Banu Varka
Psikolojinin her zaman tek bir çabası vardır: Bireyi anlamak. Bireyin arzu, korku, dürtü ve düşünce kalıplarını, seçimlerini ve davranış biçimlerini araştıran psikoloji, özellikle terapi sürecinde, tüm bunların nerelerden kaynaklandığını, bağlantıları kurarak, kişinin kendisinin bulmasını sağlamakla yükümlüdür. Böylece, birey açık veya saklı tüm potansiyelini keşfedip ortaya çıkarmaya, kendini gerçekleştirmeye başlar. Bu, biten bir süreç değildir. Dış koşulların uygunluğu ölçüsünde, keşfetme ve gerçekleştirme süreci devam eder. İşte bunu başaran bir terapi, başarılı olmuştur.
Kişinin mutsuzluğu
Kişinin mutsuzluğunun ana kaynağı, iç ve dış dünyanın birbiriyle uyuşmaması, farklı gerçekliklerin yaşanıyor olmasıdır. Bir başka deyişle, içeridekinin dışarıda kabul görmemesidir. Bu kabul görmeme durumunun şiddeti, dış dünyanın hoşgörü ve kabul sınırlarına bağlıdır. Dolayısıyla, dış dünya ve iç dünya birbirine ne kadar yaklaşırsa, toplumda yaşayan bireylerin mutluluk düzeyi de o oranda artar.
Dış dünyayı tanımlarken, fiziksel doğa yasalarından başlayıp kişinin içinde yaşadığı ekonomik koşullarla devam edip cinsiyet, din, dil, ırk, aile, vb. aidiyetlerine kadar genişletebiliriz.
Tüm bu dış dünya koşullarıyla çevrelenmiş birey için, bu koşulları tekil mi yoksa çoğul mu yaşadığı ayrı bir öneme sahiptir. Örneğin, uçmak isteyen bir çocuk, yer çekimi kanunu gibi son derece kesin bir dış koşulla karşılaştığında, mutsuz olacaktır elbette. Ama zaman içinde bu baskının sadece kendisi için değil, dünyada yaşayan tüm canlı ve cansız varlıklar için geçerli olduğunu anladığında, bunu mutsuzluk olmaktan çıkarıp, eğer hala uçmak istiyorsa, kendisi gibi uçmak isteyen diğer insanlarla birlikte, uçmanın çarelerini arayacaktır ve sonunda balonu, uçağı, roketi, uzay mekiğini ve daha kim bilir neleri icat edecektir.
Zaten tarihteki her tür bilimsel ve teknolojik gelişme, bir şeyleri kendisine dert edinmiş ve çaresini arayan insanların hikâyesidir. Bilim, insan türünün doğa içinde varolma mücadelesi ve biçimidir. Hep bir sonrası olacak, buradaki mutsuzluklar birer soru olarak karşımıza çıkacaktır.
Bunun dışında kalan diğer dış koşulların hepsi, ekonomik durum, cinsiyet, dil, din, ırk, kan aidiyetleri ve daha birçok alt kimlik, sadece insanlar için geçerlidir. Ama yine aynı ilke karşımıza çıkar. Bireyin mutluluğu, iç dünyayla dış dünyanın ne kadar uyumlu olduğuna bağlıdır.
Bu tür insan yapımı dış koşullar, kişide çok temel bir mutsuzluk kaynağını oluşturabilir. Ekonomik koşullarından, cinsel kimliğinden, konuştuğu dilden, inancından, ait olduğu ırk, ulus veya aileden, sahip olduğu herhangi bir özelliğinden dolayı kişi toplumda kabul görmüyorsa, yok ediliyorsa, baskı altında tutuluyor veya en hafifinden alay ediliyorsa, kendini ifade edemiyor, potansiyelini keşfedip sonuna kadar geliştiremiyorsa, üstelik bu dış koşulların bazı başka insanlar için geçerli olmadığına şahit oluyorsa, kişinin mutsuzluğu kaçınılmazdır. Burada çok temel bir duygu, adalet duygusu, mutsuzluğa her zaman eşlik etmektedir.
Onun var, benim niye yok?
Çünkü o zengin. Çünkü o erkek. Çünkü o beyaz. Çünkü o …. ulustan. Çünkü o ….. inançtan. Çünkü o ….. dili konuşuyor. Çünkü o ….. aileden. Çünkü o ….giyiniyor. Çünkü o güzel. Çünkü o …. .Çünk…
O daha değerli olan aidiyet her ne ise, ona sahip olmayanların yaşadığı ilk şey “Ama neden?” sorusudur. Toplum bu konuda çeşitli ikna yöntemleri kullanır. Neden diğerlerinin daha ayrıcalıklı olmaları gerektiğini anlatır, bir mantık zinciri oluşturur, emsallerini gösterir, efsaneler yaratır, tarih yazar. Bunun kazanılmış bir hak olduğu artık su götürmez bir gerçek haline gelir. Geri kalanlar da bu gerçeği kabul eder ve herkes yerini bilirse, zaten her şey yoluna girer, insanlar mutlu olur, toplum huzura ve refaha kavuşur.
