Ümit İzmen
Bugün genel kabul gören anlayış, siyaset ve ekonomiyi birbirinden keskin bir biçimde ayırır. Siyaset ve ekonomi, akademik dünyada iki ayrı disiplindir. Ekonominin siyasete kapalı kendi bilimsel alanı, analiz araçları, kendi yasaları ve doğruları olduğu varsayılır. Bu ayrışma sadece akademik bir nitelik taşımaz, politikacılardan “sokaktaki vatandaşa” çoğunluk, ekonominin bağımsız bir mantığı olduğunu varsayar. Siyasi partiler ayrıntılardaki farklara rağmen temel ekonomik kararları “ekonomi biliminin” bu buz gibi soğuk mantığı çerçevesinde alır.
Buna karşılık, Marksist analizin özünü ekonomi ile siyaset arasındaki etkileşim oluşturur.
Marx’ın tarih analizinde üretici güçlerdeki gelişim üretim ilişkilerini biçimlendirir. Ancak tersi de doğrudur. Sınıflı toplumlarda, devlet egemen sınıfın çıkarlarını korur, kollar. Tarihin dönüm noktalarını anlamak için geçerli olan bu çerçeve zamandan ve mekândan bağımsız olarak reel politikanın güncel iniş çıkışlarını yorumlamak için daha kısa zaman dilimlerine uygulandığında ise siyaseten yanlış çıkarımlara yol açar.
Son 10 yılda AKP iktidarları döneminde Türkiye ekonomisine bakışta bu hataya sık düşülmüş olduğunu görüyoruz.
Ekonominin siyasetten önce geldiği, ekonomideki iniş çıkışların seçim sonuçları ve iktidar üzerinde etkili olacağı, iktidarların da mutlaka burjuvazinin çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri kabulünün nihayetinde vardığı yer olan ekonomik determinizm, siyasetin zeminini de ortadan kaldırır. Ekonomik determinizmin yol açtığı basbayağı yanlış çıkarımlar üzerinden yükselen bir siyasî duruş, kendini giderek geçersiz, marjinal ve hatta gereksiz kılar.
Son yıllarda AKP’ye dönük yanlış ekonomik değerlendirmelerin sonucunda birçok sol siyasetin başına geldiği gibi.
Sağlıklı ekonomik analiz bugün daha da önem kazanmış durumda. Çünkü Türkiye’de siyasette gelişmeler, ekonomideki gelişmelerden daha hızlı ve derinken, dünyada ise tam tersine ekonomik gelişmelerin siyaseti şekillendirdiği bir süreçten geçiyoruz. Bu da Türkiye’de ekonomik determinizmin rehavetine kapılarak etkisizleşme tehlikesini iyice artırıyor.
Kapitalizmin küresel örgütlenişinde yeni bir evre
Küresel kapitalist sisteme baktığımızda, teknolojideki gelişimin ekonomik dinamikler üzerinde büyük ve dönüştürücü etkilerinin yaşandığı bir süreçten geçiyoruz. Bu süreç, üretici güçlerin mevcut sistem altındaki yapılanmasında sorunlar üretmeye başladı. 2007 yılında başlayan ve biçim değiştirerek, AB’yi etkileyen borç krizi haline dönüşerek devam eden küresel krizi böyle yorumlamak mümkün. Ancak ekonomideki sorunlar sadece ekonomi içinde kalamayacak kadar derin. Yoksul ve emekçi sınıflar burjuva demokrasisindeki temsil ediliş biçimlerinden ve krizden çıkışta izlenecek ekonomi politikalarının belirlenmesindeki rollerinden hiç de memnun değiller. Son aylarda Tahrir’den New York’a 800’ü aşkın şehirde gördüğümüz protestolar, ekonomik sorunun siyasî soruna dönüşmekte olduğunu gösteriyor.
Kapitalizmin bu krizi nasıl aşacağını ve kriz sonrası dünya ekonomisinin nasıl şekilleneceğini tam olarak söyleyebilmek için biraz daha beklememiz gerek. Kapitalizmin uzun tarihine baktığımızda, her bir yeni evrenin yeni bir teknolojik atılım sonucu olduğunu görüyoruz. Bu kez de değişimin arka planında bilgi ve iletişim teknolojilerinde yaşanan devrim var. Gerek teknolojideki devrim, gerekse teknolojinin üretim sistemi üzerindeki dönüştürücü etkisi tek bir yılda değil belki onlarca yıla yayılan bir süreç içinde ortaya çıkıyor. Bu nedenle yaşananların bir büyük dönüşüm sürecine denk geldiğini anlamak her zaman kolay değil.
Dönüşümü görebilmek ve değişimin yönünü doğru okuyabilmek için, güncelin hızının başımızı döndürmesine izin vermemek, ayrıntıları bir kenara bırakmak ve temel dinamikler üzerine yoğunlaşmak, tek tek ağaçlara bakmak yerine ormanı tasavvur etmek gereki. Ancak güncel gelişmelerin herkesi içine çeken bir girdap yarattığını da kabul etmeliyiz.
