesinde ağır bir biçimde sataştığı halde- “Hiç kimse o kadar sâf ü şeffaf bir billûr-ı beyan içinde menâzır-ı milliyeti teşhir etmemişdir. Türk ve İslâm ruhu Safahat’ın rüşeym-i ilhâmı oldu. Târîh-i edebiyat şimdilik büyük Âkif’den daha büyük bir İslâm ve Türk şairi tanımaz” diye yazmıştı.[4]
Safahat’a nüfuz edebilmek için yazıldığı şartları iyi bilmek, Türkçenin geçmişine vâkıf olmak ve tabii bütün peşin hükümleri bir tarafa bırakmak gerekir. Bu zahmetli bir iş olduğu için kestirme yol tercih ediliyor, yani Akif yok sayılıyor. Hâlbuki Safahat, Osmanlı inkırazının romanı, hatta bir çeşit destandır. Edebiyatımızda destansı metinleri, Âkif ve Nâzım gibi, konvansiyonel dili büyük bir ustalıkla kullanan şairler yazabilmişlerdir. Nazım bunun farkında olduğu için, “onun inandıklarına inanmadığı” halde “büyük şair” diye yazmıştı. Hayatı boyunca Âkif’i küçümseyen Yahya Kemal’in de son yıllarında masasından iki eser eksik olmazdı: Tarih-i Cevdet ve Safahat…[5]
Safahat’ı imbikten geçirmek mümkün olsa, elde edilecek şiir iksiri, Ahmet Haşim’inkinden bile daha yüksek kalitede çıkacaktır. Esasen, birinci ve yedinci Safahat’larda yer alan şiirler, onun yüksek bir şiir kudretine sahip olduğunu gösterir. İç dünyasının kepenklerini kapaması, natüralist olduğundan değil, cemiyete karşı duyduğu sorumluluğun ağırlığındandır.
Mehmed Âkif’i şair bile saymayan Nurullah Ataç, Taranta Babu’ya Mektuplar hakkında yazdığı bir yazıda, Nâzım Hikmet’in dilini ve şiirini övmek ihtiyacını hissedince ister istemez Mehmed Âkif’i ve onun hakkında yazdıklarını hatırlamıştı. Türkçenin en büyük şairinin Âkif değil, Nâzım olduğunu, çünkü Âkif’in “geri”, Nâzım’ınsa “ileri” bir kavgayı temsil ettiğini söyleyen Ataç, bu iki şairi niçin karşılaştırdığını de şöyle açıklıyordu:
“Safahat sahibini bir zamanlar, sadece estetik düşüncelere göre muhakemeye kalktığım için, hesaba katılmağa değmez bir şair saymağa alışmıştım. Onun da şahsî elem, sevinç hülyalarından bahseden şairciklerden ne kadar üstün olduğunu, Nâzım Hikmet’i okuduktan sonra anladım. Beni, daha birkaç yıl önceye kadar inandığım ölü sanat fikirlerinden kurtaran Nâzım Hikmet oldu.”[6]
Ataç bunları yazdığında, Nâzım henüz “Âkif, inanmış adam/büyük şair” mısralarının geçtiği Kuva-yı Milliye’yi yazmaya başlamamıştı.[7]
[2] İsmail Habib (Sevük), Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1340, s. 656.
[3] Süleyman Nazif, Mehmed Âkif. Şairin Zatı ve Âsârı Hakkında Bazı Malumat ve Tedkikat, İstanbul 1924, s. 90.
[4] Cenab Şahabeddin, “Millî Şairimiz”, Peyâm-ı Edebî, sayı 45-2, 21 Ağustos 1335 (1919).
[5] Cahit Tanyol, Türk Edebiyatında Yahya Kemal, İnceleme ve Anılar, Remzi Kitabevi, İstanbul 1985, s. 94.
[6] Nurullah Ataç, “İki Şiir Kitabı”, Akşam, 12 Teşrinievvel 1935. Nurullah Ataç, iki yıl kadar sonra yazdığı bir yazıda eski fikirlerine dönmüş, Âkif’in şairden bile sayılamayacağını yazmıştır. Bkz. “Mehmet Akif”, Akşam, 30 Kânunusani 1937.
[7] Nâzım Hikmet, söz konusu eserini 1940 yılında Çankırı Cezaevi’nde yazmaya başlamıştır.