Huzur ve refaha giden yol
Zengin ve fakir yerlerini bilecek. Fakir sahip olamayacağı şeyleri asla istemeyecek, zenginse elbette üstüne düşeni yapacak, malının bir kısmını fakirlere verecek, iyilik yapacak. Hiçbir zaman iyilik yapma lüksüne sahip olamayan fakir, kendini ezilmiş hissetmeyecek.
Kadın ve erkek yerlerini bilecek. Baştan farklı haklara ve kuşkusuz sorumluluklara sahip olan ve bu nedenle gerçek yetişkin olarak ele alınan ve asli görevi bulunduğu bölgeyi diğer erkeklere karşı korumak olan erkeğin, vicdanlı olmaktan başka bir zorunluluğu olmayacak. Penisi olmayan ve dolayısıyla aklı da olmayan kadınınsa yapması gereken tek şey, bu gerçeği olduğu gibi kabul edip mutlu olmasıdır. Bunu kabul edemeyen, dolayısıyla mutsuz olan kadınların psikanalizde Freud’un “Penis Kıskançlığı” diye bilinen sorundan kurtulabilmeleri için, erkeğe tam teslimiyet içine girmeleri, aile dışında cinsel nesne, aile içindeyse anne, bakıcı, hemşire, aşçı, öğretmen, hizmetçi, ekonomist, psikolog, ziraatçı, halkla ilişkiler uzmanı, güzellik uzmanı, evde yatakta fahişe sokaktaysa rahibe olmaları ve günümüzde artık para kazanan olmalarına rağmen, karar verici olamayacaklarını ve çocuk rolünden kurtulup yetişkinliğe asla adım atamayacaklarını bilmeleri ve bu gerçeği olduğu gibi kabul etmeleri gerekecek. Kadınla erkek arasındaki birlik ve huzur böylece sağlanmış olacak.
Türkiye Türklerindir. Türkiye’de yaşayan herkes Türk olduğunu kabul edecek. Türkçe konuşacak, çocuklarına Türkçe isimler koyacak. Her sabah, “Ne Mutlu Türk’üm Diyene!” yazan okulların kapısından giren Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi, Laz, Çerkes ve daha birçok milletin çocukları kendilerini Türk gibi hissedecek, çünkü zaten Atatürk milliyetçiliğinde ırkçılık yoktur. Biraz evdeki yaşamla dışarıdakinin farklılığını görmeye, biraz tarih okumaya başladıklarında kendilerini Türk gibi hissetmezlerse, yapacakları iki şey var. Ya sevecekler ve Türkiye Cumhuriyeti’nin adaletine güvenecekler, dışarıdaki kötü kişilerin oyununa gelmeyecekler ya da terkedecekler, istedikleri yere gidecekler. Toplum huzuru ve refahı böylece sağlanmış olacak.
Modern ve çağdaş olmak batılı olmaktır. Bilim, teknoloji, akıl ve zenginlik Batı’da, o halde bizim yönümüz Batı olacak. Dolayısıyla, Doğu ve Doğu’ya ait şeyler de bizim pek özeneceğimiz şeyler değil. Ülke nüfusunun %90’ı Müslüman bile olsa, Cumhurbaşkanı’nın karısı, resmî kurumlarda çalışan kadınlar, üniversitelerde okumak isteyen genç kızlar başörtüsü takmayacak.Ülke halkı Doğulu özelliklere sahip olsa bile, kendini Batılı gibi hissedip Batılı gibi davranacak. Yerde yemeyi bırakıp masada yiyecek. Türk ve Arabesk gibi ilkel müzikleri boş verip Batı müziği dinleyecek. Fesi çıkarıp şapka giyecek. Fakirleşme pahasına dilden Farsça, Arapça kelimeler çıkartılıp, Öztürkçe kelimeler uydurulacak veya boşta kalan kavramlar Batılı sözcüklerle doldurulacak. Doksan yıl öncesine ait hiçbir tarihsel, siyasal, kültürel yazılı mirası okuyamamak, çevirilere muhtaç kalmak ve tüm geçmişinden kopartılmış koca bir halkın kendini uzaydan gelmiş gibi hissetmesi pahasına harfler değiştirilip yeni bir yazı ve dil kültürü oluşturulacak. Köklerinden kurtulamayan, Doğulu olmaktan vazgeçmeyen, Batılı gibi hissetmeyen bir ulus asla medeniyete adım atamaz. Hissetmiyorsa bile “mış gibi” yapacak.