Bugünü saran toz bulutu dindiğinde dünya ekonomisinde yeni bir evrenin başlamış olduğu ortaya çıkınca şaşırmamak gereki. Bu değişimlerin Türkiye’yi etkilemesi ise kaçınılmaz.
Türkiye elbet etkilenecek
Lenin finans kapitalin artan gücünden hareketle Emperyalizm broşürünü yazarken, muhtemelen ileride bir gün finans kapitalin gücünün bugünkü seviyesine ulaşacağını aklına bile getirmemişti. Küresel finansal piyasaların 2007 krizi öncesinde ulaşmış olduğu entegrasyon seviyesi, yüzyılın başında tahayyül edilebilecek gibi değildi. Bu entegrasyonun bilgi ve iletişim teknolojileri sayesinde mümkün olduğunu ve bu teknolojinin hâlâ gelişmeye devam ettiğini akılda tutmalıyız. ABD’nin finansal piyasalarında 2007’de başlayan krizin AB’ye yayılması ve tüm dünyayı etkileyebilmesi de zaten finans kapitalin ulaştığı bu entegrasyon sayesinde mümkün oldu.
Yılda yaklaşık 80 milyar dolar, yani GSYH’nın %10’una yakın bir cari açık ile küresel finansal piyasalara göbeğinden bağlı olan Türkiye’nin dünya ekonomisindeki bu altüst oluştan etkilenmemesi söz konusu olamaz. Ancak bu etkilenmeyi bir alt ölçeğe indirgeyip küresel finansal piyasalardaki her dalgalanmanın Türkiye’de yeni bir krize yol açacağını düşünmek de yanlış.
Bu düşünce, 2002-2011 arasında ekonominin sürekli kötü gittiği fikrine kendini kaptırmış olmaktan farklı değil.
AKP üç seçim arka arkaya iktidar olabildiyse, üstelik her seferinde oy oranını artırabildiyse, bunu ekonominin iyi olması sayesinde yapabildi. Üstelik ekonomideki iyilik, sadece burjuvazi için değil, en az burjuvazi kadar orta ve yoksul sınıflar için de geçerliydi. Yani hiç kimse oyunu birkaç kilo bakliyata ya da birkaç torba kömüre satmadı. Halkın yarısının oyu böyle satın alınmaz. AKP’nin burjuvazinin partisi olduğu iddiasını, izlediği ekonomi politikasının her ayrıntısının burjuvazinin çıkarları lehine, işçi sınıfı ve yoksullar aleyhine olduğu noktasına kadar götürünce, ortaya fizikî gerçeklik ile hiç alakası olmayan kurmaca bir durum çıkar. Bu kurmaca durum üzerinden de politika yapılır tabii; aynen Türkiye’de yapılmış olduğu gibi. Ama bu politika da kurmaca olur ve toplumda bir karşılık bulmaz; aynen seçim sonuçlarının kanıtlamış olduğu gibi.
Üstelik ekonomiye bu kadar kaba hatlarla bakmak, çalışanlar arasındaki ve burjuvazi içindeki çıkar farklılaşmalarını ve çelişkileri görmeyi de engeller. AKP ve burjuvazi arasındaki ilişkiyi, geçmişte yapıldığı gibi, Türkiye’de kapitalizmin kurumsallaşma düzeyini dikkate almadan, Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” kuramına gönderme yapmadan, devri geçen sektörler ve yeni yükselen sektörler ayrımı yapmadan, sermaye gruplarının dünya ekonomisi ile eklemlenme biçimlerini göz önüne almadan, hele TÜSİAD içindeki ayrışmaların nedenlerine bakmadan yorumlamaya kalkınca, hata kaçınılmaz olur. Kaba bir işçi sınıfı-burjuvazi ayrımını ve burjuva demokrasilerinde hükümetlerin hakim sınıfın çıkarları doğrultusunda hareket ettiği kabulünü, her türlü zaman/dönem karakteristiğinden bağımsız yapmak resmi yanlış okumaya yol açar. AKP ile TÜSİAD arasındaki çekişmeyi sadece hayat tarzı meselesine indirgemekle sonuçlanır. Yani görüntüde sınıf temelli bir bakış açısıyla başlayan analiz, sonunda hiçbir orjinalitesi kalmayan yavan ve banal bir sosyolojik tespite dönüşür.
AKP’nin ekonomi politikaları konusunda TÜSİAD’ın ve DİSK’in aynı ortak zeminde buluşmuş olması, eğer sınıf perspektifinden bakıyorsak, fena halde izaha muhtaçtır. Hem işçi kesiminin, hem sermaye kesiminin, tümü değil ama sınıf vurgusunun en kuvvetli olduğu kabul edilen temsilcileri, hükümeti izlediği ekonomi politikaların yanlışları üzerinden uyarıyor. Ve işe bakın ki, ikisi de yanılıyor. Başka ülkeler batarken Türkiye ekonomisi beklentilerin ve ümitlerin aksine batmıyor.