İç dünyası, dış dünya tarafından tüm haşmetiyle sarmalanan birey, tüm bu ütopyaları, her yerde kendisine anlatılmaya çalışılan yazılı veya sözlü toplumsal kuralları kabul edebilse, ne kadar mutlu olurdu!
Ama olmuyor, olamıyor işte!
Tüm ahlak öğretilerinde bir öğüt vardır: Kıskanmayacaksın! Çocukluğumuz boyunca, kıskanmanın kötü bir şey olduğunu öğrenerek büyüdük. Demek ki, insan kıskanabilen bir yaratık. Başkalarının sahip olduğu ayrıcalıklara neden kendisinin sahip olamadığını sorgulayan bir varlık. Bu durumda kişi, zamana, deneyimlerine, özelliklerine ve daha bir sürü bildiğimiz veya bilemediğimiz nedenlere bağlı olarak, iki şeyden birini yapar.
1. Toplumun kendisi için biçtiği rolü kabul eder, baskıyı uygulayan grubun inanç sistemi, değerleri ve yaşam tarzının gerçek ve doğru olduğuna inanır, buna uygun davranmaya başlar ve dış baskıyı içselleştirir. Psikolojide buna ‘İçselleştirilmiş Baskı’ denir. Baskı bir kez içselleştirildikten sonra, bireyi sessiz tutmak için güce çok az ihtiyaç duyulur, çünkü kişi baskıyı artık kendi kendine veya kendisi gibi olanlara uygulamaya başlar. Sosyal ortamı şekillendiren gerçek bir dış baskı olmadan, iç baskı olamaz. Bu nedenle İçselleştirilmiş Baskı, bireye uygulanan kötü muamelenin nedeni değil, sonucudur. Anılar, acılar, korku ve çelişkilerle boğuşan, kendisi ve kendisine benzeyenlerle ilgili olumsuz düşüncelere sahip birey umutsuzdur, çaresizdir. Baskın grubun değer ve inanç sistemiyle yaşarken, asla onlardan biri olamayacağını bilir. Hep bir şeyler eksik kalır, ütopyanın aksine hiçbir şey yerine oturmaz, kendi yerini hiçbir zaman bilemez. Ve bütün bu düşünce ve duygular öyle bir silaha dönüşür ki, ya kendine ya da çevresindekilere hergün zarar vermeye başlar. Ya depresiftir ya da agresif.
2. Kendine biçilen rolü, içselleştirdiği baskıyı, değerler sistemini sorgulamaya başlar. Kendisi gibi sorgulayan diğerleriyle yakınlaşmaya, konuşmaya başlar. Ait olduğu grubun tarihini, kültürünü, kimliğini, değerlerini araştırır, kendinden önce bu yola girmiş bireylerin hikâyelerini sorar, soruşturur. Baskı altına alınmış bile olsa, bir grubun üyesi olmak inanılmaz bir güç verir. İnsanlar hayatta kalmayı, dayanışmayı, eğlenmeyi ve en önemlisi kendileri için gururla ayakta durmayı öğrenir. Ama tüm bu süreç boyunca, geriye ve aşağı çeken, kendilerini gerçekleştirmelerine izin vermeyen İçselleştirilmiş Baskılarıyla sürekli hesaplaşmak, yüzleşmek ve mücadele etmek zorundadırlar.
Ancak, yukarıdaki her şeyle beraber, kendini, diğerlerini, geçmişini keşfetmeye başlayan insanların yıllar boyu yaşadığı İçselleştirilmiş Baskının etkilerine karşı en iyi ilaç, en iyi tedavi, haksız bir duruma veya baskıya karşı çıkmak ve bu haksızlığın düzeltilmesini sağlamaktır. Elbette bu, çoğu zaman baskıyı uygulayan grubun direnciyle karşılaşır. İçselleştirilmiş Baskı sayesinde güce ihtiyaç duymayan hakim grup, gerekirse güç de kullanmaya başlayacaktır artık.
Haksızlığın düzeltilmesi, bazen bir gecede değişen düzenlemeler, uygulamalar veya yasalarla olabileceği gibi, bazen de yıllarca süren, insanlara inanılmaz acılar veren bir sürece dönüşebilir. Belki de artık bundan sonrası başka bir yazının konusudur.
Türkiye özeline baktığımızda, kadınların, Kürtlerin ve Müslümanların varolma mücadelelerine, kendini keşfetme ve gerçekleştirme uğraşında gururla ayakta durma çabalarına nasıl yaklaştığımız, hepimizin hesaplaşması gereken konular.
Kuyunun içindeki kurbağa, gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanırmış.
Evet, eskiden böyle sorunlarımız yoktu. Gelecekte de kesinlikle başka konularla uğraşacağız. Ama bu bizim, kurbağalar olarak, kuyunun neresinde olduğumuza bağlı. Kuyunun dibindeysek başka. Kuyunun ağzındaysak başka.