Geçmişteki bu analiz ve devamında gelen siyaset hatasının gelecekte de tekrarlanma riskini yabana atmamak gerekiyor. Doğru bir siyasî bakış açısıyla alternatifini toplumun gündemine sokan bir muhalefet örgütlenmezse, küresel ekonomideki gelişmelerin AKP’ye iktidarını konsolide etme imkânı vermesi şaşırtıcı olmayacak.
Bugün yaşadığımız kriz, kapitalizmin tarihindeki ciddi bir kriz. Böylesine ciddi bir krizin arkasından hem kapitalizmin yeni bir evresinin başlaması, hem de bunun siyasî yansımalarının olması kaçınılmazdır. Siyasî yansımalarını çoktan görmeye başladık. Birbirini destekleyecek iki gelişmenin ipuçları şimdiden görüldü.
Her krizin bir maliyeti vardır ve krizin sönümlenmesi bu maliyeti kimin ödeyeceğinin belli olması ile mümkündür. Şimdilik krizin ateşinin hala sönmemiş olması, bu bedeli kimin ödeyeceğinin henüz netleşmemiş olmasından kaynaklanıyor. Bugün mücadele iki seviyede devam ediyor:
1. Krizle boğuşan ülkelerin kendi içlerinde giderek şiddetlenen bir sınıf mücadelesi;
2. Küresel krizin faturasının ülkeler arasında dağılımı mücadelesi.
Bu iki mücadeleden daha göz önünde olanı devletler içinde yaşanan mücadele. Hükümetlerin krizden çıkış için uygulamayı planladıkları sıkı ekonomi politikalarının krizin faturasını çalışan kesimlere yıkma gayreti, Yunanistan’dan başlamak üzere birçok ülkede protesto dalgalarına yol açtı. Bu mücadelenin seyrine bağlı olarak, gelişmiş ülkelerde hükümetlerin çalışan kesimler üzerindeki yükü bugünden geleceğe ötelemeleri gündeme gelebilecek. Bu da, bütçe dengelerinin yoksullar, çalışanlar ve emekliler lehine bozulması demek. Tüm dünyada bütçe açıklarının hızla arttığı bir ortam, Kürt meselesi ve anayasa tartışmalarıyla bunalan AKP’ye bütçeyi açarak “popülist” politikalar uygulaması için elverişli bir ortam yaratacaktır.
Popülist politikaların diğer ucunda, içe dönük politikalar yer alıyor.
Bugün gözlemlediğimiz ikinci mücadele, krizin faturasının kapitalizmin merkez ülkelerinden çevre ülkelere ihraç edilme mücadelesidir. Bunu da yabana atmamak gerekiyor. Krizin ilk gününden itibaren, ülkeler arası dayanışma adı altında süregiden bir mücadele bu. Krizle beraber gelişmekte olan ülkelerin dünya ekonomisi içindeki ağırlıklarının artmasının bedeli G20 dayanışması olarak ödenmekte. Bu mücadelede her bir ülkeye düşen faturanın küçültülmesi gayreti, ülkeleri korumacı ve içe kapanmacı politikalar izlemeye yöneltiyor. Krizin ilk günlerinden beri ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde baş gösteren ve giderek yayılan ekonomik milliyetçilik belki uzun dönemde yerini yine artan küresel entegrasyona bırakacaktır. Ama yakın dönemde bu ekonomik milliyetçilikten beslenen arayışların çoğalması, AKP’ye içerideki siyasî baskıyı artırma imkanı da verecektir.
Aslolan siyasettir!
Bugünün Türkiye’sine baktığımızda ne hukuk, ne ekonomi; önemli olan siyaset. Nasıl ki görüntüde hukukî olan her şey özünde siyasî ise, bugün ekonomik gözüken her şey de aslında öncelikle siyasî. AKP’nin de sözümona siyaseti arka plana iterken yaptığı, buz gibi siyaset.
Bugünün yakıcı meselesi Kürt sorunudur. Bu ortamda küresel ekonomideki gelişmelerin içeride Türk milliyetçiliğinin beslenmesi ve yoksul sınıfların memnuniyetsizliklerinin bir nebze olsun hafifletilmesi için elverişli bir ortam yaratma ihtimali, üzerinde düşünmeyi hak eden bir ihtimaldir. Bu ihtimal gerçek olduğunda siyasî perspektifin kararacağı açıktır.
Bu ihtimalle mücadele etmenin yolu siyasetten geçer. Siyasetin gerektirdiği zorlu mücadele yerine ekonominin belirleyici gücünün verdiği konforu seçenler, hesaplarını küresel krizin AKP’yi alaşağı edeceği üzerine yapanlar, bir kez daha yanılacak.